Onun adı Monik Benardete’dir. Onu herkes bilir. Çünkü hangi sosyete dergisini açsanız onun bir fotoğrafıyla birlikte haberini okursunuz. Bir gecede üç davete gitmişliği bile vardır. Üstelik sık sık.
Sergiler, açılışlar, müzayedeler, balolar. Monik Benardete deyince, benim aklıma ilk önce keskin bakışlı renkli gözler gelir. O gözlerle severse insanı ihya eder, sevmezse öldürebilir! İşte öyle gözler ve turuncu bir kafa. İlk tanışmamız Orient Express’te olmuştu. Biz bir basın kafilesiydik, o ise eşiyle müşteriydi. O havadan eksik kalabilmesi mümkün değildi. Türkiye’de bir Orient Express olayı olacak ve Monik Benardete eksik kalacak. İşte bu mümkün değil! Yenilik, orijinallik, kültürel bir özellik, bir ambiyans diyeceksin ve Monik Benardete’yi karşında göreceksin. Onun hayat tarifinin içinde bunlar var: Okumak, gezmek, seyahate ve davete gitmek, davet vermek, antika sevmek, biriktirmek, sanatla ilgilenmek. Bu röportajı yaparken karşımda gördüğüm şöminenin karşısında asil bir biçimde yerini almış iyi huylu bir kediydi. Tırnakları içeride bir kedi! Daha doğrusu benim gördüğüm Monik Benardete öyleydi. Ben gittikten sonra kaplana dönüştü mü bilemem. Ama şunu söyleyebilirim: Zeki ve bütün zeki insanlar gibi çok eğlenceli....
Türkiye’de herkese nasip olmayacak bir şekilde marka bir ailenin çocuğusunuz: Burlalar. O ailenin ferdi olmak nasıl bir şey? Büyürken başkalarından farklılıklarınız ya da eksiklikleriniz nelerdi?
- Anormal sert büyüttüler beni. Korkunç bir disiplin. Tarifi olmayan bir baskı. Maalesef, kişiliğimin itaatkar bir tarafı da var, annemle babam ‘11’de evde olacaksın!’ mı diyor? Ben korkudan 11’e 10 kala evde oluyordum. Üstelik o zamanlar nişanlıyım. Zaten bu kadar erken ve yanlış evlilik yapmamın sebebi ailemden kurtulmaktı. Ama yağmurdan kaçarken, doluya yakalandım...
Tam olarak nasıl bir çocukluk sizinki?
- Gayet antipatik. Mutlu diyemeyeceğim yani! Bir kere oyun oynamayı sevmezdim. Bir iki erkek kuzenim vardı, onlarla ahbaplık ederdim. Harbiye’de Divan Oteli’nin yanında oturuyoruz, aklım fikrim sinemaya gitmekte. Bir punduna getirsek de, evin personelinden biri bizim sinemaya götürse. Ve tabii tipik: Ne zaman görsen, Monik kitap okuyor! Babamın çok zengin bir kütüphanesi vardı. Okuma ve seyahat aşkım bana babamdan geçti...
Hangisiyle daha yakındınız? Anneyle mi babayla mı?
- İkisiyle de bir mesafe vardı. ‘Mıç-mıç’ bir hava asla yoktu.
Peki şimdi, siz kendi kızlarınızla...
- A aa sorulur mu ayol! Başka türlü ‘mıç mıç’ız!
Çocukluğunuza dair başka neler geliyor aklınıza?
- Bütün arkadaşlarım tatillerde Uludağ’a gidiyor, bizimkiler bir yere gitmeyi sevmedikleri için, ben akrabalarıma yalvarıyorum: ‘N’olur beni de götürün!’ İnsanlar yazın tekneyle çıkıyorlar, eğleniyorlar, bizimkiler yine evde, çünkü babam öğle yemeğini tam 1’de evde yiyecek! Pek çok şeyin içimde kaldığı buruk bir çocukluk yani.
Sizi bu kadar sıkmasalardı, 18 yaşında nişanlanır mıydınız?
- Yok canım. Ben zannettim ki, sonunda nefes alabileceğim. Gerçi, nişanın 1. haftasında anladım ki, bu iş olmayacak ama nişanlanmak için tutturmuş olan da bendim, artık geri dönüşü yoktu...
Neden?
- 68 yılında Fred Burla’nın kızı nişanı atarsa, üstelik nişanlandığı hafta, bu ülkede ihtilal çıkardı! Sustum. Ve bu susmam, tam 26 yıl sürdü!
Şaka yapıyorsunuz! O 26 seneyi bir cümleyle özetleseniz...
- Cümleye gerek yok. Bir kelime yeter: Kabus!
Skandaldı ayol! İkinci eşim ilk eşiminin halasının oğlu
ÊBir Burla kızı olarak ayrılmanız, boşanmanız ne kadar tantana yarattı?
- Korkunç bir tantana...
Peki ikinci evliliğiniz?
- O skandal ayol! Şimdiki kocam, eski kocamla kardeş çocuklarıydı. Halasının oğlu yani. Basbayağı kuzenler. Ama so what? Adam bekar ben bekarım... Altlı üstlü oturuyorduk, eşi rahmetli olmuştu, ben de kocamdan ayrı yaşıyordum. Zaten biz 35 yıldır yakın arkadaştık...
İlk eşinizle evliyken de soyadınız Benardete’ydi...
- Evet.
E ilginçmiş. İnsan aynı aileden kaç tane aynı soyadlı erkekle evlenebilir ki... İnsanın başına kaç kere gelir...
- Çok gelmez. Guinness Rakorlar kitabına geçmem gerekiyor!
Peki Benardete Ailesi nasıl tepki gösterdi? ‘İyi oldu. Kız uzağa gitmedi!’ mi dediler...
- Bilmem, belki de öyle demişlerdir. Ben eski eşimin ailesiyle ayrıldığım günden beri müthiş bir ilişki içinde oldum. Onların bana göstediği sevgiyi, saygıyı, şefkati, alakayı kendi ailemden bile görmedim. Ve enteresandır ki, ayrıldıktan sonra daha da yakınlaştık...
Kızlarınız peki?
- Onlar bana hep, ‘Yeter ki sen rahat ve mutlu ol’ dediler. Onlar iyi olmasa ben iyi olabilir miyim?
Bir evlilik akşam 7’den 10’a kadardır
Dönemin en güzel kadınlarından biri olarak farklılaştığınız kesin. Bugünün Özlem Önal’ı filan gibi miydiniz?
- Yok canım. Hiç farkında değildim bunun. Özlem Önal bence şahane. Her yaşta güzel kadın var İstanbul’da. Benim için Türkiye’nin en güzel 70 yaşlarındaki kadınlarından biri de Ferhunde Verdi. İnanılmaz bir güzellik.
18 yaşına gelince mi erkekler etrafınızda pervane olmaya başladı?
- Yooo. Pervanaler sonradan oldu.
Evlendikten sonra mı?
- Tabii.
Evlilik kesmiyor yani başka erkeklerin önünü...
- Keser mi ayol! Hamilelik de kesmiyor.
Kendinizi en güzel hissettiğiniz zaman?
- Büyük kızıma hamileyken! 25 yaşındaydım. Ve inanılmaz teklifler alıyordum. Evliyim ve hamileyim... Çok enteresan.
Peki siz ne yapıyordunuz?
- Ne yapacağım, gülüyordum!
Ayıptır sorması, evliliğiniz bu kadar berbat idiyse, neden 26 yıl dayandınız?
- Kişilik işte. Gerekliymiş gibi fazla sorumluluk sahibiyim. Bir de ben çok düzen meraklısıyım. Kendime göre bir düzenim vardı. Keti Hakko’nun müthiş bir lafı vardır: ‘Bir evlilik akşam 7’den, 10’a kadardır.’ Doğru. Adam, sabah nasıl olsa işine gidiyor, sen yalnızsın, akşam 7’de gelirse geliyor, ya birlikte bir yere gidiliyor ya da evde yemek yenip televizyon seyrediliyor. Zaten televizyon çok evliliği kurtardı! Bizimki de o hesap. Ama gün geldi dayanılmaz hale geldi. Ben eski eşimden ayrıldığım gün olağanüstü bir hayata başladım. Tabii bu kötü evliliğimin çok iyi bir yanı da var: Kızlarım. Gül gibi 2 kızım var benim.
En sevdiğim şey davet vermek
Davet vermek...
- En sevdiğim şey!
En favori davet verme yerleriniz?
- Tarihi yerleri seviyorum. Bir keresinde Cumhuriyet’ten beri kapalı olan bir binayı açtırdılar: Ferhan Binası. Abdülhamid’in aşık olduğu at için yaptırdığı ahırların olduğu bina. Sonra bir daha açılmadı. Tophane-i Amire’de ilk daveti ben verdim. Sonra Rahmi Koç’un küçük müzesinde ve otomobil müzesinde. Tabii Sadberk Hanım Müzesi’nde. Ama son zamanlarda davetlerimi hep Halas’ta veriyorum...
Size yakışan senede kaç davet vermektir?
- Yazın bir iki tane ufak yemek yaparım. 20 kişilik filan. Ama davet vermem. Ne zaman niyetlensem yağmur yağıyor! Yılın geri kalan zamanlarında ise kapalı yerlerde birkaç tane büyük davetim olur. İnsanlara başka yerlerde görmeye alışık olmadıkları şeyleri vermeye çalışırım. Yani ‘Seni bu lokantaya yemeğe getirdim, yemeğini ye, ben de sana borcumu ödeyeyim’ yok. Onları şaşırtacaksın, yaratıcı bir şeyler sunacaksın