Daha ilk gördüğüm anda sevdim. Şükür kavuşturana! "Konuşacak ne çok şey varmış" dedim, sanki hep bir araya gelmeyi beklemişim gibi. Oysa, bu daha ilk Nazlı Eray röportajım. İnanmayacaksınız ama bu yaz güneşlenirken Stalin okudum. Burada olmamın sebebi de bu, onun Turkuvaz Yayınları’ndan çıkan Kayıp Gölgeler Kenti isimli kitabı. Evi Bodrum’da güzel bir ara sokakta. Görür görmez eve de, bahçeye de bittim, "A öyle mi? Allah’ın bahçesi burası" dedi. "Bak erik çekirdeğini attım erik ağacı çıktı, şurada da incir ve zeytin ağacım var, onlar da kendi kendine çıktı..."
Masal bahçesi gibi, küçük, fazla doğal ve fazla güzel. "Madem hoşuna gitti gel bahçede bir kahve içelim" dedi, asistanı "Şahane Necla" kahveleri yaptı. Oh be dünya varmış, püfür püfür rüzgar eserken Stalin de konuşmak varmış! Röportaj bittikten sonra "Ver bakalım şu fincanı, bir fal bakayım sana" dedi ve baktı baktı: "Gemi seyahatine çıkıyorsun... Bir de yüzük görüyorum." Gemi seyahati tamam, ertesi gün mavi yolculuğa çıkıyordum ama yüzük? Bu kadın her şeyi biliyor, yüzük de sonradan evlilik yıldönümü hediyesi olarak geldi! Bu son romanında Eray fantastik bir kurguyla Stalin’i anlatıyor. Onun hakkında bilmediğiniz şeyleri. Özel, hayatı, kadınları, evlilikleri, gayri meşru çocukları. Okuyun, pişman olmazsınız...
Yıllar sonra Stalin nereden aklınıza düştü?
- Hiç aklımdan çıkmadı ki! Jozef Stalin 20. yüzyıla damgasını vurmuş bir adam. Bir fenomen. Sadece "kötüdür" ya da "iyidir" diyerek tanımlayamayacağımız biri. Belki bir canavar, bir katil, bir ölüm makinesi. Belki bir lider, bir devrimci. Belki buzdan prizma, belki irade abidesi... Belki de bunların hepsi. Tuhaf ve fantastik bir adam. O dönemi düşünsene, demirperde, insanların sesi soluğu çıkmıyor, çıkamıyor, o saldığı korku. Evlerinden toplanan insanlar, o korkunç Lubianka cehennemi...
İyi, tamam anladım da neden şimdi...- E çünkü şimdiye kadar gizli tutulan Sovyet arşivlerindeki bilgiler açığa çıktı. Gürcistan’daki, Tiflis’teki, Bakü’deki, Moskova’daki... Stalin yaşarken kimin ne haddine. Ben de deli gibi okumaya başladım. Ve kafamda bir ampul yandı...
Stalin’i yakışıklı ve Gürcü güzeli bulan kadınlardan mısınız?- Gençliği hoş. Ama yakışıklığından ziyade, gücü ve iktidarı insanı etkiliyor.
Siz iktidarını kullanan erkeklerden hoşlanır mısınız yoksa onları itici mi bulursunuz?-Kadınlar iktidar sever. Bunu kabul etmek gerekiyor. Ve Josef Stalin, hayatının her döneminde garip bir büyüsü olan bir adam. Onun çekim alanına girmemenize olanak yok. Elinde ekmek otobüsten inen Ahmet Efendi değil yani, farklı biri...
Prag’a neden gittiniz, bu romanı kurmak için mi?-Yok canım, merak ettiğim için gittim. Ama ters bir zamanda gitmişim, Aralıktı, inanılmaz soğuktu, istediğim gibi gezemiyordum bile. Müthiş bir kasvet, hüzün. İkinci gün bu roman kafamda oluşmaya başladı, geri dönünce de yazdım. Sonra ilkbaharda tekrar gittim, eksiklerimi tamamlayayım diye ve nefret ettim, çünkü şehir değişmişti: Neşe içindeydi, o kimsesizlik, o mesafeli hal, tavır yok olmuştu. İlk yazdıklarıma hiçbir şey eklemedim, romanı öyle gönderdim.
İnsanlar Prag’da genelde Kafka düşünür. Siz herkesten farklı olduğunuzu kanıtlamak için mi Stalin’e takıldınız...
- Böyle şeyler aklıma bile gelmedi. Kafka, edebiyatta bir dev ama erkek olarak bakıyorsun gayet nahif, büyük uçurumlar var içinde, o uçurumlarda kayboluyor. Kadınlarla ilişkisinde başarılı değil. Oysa Stalin’in kadınlarla müthiş bir ilişkisi var. Ben de kadınların gözünden Stalin’in ilk gençliğini, evliliklerini, özel hayatını anlatmak istedim. Tabii fonda bir devri okuyorsun...
Bu romanda Stalin hakkında yeni bir şey var mı?- Var, var. Çilekli bir kup dondurmanın içinde okurlara katı gerçekler de anlatıyorum. Yapmaya çalıştığım bu. Bir tatlının içinde sunulduğundan, büyülü gerçekçilik oluyor bu.
Yani fantastik kurguyla bilgi veren kitap...- Evet. Tam da bu. Kitabın içinde şimdiye kadar duyulmamış yeni bilgiler var. Tarih kitapları ne yazık ki sıkıcı. Çünkü politbüro tarafından onaylanmış bilgiler. Halbuki benim kitabımda Stalin’in, Sibirya’da sürgündeyken, 13 yaşında Lidya’yı hamile bıraktığını da öğreniyoruz. Ondan Aleksander diye bir oğlu oluyor. Neredeyse tutuklanacakmış bu olay yüzünden. Ne var ki ne Lidya’ya ne de Aleksander’a sahip çıkmış. Böyle bir ilişkinin yaşandığını reddetmiş. Tabii arşivler ve ulaşılan bilgiler onu yalanlıyor.
Tamam Stalin sizin ilgi alanınız... Peki insanlar neden okusun?- Soruyu şöyle de sorabiliriz: Neden okumasınlar? Woody Allen kadar enteresan!
İyi de yazın Stalin gider mi?- Gider tabii. Bilhassa yazın gider. Çünkü o bir kış adamı. Eksi 20’lerin eksi 40’ların adamı. Plajda özellikle iyi gider, serinlersiniz!
Kadınlarla ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?- Çok başarılı.
"Başarılı" ne demek?- Kadınlar hep ona aşık oluyor. Birçok sevgilisi var. İlk karısı Kato mesela onu deli gibi seviyor ve zavallı tifüsten ölüyor. "Onun ölümüyle içimdeki son duygu da öldü" diyor Stalin. 13 yaşındaki Lidya’ya gelince, Stalin tüm bu ilişkiyi sonsuza kadar inkar etse de Lidya onun Kremlin’e çıkmasını, diktatör olmasını hep uzaktan izliyor. Ne oluyorsa oluyor, kadınlar bu acımasız adamı hep bir şekilde affediyor. Hapishanede de bir sürü kadın var onu seven, bir iki nişanlı da var...
Peki Stalin kadınlar hakkında hiç yorum yapmayan bir adam mı?- Bu tür konuların üzerinde bile durmuyor. Ona her şey söylenemiyor zaten. İkinci karısı intihar ediyor. Aşk ilişkilerinde başarılı, evliliklerinde başarısız. Bir yerlerde itiraf ediyor zaten, "Hiç vaktim olmadı, karımı sinemaya filan götüremedim" diyor.
Kitapta ilk eşi Kato’dan olan oğluyla ilgili bir anekdot vardı...- Evet, çocuğun adı Yakov. Yumuşak, munis, kendi halinde bir çocuk. Savaşta Almanlara esir düşüyor. Biliyorsunuz Stalin’in ordusunda esir düşmek yasak, geri gelince öldürüyorlar esirleri. Almanlar Stalin’in oğlunu yakaladık diye çok mutlu oluyor, "Yüksek rütbeli bir askerimizi geri ver. Biz de sana oğlunu verelim" diyorlar, o da "Oğluma ayrıcalık yapacak halim yok" diye kimseyi vermiyor, oğlu da bir süre sonra intihar ediyor, kendini dikenli tellere atıyor.
Stalin katılığı, bir kişilik mi, görüntü mü?- Bir kişilik. Yezhov gibi katillerle çalışıyor. Kendi yapmıyor onlara yaptırıyor. Yezhov da ilgimi çeker benim. Lubianka’dan bir kriter var: Günde 200 kişiyi ensesinden vurabiliyorsan ve beyin parçalarını duvardan yıkayabiliyorsan iyisin. Yezhov böyle bir adam. Zombi gibi bir şey. Bir canavar. Bu adam daha önce güler yüzlü bir askercikmiş, nasıl oluyor da o adamdan böyle bir canavar yaratılıyor? Psikiyatrlar inceliyor...
Sizi Stalin’le ilgili en çok şaşırtan neydi?- Mimoza sevmesi, özel bir gül bahçesinin olması, kadınlarla dans etmekten hoşlanması. Bir kolu hafif tutuk ve kısa, "Bir türlü kadınları belinden kavrayamıyorum" diyor. Bunlar beni şaşırttı. Bir de tabii platonik bir şeklide Kiov diye bir adama duyduğu aşk. Bir müddet sonra bu tipler erkek erkeğe kalıyor. Kadınlar ya intihar ediyor ya ölüyor.
Latan homokseksüel miydi yani Stalin!- Bunu henüz bilmiyoruz. Kim bilir belki ileride ortaya çıkar.
Heyecanlanmak ve heyecanlandırmak istiyorumİnsanın yaşı ilerleyince daha mı üretken oluyor?
- Bilmem, bu benim 30’uncu kitabım. Her yıl bir tane yazıyorum.
Roman yazmanın en zor tarafı ne?- Romanı bitirdikten sonra teknik işlerle uğraşmak. Çünkü yazarken müthiş bir yolculuğa çıkıyorsun, tarifi olmayan bir zevk, korkunç bir özgürlük. Tansiyonun düşüyor, mutluluktan ölüyorsun filan.
Niye yazıyorsunuz?- Mutlu olmak ve mutlu etmek istiyorum. Heyecanlanmak ve heyecanlandırmak istiyorum. Hem kendime hem de okurlarıma yepyeni ufuklar açmak istiyorum. Bir de galiba sevilmek ve takdir edilmek istediğim için yazıyorum.
Kişiliğinizi hangi sıfatlarla tanımlarsınız?- Yumuşak, normal, sıradan. Tipik bir yengeç burcuyum.
Yaratıcı?- Eh işte. Kendimi son derece durgun ve sıkıcı bulduğum da oluyor. Ama sonra bir bakıyorum Karayipler’e giden bir uçaktayım. Bunları yapıyorum. Esiyor, gidiyorum. Ama bindiğim uçak bambaşka bir adaya iniyor ve orada roman başlıyor. Bunlar da önceden yaratılmış şeyler değil, başıma geliyor.
Günde kaç saat yazıyorsunuz?- Günde 6 saat. Ama yılda sadece 2.5 ay. Ben yazar etiketiyle dolaşmam. Yazmayı sevdiğim kadar yaşamayı, hayatı yudum yudum içmeyi de seviyorum.
Bana "Yaşamayı tercih eden iyi yazar olamaz" dediler, "Yazar olmak isteyen yazı ile yaşamalı..."- Aa deli misin, bu yaprak benim için açmış, bu meyve benim için olmuş, niye sadece yazı için yaşayayım? Çok sıkıcı olur. Geri kalan 9.5 ayda yeni insanlar tanıyorum, yeni evrenlere açılıyorum, yeni dostlar ediniyorum. Hayatım sadece yazı olamaz.
"Mutlu aşk yoktur gibi mutlu insanlar da yazar olamaz" diye bilirim, bir meseleniz olmalı...- Ben öyle değilim. Depresif değilim. Hatta iflah olmaz bir iyimserim. Roman kadar köşe yazılarını da önemserim. Bir ara ben de köşe yazıyordum, çok seviyordum, motosikletle insanların arasına girmek gibi, daha çıplak, daha yakın. Romanı herkes okumayabilir ama gazete yazılarını herkes okuyor. Kuş kafesinin altına yayan bakkal da okuyor. Özlüyorum bazen köşe yazmayı.
Saçınızın rengi çok güzel. Belma Simavi’ninki gibi göz alıcı...- Yok canım benimki sıradan, raftan herhangi bir boya. 20 yıldır aynı renk. Saçımın kendi rengi de zaten kestaneye çalan bir kızıl kahvedir. Artık özdeşleşti bu kırmızı saçlar benimle.
Yaşınız ilerledikçe kendinizde yeni neler keşfediyorsunuz?- Bende bir tutukluk var. Kendimi tutuk buluyorum...
Ne alakası var!- Ne bileyim, daha zıpkın gibi olabilirim, öyle düşünmüyor musun? Ama yaşlanırsam ne olacak gibi korkularım yok. Zaten ne hissediyorsan osun. Ne düşünüyorsan onu yaşıyorsun. Hayat öyle bir şey. Hayat bir rüya, hayat bir düşünce, hayat bir algılama. Her şey senin beyninle ilgili. Beynen hep genç olmayı isterim. Ve dünyayı İkinci Dünya Savaşı’ndaki uçaklar gibi sürekli taramayı, hiçbir şeyi kaçırmamayı. Kötü olan geri kalmak, bundan korkarım işte...