Bu ülkenin en çok bilinen tiyatrosunu kurdu, yıllarca kapalı gişe oynayan oyunlar sahneledi, tiyatrosunu kapamak zorunda kaldı, yönetmen olarak müzikaller sahneye koydu, gençlere tiyatro öğretti, öğretiyor, hocalık yapıyor ve hálá bu yaşında bir başrol teklifi geldi diye, sahnede Mollier’i oynayacak diye adrenalini tavan yapıyor. Nasıl heyacanlı, nasıl heyecanlı. O heyecanını tiyatroyu seven herkesle paylaşmak istiyor.
Çocukluğunuzu nasıl hatırlıyorsunuz?- Mutlu, hareketli, canlı, meraklı, heyecanlı. Ben farklı iki kültürle büyüdüm...
Nasıl yani? Anneniz babanız Türk değil miydi?- Yok, annem babam Türk’tü ama dadılarım Alman’dı. Dolayısıyla, hem Türk hem Alman kültürüyle büyüdüm. İlkokula başlarken Almancam neredeyse
Türkçemden daha iyiydi, hatta okuldakiler bazı Türkçe kelimeleri söyleme biçimimle alay ediyorlardı.
Alman dadı ne alaka, o dönemde moda mı?- Evet, varlıklı ailelerin Alman dadıları olurdu. Benim bir ablam varmış, Şimal, dadı ona kötü bakmış, üşütmüş ölmüş. Babam da demiş ki, "Bundan böyle çocuklarımı alelade kimselere emanet etmem! Bu eve ancak Alman dadı girebilir!" Ve Almanya’dan sertifikalı dadı getirtmiş.
O zamanlar anneler çocuklarıyla ilgilenmez miymiş?- Yoo ilgilenirdi, ama çocuklar daha çok dadılarla vakit geçirirdi. Benim hayatımın büyük bir bölümü de dadıyla geçti. Mürebbiye yani.
Kaç yaşına kadar?- Ben 15 yaşındaydım ama Alman dadı artık kız kardeşim Güler’le ilgileniyordu. Bize bir arkadaş gibiydi. 15 yıl içinde birkaç dadımız oldu. Ben onlar sayesinde bir sürü Alman filmi, müzikal ve temsil izledim. Bilgili ve sanata düşkün mürebbiyelerdi. Müzikal sevgimi biraz da onlara borçluyum.
Ne kadar kalabalık bir aileydiniz?- Aslında değildik
. Annem, babam, kız kardeşim, ben ve büyükannem. Tabii dadılar var. Sonra aşçı, hizmetçi, uşak, şoför var. Benim gerçeğim de buydu: Varlık içinde büyüdüm. Ama o zamanlar insanlar varlıklarını başkalarının gözüne sokmazlardı, ayıptı.
Nerede yaşıyordunuz?- Şimdi artık olmayan Şişli’deki Ömer Bey Apartmanı’nda. İstanbul’un en iyi apartmanıydı. 1920’lerde yapılmış müthiş bir yapı. Maalesef yıkıldı. İstanbul’un en pahalı apartmanı. Galiba 300 liraydı kirası. Babamın adı Sait Ömer, herkes orayı bizim apartmanımız zannederdi, oysa kiracıydık. Yazları da Çiftehavuzlar’daki yalıya giderdik, gelenimiz gidenimiz çok olurdu.
Ne kadar renkli bir ev hayatı...- Çok renkli. Sürekli davetler olurdu. Annem babam gezen insanlardı. Geceleri mutlaka bir yerlere giderlerdi. Tabii o zaman televizyon yoktu. Onlar gezmeye gidince, ben radyonun başına geçer, Londra’yı dinlemeye çalışırdım. Aklım fikrim Frank Sinatra’nın, Ella Fitzgerald’ın yeni şarkılarındaydı. Ben 10-12 yaşımda bu isimleri takip etmeye başlamıştım.
Nasıl oluyor? - Ya dadıların etkisi, ya benim kendi merakım. Bizim ailede sanatçı yoktu. Ama biz hep konserlere götürüldük. Konserleri iple çekerdim. O yaşta klasik müzik dinlerdim.
Daha sonra sizi Haldun Dormen olmaya itecek başka ritüeller, alışkanlıklar...- Alman dadılarla Alman filmlerine giderdim. Ah o müzikaller! Büyülenmiş gibi izlerdim. 7 yaşından itibaren, dönemin bütün Alman müzikal yıldızlarını tanır oldum. Hayaller kurar, kendimi onların yerine koyardım. Akşamları onların filmlerdeki dans figürlerini taklit etmeye çalışırdım.
Tiyatronun bir parçası olmaya o yıllarda mı karar vermişsiniz?- Tabii. Bir de Casper diye bir tiyatro hediye ettiler bana. 4 kuklası, ufak bir de sahnesi var. En favori oyuncağım. Yazar yazar, oynardım. Komşuları, aşçıları, yardımcıları, evde kim varsa çağırırdım. Onlara resmen piyes yapardım. Tutan ve tutmayan piyeslerim vardı. Üç kere izlettirdiğim piyeslerim bile oldu.
Annenizin babanızın bu tiyatro ve sinema sevdanızdan haberi var mı?- Hayır hiç.
Anne ve babanızla ilişkiniz...- Biz biraz İngiliz ailesi gibiydik. Mesafeliydi ilişkimiz. "Canım evladım" gibi şeyler yoktu. Çok mıç mıç ve vıcık vıcık değildik. Herkes birbirini severdi ama abartılı sevgi gösterileri olmazdı.
"Siz" diye mi hitap ettiniz annenize babanıza?- Yok hayır "Sen" derdik. 15 yaşından sonra da, kız kardeşimle anneme Nimet, babama Sait demeye başladık.
Neden?- Bilmem, hoşumuza gittiği için, modern bulduğumuz için, birbirimizi birey olarak kabul ettiğimiz için.
Önce Galatasaray’da, sonra Kolej’de mi okudunuz?- Evet. Arkadaşlarım GS’ye gidiyordu, ben de gittim Fransızca öğrendim, sonra babam, "Benim işlerimin başına sen geçeceksin, çok iyi İngilizce bilmen gerekiyor, istersen Robert Kolej’e yazdırayım" dedi. İthalatçıydı, Amerika ve İngiltere’yle iş yapıyordu, o zamanki ismiyle "komprador." Sonradan 60’larda, 70’lerde solcular babam gibi dışarıyla iş yapanlara "komprador" demeye başladılar. Hiç itiraz etmedim Robert Kolej’e gitmeye, sebebi tabii ki babamın işlerinin başına geçmek değildi, o umrumda bile değildi, benim aklım fikrim tiyatrodaydı, Amerika’ya gidip tiyatro eğitimi almak istiyordum. Benden önce de Tunç Yalman ve Şirin Devrim, Yale’de okumuştu. Ben de başvurdum. Üstelik kabul edildim.
Evdekiler ne diyor bu duruma?- Haberleri yok ki. Kız kardeşim Güler biliyor, konu komşu biliyor, hatta babamın, annemin arkadaşları biliyor, hepsi de beni tebrik ediyor, destekliyor ama ben babama nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum.
Ne yaptınız peki?- Mektup yazdım, "Benim emelim bu, hep bunu yapmak istedim, senin haberin yok ama Yale Üniversitesi’ne kabul edildim" diye bir mektup. Derken korkulu bekleyiş başladı. Bir gün okuldan döndüm, annem kapıda, "Ne o, artist mi olacakmışsın!" dedi. Babam mektubumu almış, cevap mektubu yazmış, yatağımın üzerinde duruyor, kalbim küt küt. Heyecandan bir süre açamadım. Bir de açtım ki, şahane bir mektup, "Oğlum, ben senin bir idealin yok diye hep telaştaydım. Bunu öğrenince çok sevindim, tebrik ederim, madem tiyatrocu olacaksın, bu işin eğitimini en iyi şekilde alacağına dair bana söz ver." 1950 yılında bir babanın tek erkek evladına böyle bir mektup yazması, onun ne kadar uygar ve ileri görüşlü olduğunu gösteriyordu.
Yale’i bitirdikten sonra...- Bir süre üniversiteden arkadaşlarla Amerika’da tiyatro yaptık. İki yıl sürdü bu macera. Yönetmen, küçük oyuncu, başrol, kostümcü, tiyatroyla ilgili ne varsa hepsini yaptım. O arada Türkiye’ye tatile geldim ve Muhsin Ertuğrul’la tanıştım, "Yakında dönüyorum, beni alır mısınız?" dedim. Yeni bir cep tiyatrosu kurmuştu, çok şeker karşıladı beni, "Alırım Haldun Paşa, sen dön konuşuruz" dedi.
O dönem Yale’de okumuş ve yurda dönmüş olmak ne kadar sükseliydi?- Çok. Tunç Yalman ve Şirin Devrim dönmedi mesela. Ben Amerika’da eğitim görüp Türkiye’ye dönen ilk tiyatrocuydum. Ve Muhsin Bey’in Küçük Sahne’sinde "Cinayet Var" adlı oyunla ilk defa seyircinin karşısına çıktım. Annemin, babamın, kız kardeşim Güler’in, arkadaşlarımın... Çok heyecanlandım. Ama sonra geçti, role daldım. Bir sene Muhsin Bey’le çalıştım ama hayalimde hep kendi tiyatromu kurmak vardı. O arada bana bir takım gençler geldi ve dediler ki, "Bizim bir tiyatro derneğimiz var, bize yönetmenlik yapar mısın?" Yaptım, bir cep tiyatrosu kurduk, çok başarılı oldu.
Varlıklı olmanızın başarınızda payı oldu demek ki...- Evet, varlıklı bir ailenin oğlu olmamın faydasını gördüm, ama aynı zamanda bana çok zararı da dokundu. İnsanlar beni kabullenmekte zorlandılar, "fantezi tiyatrosu" yapmakla suçladılar. Fakat bu cep tiyatrosu başarı kazanınca, 50 kişilik bir yer ama her gece doluyor, Akis’e bile kapak oldum. İşte o cep tiyatrosunun aktörleriyle, ki onlar Erol Günaydın, Yıldız Alpar, Altan Erbulak, Erol Keskin, Yılmaz Gruda idi, birlikte Dormen Tiyatrosu’nu kurduk.
Bütün bunların ardında ne kadar büyük fedakarlık var?- Çok. Ama tabii şanslıydım, maddi olarak babam vardı arkamda. Tiyatroyu kuracak sermayeyi ondan aldım.
İyi de Dormen Tiyatrosu’nun altın dönemini yaşadığı yıllar var, para kazanmış olmanız gerekmiyor mu?- Kazandık tabii. Sokak Kızı İrma’yı yaptım mesela 61’de, herkes "Delisin!" dedi, "Bu ülkede müzikal mi yapacaksın?" Yaptım ve 2500 kişilik Atlas Sineması’nı doldurduk. Çok da iyi para kazandık. Ama deli olduğum için, o parayı daha büyük bir prodüksüyona yatırdım; Pasifik Şarkısı. Büyük fiyasko. Betûl’le de evliyiz. Temsil bitmiş, bir gece kulubüne gitmişiz, sarhoşum, eve gelmişiz. Ben tam yatacağım, "Bir dakika" dedi Betûl, "Konuşacak halim yok" dedim, "Biliyorsun değil mi, oyun beğenilmedi" dedi. "Ne diyorsun sen?" dedim, "İnsanlar sıkıldı, dışarı çıktılar, ben bütün oyunculara Haldun sizi yarın 1’de provaya çağırıyor dedim, artık oyunu kısaltır mısın, ne yaparsın bilmem" dedi. 5 gün oynadık, baktım olmuyor, tekrar "Sokak Kızı İrma"ya döndük. Yine de o yıllar tiyatronun en parlak yılları oldu. Şahane Züğürtler, Bityeniği, Yaygara 70... Ama kazandığım her şeyi tiyatroya yatırdım. Tiyatro müdürlerim, "O kadar pahalı dekor yapmayalım" derdi, ben yapardım. Para meselelerinden anlamadığım aşikar.
Tiyatro sizin metresiniz mi, bütün parayı ona yedirmişsiniz...- Muhsin Ertuğrul bana, "Tiyatro karın, karın metresin olacak" demişti.
İyi de bütün hayatınızı verdiğiniz bir şeyden yeteri kadar para kazanamamış olmak canınızı sıkmıyor mu?- Tabii sıkıyor. İki senedir büyük para sıkıntısı çekiyorum. Allahtan ailem var. Gerçi bu yaşımda 8 oyun sahneye koydum geçen sene. Kazandım da, ama var olan borçlara gidiyor. Yine de n’apim yani, çok ezilmiyorum, beni mahvetmiyor. Çünkü bunca yıllık emeğimin karşılığında aldığım şey paradan daha değerli: Saygı. Çiçek satıcısından polisine, dilencisinden öğretim üyesine kadar herkesten saygı görüyorum.
Sakatlığım sayesinde Haldun Dormen oldumsakatlığımın bana faydası olduYürüyüşünüzde bir tuhaflık var?- Evet. 8 yaşındaydım, futbol oynarken düştüm. Fena düştüm. Annem ve babam da Avrupa’da seyahatteydiler. Büyükannem ve yengem, "Ayol topallıyorsun sen!" filan dediler ama ben aldırmadım. Aradan bir ay geçti, bizimkiler geldi. Meğer durum ciddiymiş, kemik iltihaplanmış, ameliyat oldum, uzun süre yattım, sonra elektrik tedavisi filan derken, yok, ben hálá tuhaf yürüyorum. Doktor, ameliyatta yanlışlıkla siniri kesmiş. Benim ayağı yukarı doğru hareket ettiren sinirim yok. Bayağı sakatım yani.
Kompleks yapmadınız mı hiç?- Yapmaz mıyım? Tabii ki yaptım. Görmesinler diye hep en son ben kalkardım. Ya da herkesin arkasından yürürdüm. Bir de tiyatro yapmak istiyorum, ya bu bacakla aktör olamazsam diye endişeleniyordum. Sırf bu yüzden Yale’de aktörlük değil, yönetmenlik bölümünü seçtim. Her hafta bir sahne yapmamız lazım. Miss Melch diye bir aktörlük hocamız var, müthiş bir kadın, bir gün Jül Sezar’ın bir oyununda demesin mi, "Haldun yeteri kadar iyisin, o tuhaf yürüyüşü yapmana gerek yok. Dümdüz yürüsen daha iyi olur!" Ben de boş bulundum, "O benim normal yürüyüşüm, benim ayağım sakat!" dedim. Kadın kıpkırmızı oldu. Ben de, "Sakın üzülmeyin siz bana dünyanın en büyük iyiliğini yaptınız" dedim, "10 tane oyun oynadım, yeni fark ettiniz. Demek ki ben bu ayakla aktör de olabilirim!"
KİBARLIK BUDALASI
7 yıldan sonra tekrar sahnedesiniz!- Evet. O kadar heyecanlanıyorum ki, laflarımı unutacağım diye korkuyorum. İpek ve Hakan Altınay Moliere’in "Kibarlık Budalası"nda başrol oynamamı teklif edince çok sevindim. Çünkü benim için biçilmiş kaftan. Umarım
seyirci de sever. 27 Şubat’ta Lütfi Kırdar’da
galamız var. Bekleriz.