Beynimizin içindeki ekranda multi-medya gösterisine dönüşebilecek bir şey mi? Yani o kadar büyük bir prodüksiyon mu? Bence değil.
Peki seksi, gözümüzde büyütmenin bir manası, işe yarar bir tarafı var mı? Bence yok. Bana sorarsanız her şey seksi. Ucuz olan da pahalı olan da. Renkli olan da renksiz olan da. Şekilli olan da şekilsiz olan da. Uzun olan da kısa olan da. Sıradan olan da gösterişli olan da. Yeter ki ne olsun?
Yeter ki, kışkırtıcı, davetkar, şaşırtıcı, insanı heyecanlandıracak ve çizginin dışına çıkartacak bir şey olsun!
*
Seksi nedir?
Aslında bunun tarifi yoktur.
Bir şey olur; bir görüntü, bir çağrışım, bir ses, bir koku, bir ışık, bir siluet, bir duygu, bir ayrıntı, bir kıvrım...
O zamana kadar kapalı duran beynimizdeki jaluzi ‘‘fırttt’’ diye açılıverir.
Hissettiklerimizi karşılayacak bir sıfat arar, buluruz.
O cümle ağzınızdan dökülüverir:
- Ne kadar seksi!
Peki bir şeyin insana seksi gelmesi için özel bir konumu olması gerekir mi? Ya da cinsiyeti? Yani insan şeklinde olması şart mıdır! Kadın ya da erkek? Sadece canlı varlıklar mı insanda bütünleşme, içinde erime duygusu uyandırır? Bir otomobil seksi olamaz mı mesela? Tahrik edemez mi? Heyecanlandıramaz mı? Ya da bir ev. Bir heykel. Bir bahçe. Bir ağaç. Bir kalem. Bir çakmak. İlla biçimden dolayı değil, bütünüyle insanda yarattığı etkiden dolayı seksi olamaz mı? ‘‘Seksi’’, tanımlayıcı bir sıfat olamaz mı yani? İlla bir eylem içermek zorunda mı? Siz hiç rüzgarda uçuşan, içi görünen şeffaf tül perdelere takılmadınız mı? Onları seksi bulmadınız mı? İçinizden yükselen dokunma duygusunu bastırmadınız mı? Ya da ipek ya da kadife bir elbise için ya da süet bir ayakkabı için... Ya da güneşten cayır cayır yanan bedeninizle önünüzde uzanıveren turkuvaz bir denizin cazibesine kapılıp kendinizi teslim etmediniz mi? Bu da seks işte! Ve bu eylem acayip seksi. Peki o şahane kırmızılıktaki çilekler? Onları dudaklarınızda hissetmek istemediniz mi?
Her şey ama her şey seksi olabilir, seksi çağrıştırabilir, seksle bütünleşebilir...
*
Bütün bu anlattıklarımın seksi olabileceği konusunda anlaşıyorsak, Antalya'daki Hillside Su Hotel'in seksapelini tartışmamıza bile gerek yok! Bana göre çok cazip, çok seksi bir erkek o. Ama pek öyle kolay biri değil. ‘‘Zırt’’ diye yanına gidemeyebilirsiniz, çekinebilirsiniz. Uzaktan uzağa seyretmeyi tercih edebilirsiniz. Görünüşü fazla cool çünkü, sizi korkutabilir, ürkütebilir. Ne halt edeceğinizi şaşırtabilir: ‘‘Ne giyeceğim, yanında ne yapacağım, nasıl davranacağım?’’ Durduk yerde sorunlar icat edebilirsiniz yani.
Ama bir cesaret içine daldığınızda, onun yüreğine ulaştığınızda, tenini teninizde hissettiğinizde hiç de öyle olmadığını anlıyorsunuz...
*
Gitmeden önce hakkında neredeyse bir efsane dinlemiştim:
Desing otelmiş. Wallpaper sayfa sayfa konu yapmış. Türkiye'de eşi benzeri yokmuş. Bembeyazmış, hastane gibiymiş. Koluna serumu ne zaman bağlayacaklar diye bekliyormuşsun. Her şey çok sade, yerler epoksi, duvarlar aynaymış. Gerçek mi sanal mı karıştırıyormuşsun. Geceleri otel bukalemun gibi renk değiştiriyormuş. Lobisi şöyleymiş. Resepsiyonu böyleymiş. Ama en acayibi odalarıymış, balkonda bile yatak varmış. Sevişmeyeni dövüyorlarmış!
Bu son cümleyi ben ekledim tabii.
Bu kadar doldurulduğum bir otele giderken babam da olsa tedirgin olur!
Allahtan yanımda sevgilim ve arkadaşlarım var. Esra'nın doğum günü. Sen bizdeki şansa bak ki, Atıl Kutoğlu'nun da doğum günü.
Onun arkadaşları haliyle prens, prensesler filan (ama gerçekten öyleler, Avusturya'dan toparlanıp gelmişler), Esra'nın arkadaşları ise gazeteci, yağcı, hortumcu.
Mecazi değil gerçek anlamlarıyla...
*
Otelin mülk sahibi ALKE Turizm grubu. İşletmecisi Alarko Turizm Grubu. Mimarı ise Eren Talu. İki kişi, geceliği 204 milyon. Yatak ve kahvaltı. Öğrenince biraz tuhaf oluyorum, sanki daha pahalıymış izlenimi veriyor. Evet çok da ucuz değil ama yepyeni bir şey göreceksek, yaşayacaksak değer vallahi...
Havaalanından otele heyecan içinde geliyoruz. Zaten 15 dakika sürüyor. Otel, ufukta göründüğünde benim içim bir kötü oluyor: ‘‘Bu mu? Milletin kulaktan kulağa anlattığı efsane bu mu? Sümerbank gibi bir bina bu! Kocaman çirkin bir şey. Beni sokamazsınız buraya. Hani güzel bir haftasonu geçirecektik?’ O kadar çok mız mız yapıyorum ki, beni susturmak zorunda kalıyorlar: ‘‘Kes artık, bir içeri girelim bakarız...’’
*
Oflaya puflaya giriş kapısına yaklaşıyorum. ‘‘Zzzzzt’’ diye kapı açılıyor. O da ne? Bu nasıl bir şey? Bu nasıl bir yalınlık, sadelik. Sanki biraz önce oteli çekiştiren ben değilim! İçimi tuhaf bir huzur kaplıyor. Başka bir dünyaya adım atıyorum. Gördüğüm bu şey, lobi dışında her şeye benziyor. İki yanı bar olan çok sade bir kapalı spor salonu sanki. Ya da bir galeri. Her şey gerçekten beyaz. Ama bu beyazlık ısırmıyor insanı, rahatsız edici değil. Tavanlar o kadar yüksek ki, tepeye bakayım derken boynun ağrıyor. Sadece kolonlar, sütunlar aynayla kaplanmış değil, tavanlar da öyle. Resepsiyona gitmeden oradaki beyaz minderlere çöküyorum. Aval aval tepeden sarkan o kocaman toplara bakıyorum. Üzerine gelen güneş ışınlarıyla tuhaf renk oyunları yapıyor. Aynı toplar geceleri lobiyi üç değişik renge boyuyor. Her şey o kadar oyuncaklı ki. Aynalara bakıyorum, kendimi üç tane görüyorum, al sana Dolly sendromu, bunların hangisi benim, hangisi kopya? İçimden otelin her köşesini keşfetmek geliyor. Mümkünse çıplak ayakla.
Ayağımın epoksiye değmesi acayip seksi geliyor. Evet, bu otel beni heyecanlandırıyor. Ama önce resepsiyona gitmemiz gerekiyor. Chek- in yapmadan bir otele girilemiyor.
*
Yok öyle fakslar, telefonlar, bilgisayarlar. Sadece güleryüzlü insanlar. Ve küçük cam fanuslarda turuncu balıklar. Resepsiyon bildiğimiz resepsiyon değil. Renk karmaşası yok, afiş yok, resim yok. Kocaman bir boşluk. İki tarafı ayna. Ve uzuuun beyaz bir resepsiyon yeri. Birden etrafınızı gencecik insanlar sarıyor, çok sıcakkanlı ve misafirperverler, şok yaşadığınızı fark ediyorlar ve size gereğinden daha fazla ilgi, şefkat gösteriyorlar.
Bu binayı dışarıdan gördüğümde biz nereye geldik olmuştum, içeri girince anlıyorum ki biz iyi bir yere geldik. Seksi bir yere geldik...
İzninizle, orada neler yaşadığımızı da yarın anlatayım. İpucu vereyim, ‘‘odalarda hayat nasıl?’’la başlıyoruz.