Paylaş
Ruhuma iyi gelir.
İşte yine öyle bir ruh halinde, avarelik yapıyorum.
Galata ve Tophane şu an çok moda olsa da, Doğan Apartmanı’nın olduğu yer hariç, hâlâ görkemli bir virane.
Yüksek Kaldırım’dan bir önceki caddeden yukarı sapıyorum, sağa dönüyorum.
Sola da dönebilirdim, özel bir sebebi yok.
Bir şey içimden, “Sağa dön” dedi.
Şimdi Doğan Apartmanı ’nın alt taraflarındayım.
Solda bir hurdacı görüyorum.
O da ne!
Tam karşısında, “HİÇ” yazıyor.
Eski bir dostu görmüş olmanın coşkusu kaplıyor içimi.
“Bizim Emel’in (Güntaş) yeni dükkânı olmalı bu” diyorum.
Başka kim HİÇ markasını kullanır?
Dükkânına HİÇ ismini verir?
HİÇ Emel, tanıyıp tanıyabileceğiniz en enteresan tiplerden.
7 senedir onunla da irtibatım kopmuştu.
İşte şimdi, ön cephesinde bambular olan dükkânın önünde dikiliyorum.
O HİÇ yazısına bakıyorum.
Neden mi HİÇ?
Tam bilmiyorum aslında.
Emel ilginçtir, HİÇ kimselere benzemez.
HİÇ bir şeye tenezzül etmez.
Yıllar evvel, “Röportaj yapayım seninle” demiştim, “Şaka yapıyorsun herhalde! Beynime silah filan dayaman lazım, HİÇ mümkün değil” demişti.
HİÇ ön planda olmayı sevmez.
Altı çizili şeylerden HİÇ hoşlanmaz.
Dükkânlarının adı bu yüzden HİÇ olsa gerek.
Web sitesinde (www.hiccrafts.com) hakkında yazı mazı da yok.
Onun yerine, her dilde HİÇ yazılmış.
Ama kendisinden bahsetmekten hoşlanmaması, tevazu değil, utangaçlık değil, şımarıklık değil, ukalalık değil; o, öyle biri...
Mimar filan da değil ama insanların, köpeklerin, eşyaların, evlerin dilinden anlıyor. O sana, “Kuş kondurmana gerek yok, ev zaten söylüyor sana, bak ne istediğine” diyor. Sultanahmet’te oteli var, şehrin enteresan yerlerinde dükkânlar açıyor, dükkânlar kapatıyor, isterse, insanlara evleriyle ilgili fikirler veriyor. Seninle perdeciye, kumaşçıya geliyor, nereden bileceksin sen, ucuz ve güzel döşemelik kumaşlar nerede satılır, o biliyor, parkeciye de götürüyor.
Amaaa... Anahtar kelime “isterse”...
İstemezse, seni sevmezse, HİÇ mümkün değil.
Neyse çok uzatmayayım, kader, o gün bizi yine birleştirdi, yoksa HİÇ Emel’i bulmak aklımda yoktu. Dükkânına giriyorum. Emel orada değil, 11 gibi geliyor, “9’da açayım, daha fazla para yapayım” da HİÇ umurunda değil.
Dünyanın en güzel kilimleri var o dükkânda, müthiş renkler...
Resmen âşık oluyorum.
Ama Anadolu’nun bağrından kopmuş gibi kimler değil, o kadar folklorik motifler beni açmıyor. Hepsi modern hatlı, bazıları yeniden boyanmış, eskitilmiş vintage kilimler, halılar da var ama her şey son derece modern. Yani “contemporary craft”, Türkçesi sevimsiz, “çağdaş zanaat”, o yüzden “contemporary craft” demeyi tercih ediyorum. Ama sizin aklınızda el emeği göz nurunun modern yorumu olarak kalsın.
Lacivert beyaz çizgili yolluklar görüyorum mesela, koridoruna koy, şahane olsun.
Mor, fıstık içi kilimler, beyaz bir zeminde muhteşem durur.
Mobilyalara gelince, onları alıp kaçmak istiyorum, belli ki hepsi Emel’in yorumu. Klasik ve modern tasarımcıların yeniden üretimleri. İnce, zarif mobilya pek yok. Biraz kaba, biraz endüstriyel. Ama hep rahat şeyler. Sonra el yapımı incecik porselenler, bez bebekler, çantalar. Onlar da Emel’in arkadaşlarının tasarımlarıymış.
Zaten arkadaşı olmayan kimseyle çalışmıyor, çalışamıyor...
Dükkânına da gelenlerle arkadaş oluyor.
Yolu oraya düşmeyenler için ise HİÇ üzülmüyor, “Bir sebebi mutlaka vardır” diye düşünüyor.
Ben tabii orada kendimi kaybediyorum.
Emel gelince, dükkânından bir sürü şeyi kamyona yüklüyoruz, “Şunu da alalım, bunu da alalım, şuna da bakalım” diye diye hepsini eve götürüyoruz...
Bunu da çok seviyorum.
Eve getirip bakıyorsun, olmuyorsa geri götürüyorsun.
Size yapar mı bilmiyorum.
Sizi sever mi onu da bilmiyorum.
Öyle herkesi seven, “yumoş yumoş” bir tip değil.
Ama özel bir kadın.
Ticaretle, parayla, profesyonellikle alakası yok.
Ve gerçekten şahane şeyleri makul fiyata satıyor.
Orada gördüğünüz her şeyden, sizin eve uygun yaptırıyor.
Gayet de hızlı yaptırıyor.
Ama sizi sevmemişse, yapacak bir şey yok.
HİÇ’i terk edin ve bir daha oraya HİÇ gitmeyin...
Bir dilim daha alabilir miyim, ince olsun lütfen...
VE geçen hafta sonu...
Ağaçlar içindeki bu evde...
Uzuuuun tahta bir masada, maaile yemek yiyoruz.
Bin yıldır yazıyorum, yine yazacağım, benim bayıldığım da bu: Sofra... İtalyan aileleri gibi kahkaha, şamata... Üç nesil bir arada... Ve sofrada ölene kadar yemek, içmek, sohbet etmek, gülmek, sonra yorulmak, dinlenmek, biraz kestirmek ve sonra tekrar yemek ve içmek...
Mesela şimdi, kısır var masada, Adana usulü, nar ekşili filan, parmaklarını yersin o kadar şahane. Sonra az yağlı kocaman, yuvarlak kıymalı börek, tekerlek gibi. Herkes güya sağlıklı besleniyor ya hep şu nakarat, “Bir dilim daha alabilir miyim? İnce olsun lütfen...” Oh mis gibi kokuyor! Ve az evvel kaynadığı için suyun tepesinde dans eden içliköfteler, şiir gibiler... Tombul şiirler... Ve mantı, minicik mantı, öyle dana gibi değil. Alya bayılıyor, küçük parmaklarıyla üzerine nane ve sumak serpiyor.
Hepsi memleketimden.
Masanın etrafında oturanların çoğu da.
Mami, ablam, eniştem, yeğenim Ela, sevgilisi Ali...
Artı benim sevgilim, sevgilimin büyük kızı, yani Alya’nın ablası Yaso, köpeği Milk, Betûl Hanım, Alya’nın arkadaşı Pırıl, annesi Esra, babası Mişel...
Sade ve neşeli bir gün geçiriyoruz.
Kimi gazete okuyor, kimi internette bir şeyler yapıyor, Alya ve Pırıl çimlerde koşturuyor, ağaç görmemiş ki Alya bugüne kadar, keşfediyor.
Sonra bakıyorsun her odada biri, tilki bayılması halinde.
Ve aile fertlerimizden Hımm, aşağıda dev kafesinin içinde, ağaçlık ya burası, salıvermiyoruz, yine evin içinde yaşıyor ama gündüzleri hava almak ve toprakla bütünleşmek için Zeki Usta’nın ona yaptığı eve gidiyor. Kamlumbağımız bile kendine geldi, havadan mıdır nedir artık daha hızlı yüzüyor.
Hafta sonu işte bu demek... Herkes bir arada... Sonra gelsin şaraplar... Fonda güzel müzik... Mumlar yansın... Bu görüntü benim için dünyanın en güzel şeyi. “Evet” diyorum, “Oldu”. Bir hayalim daha gerçek oldu. Ve sonra birden ürküyorum, “Yoksa ulan ölecek miyim?” diye korkuyorum. Çünkü başımıza gelenlerin, her zaman hak etmekle alakası yok, daha çok şansla var, bir sürü insan gerçekten hak ettiği şeyi yaşayamıyor.
Ama benim hayalini kurduğum ev, şu an karşımda duruyor.
Kollarımı açıyorum.
Şükrediyorum.
Kahramanım Zeki Usta
ZEKİ Evin.
Bugüne kadar benim için çok şey yaptı. Ne zaman çözülmesi gereken inşaat organizasyonu olsa, o çözdü. O artık benim ailemden biri. Arkadaşlık ölçülerini bile aştık. Yine öyle oldu.
İstanbul’da kiralık ev ararken üç alternatif çıktı önüme, en ucuzu, en çok masraf gerektireniydi. Ama ne olduysa oldu, o ev, “Gelin beni adam edin, ben size çok güzel yuva olurum” diye fısıldadı kulağıma.
Süpermen böyle anlarda ortaya çıkar, her şeyi organize eder, durumu toparlar ve yoluna devam eder. Benim süpermenim Zeki Usta.
Öteki evler, elden geçmişti. Bu hamdı, ne şekil verirsen öyle olacaktı. Bu da dünyanın en heyecan verici şeyi aslında. Ev, baştan aşağı bizim olsun istedim. Hatalarıyla, sevaplarıyla. Bizim ruhumuzu yansıtsın.
Zeki Usta kolları sıvadı, işe daldı.
Dünyanın en çalışkan adamı, onun için “Olmaz” olmaz, her şey mümkün, her şeyi olduruyor ve inanılmaz hızlı. Çünkü hiperaktif, tezcanlı, hemen yapacak, iş bitecek. Ben de öyleyim. Aylarca sabredemem. Her şeyi organize etti, bir sürü usta buldu bana. Boyacı Fahrettin Usta, ahşap işlerini kotaran Ahmet Usta, döşemeci Şenol Usta, elektrikçi Murat Usta... Ben de bu arada dersimi çalıştım, yüzlerce dergi taradım, sayfalar kopardım, onlara nasıl bir ev istediğimi anlattım.
Ve Zeki Usta, sihirli değneğiyle bütün hayal ettiğim her şeyi gerçeğe dönüştürdü.
Bugüne kadar yaşadığım en güzel evi ortaya çıkardılar.
Evet, o benim süpermenim, evet o benim şişeden çıkan cinim!
HAMİŞ
Haaa unutmadan, HİÇ’e sakın şimdi gitmeyin, dükkânı talan ettiğim için HİÇbir şey yok. Hepsi bizim evde :--)
Paylaş