Paylaş
Onu Fransız mürebbiyesi büyütüyor, Saint Joseph’te lise eğitimi ve ver elini Paris. İkinci dünya savaşı sonrası parasız bohem ve serseri yıllar... Ve sonra çok acayip bir şey oluyor. Bu Fransız beyefendisi, Siverek’e gidip aşiret ağası oluyor! Kendini kan davasının orta yerinde buluyor. Yanında da Fransız sevgilisi. Defalarca ölüm tehlikesi atlatıyor. Siyasete de bulaşıyor, Adalet Partisi Siverek İlçe Başkanı oluyor. Filmlere konu olacak bir hayat hikayesi. Nitekim Costa Gavras film yapmak istiyor ama bir türlü mümkün olmuyor. Maceraları bununla da bitmiyor. Çünkü orada da duramıyor. Bodrum’a yerleşiyor, otelcililik yapıyor, Mavi yolculuğu ticarileştiriyor. Ama bu defa da mafya ile boğuşuyor. Yine duramıyor, tekrar Paris’e dönüyor. Ve 4 kitap yazıyor...
* Tanıdığım en heyecan verici hayat hikâyesine sahip insanlardan birisiniz!
- Teşekkür ederim, 82 yaşındaki bir erkeğin duyabileceği en güzel laf bu...
* Hadi şu heyecanlı hayat hikâyenizi bir baştan anlatın bana...
- Benim dedem Kürt Osman. Şu fotoğraftaki fesli adam. Bucak Aşireti’nin reisi. Siverekli. Yıl 1907-1908. Aşiret orduları kuruluyor. Ne var ki, Sultan Hamit, dedeminkini değil Milli Aşireti’ni seçiyor, başına da İbrahim Paşa’yı geçiriyor. Oysa, dedem çok kuvvetli Siverek’de. Ama yapacak bir şey yok. Derken, Sultan Hamit, dedemi İstanbul’a çağırıyor. Atlayıp gidiyor.Sultan Hamit, hal hatır sorduktan sonra, “İbrahim Ağa evladım nasıllar?” diyor. Bizimki mosmor oluyor, diyecek bir şey bulamıyor. Sultan Hamit, kibarca onu oğlu gibi sevdiğini ima ediyor. Sonra da, “Sen artık burada kalacaksın!” diyor, ona Sultanahmet’te bir konak, paşalık unvanı ve altın veriyor ve uyarıyor: “Siverek’i unut!”
* Çoluk çocuk?
- Onlar Siverek’te. Dedem, Çerkez bir kız alıp, İstanbul’da yeni bir hayata başlıyor, sonra Siverek’tekiler de geliyor, eski eşi ve üç kızı. Hepsi aynı konakta yaşıyorlar. Ben 1927’de, oruda dünyaya geldim.
* Osman Ağa olmayınca Bucak Aşireti ne oluyor?
- Kuzenlerden gelen kol devralıyor. Bizimkiler Mehmet ağagiller, onlar Ramazan ağagiller. Aslına bakarsan konak-monak hikaye, dedem sürgünde...
* Ya babanız?
- Hukuk tahsil etmiş, eğitimli, bilgili, zevk sahibi bir rantiye. Çalışmazdı...
* Anneniz?
- Ah annem. Onu doğru dürüst tanıyamadım. Annemin babası, Osmanlı İmparatorluğu’nun son posta ve telgraf nazırı. İyi bir aileden geliyor. Zeki, piyano çalan, Almanca, Fransızca konuşan bir kadın. Fakat ruhsal soruları var. Annem şizofrendi benim. “Delinin oğlu” derlerdi bana. Yavaş yavaş, kendi dünyasına çekildi. Ben annemin iyi zamanını hiç hatırlamıyorum.
* Anne yol göstericidir ya...
- Öyle bir yol göstericim olmadı...
* Peki size kim baktı?
- Kız kardeşimi 13 yaşında kaybettim. Yola Fransız mürebbiyem ile devam ettim. Beni edebiyatla tanıştıran da odur. Onun sayesinde Saint Joseph’de ihsari okumadım, sınıf atladım.
* İnsanın annesinin delirmesi nasıl bir şey? Bu, sizin hayatınızın ana motiflerinden biri olsa gerek...
- Gündelik hayatımda asla böyle bir his duymadım. Ben uzun yıllar annemin varlığının beni nasıl etkilediğini bile anlamadım. Ne zaman Rana’yı yazmaya başladım, birden farkına vardım. Evet, annem çok büyük yer teşkil ediyormuş hayatımda. Onunla ilgili halletmediğim bir sürü mesele varmış. Canım annem, kaç kere La Paix’ye yattı. Biraz iyileşince çıkarır, eve alırdım. Gelirdi, gözlerime bakardı, bir an iletişim kurardık, çok kısa bir an ama, sonra gözlerindeki ifade değişirdi, başka âlemlere giderdi.
* Kaç yaşındayken vefat etti?
- 63. Annem, anneannem, babam hepsi 63 yaşında öldü. Peygamberin de vefat ettiği yaştır 63. Benim de bir ara aklıma geldi, “Ben de 63’te mi öleceğim?” Ama yok gördüğün gibi atlattık...
* Liseden sonra Paris’e gittiniz...
- Evet, hadi gel gidelim Paris’e...
* Ne kadar bohem bir hayattı...
- İkinci Dünya Savaşı sonrası Paris. Çok serseri ve çok parasız. Okuyordum ama bir yandan da davul çalıyordum, kâğıt topluyor satıyordum. Çünkü babam para gönderemez olmuştu. En yakın arkadaşım Mübin Orhon’du, sonra Avni Arbaş, Selim Turhan, Sabahattin Eyüboğlu, Melda Kaptanoğlu, Feridun Çölgeçen, Fikret Mualla... Aynı yerde kalıyorduk. Fikret Mualla da ilginç adamdı, kısa bir süre bu dünyada olurdu, sonra o da kendi âlemine kapanırdı. Param varsa bir 50 Frank verirdim. O da sürekli parasızdı. Bu kadar meşhur olacağı hiç aklımıza gelmezdi, hatta biriki tablosu vardı bende, nereye gitti bilmiyorum. Fikret’le Feridun, Paris’teki otellerde parasız kalabilmek için şöyle bir numara çekerlerdi: Çöplükten buldukları eski ayakkabıları, otel odasının kapısının önüne bırakırlardı. Otel görevlisi de, “Nasıl olsa içerideler” diye onlara dokunmazdı. Böylelikle çaktırmadan tüyerlerdi...
* İyi numaraymış... Eğitiminiz?
- Babam mühendis olmamı istedi ama benim matematikle aram hiç iyi değildi, oradaki en kolay fakülteden Uluslararası İlişkiler’den mezun oldum. Paris’in bana en büyük hediyelerinden biri ilk eşim Maria Le Roux’dur. Kaldığımız yurtta tanıştık...
* Paris’ten Türkiye’ye ne zaman döndünüz?
- 1951 yılı sonunda...
* Siz mi istediniz dönmek?
- Hayır babam istedi. Başına bir dert sarmış, ikinci eşi ne var ne yok satmış, bu da parasız kalmış, mecburen Siverek’e dönmüş. Beni de oraya çağırdı. Sıçan sığamadığı deliğe kuyruğuna kabak bağlarmış ya, ben de Maria’yı da bağladım. Soluğu birlikte Siverek’te aldım.
* Hangi akla hizmet Fransız sevgilinizi de götürüyorsunuz?
- O ara evlendik. Doğru söylüyorsun! Taş Devri’ydi o yıllarda Siverek...
* Nasıl uyum sağladınız?
- Benim bir tarafım bukalemundur, zor oldu ama oldu...
* Nasıl zaman geçiriyordunuz?
- Kafamı kaşıyacak vaktim yoktu. Sabah kalkıyordum, etrafım aşiret tarafından sarılmış. Herkesin bir derdi var, avluya geliyorlar, anlatıyorlar da anlatıyorlar, akşama kadar dinliyordum.
* Siz aşiretin başına mı geçtiniz?
- Hayır efendim, bunlar sadece bize bağlı köyler. “Yarıcılık” denilen bir şey var. Siz, köyde onlara ev ve arazi veriyorsunuz. Onlar ekiyorlar, biçiyorlar. Ürünün yarısını size veriyorlar. Siz de onlara yeniden tohum veriyorsunuz. Ama öyle bir hayat ki, elektrik yok, hiçbir şey yok, evler kerpiç, gerçekten taş devriydi o yıllarda Siverek...
* Demiyor musunuz, “Ben manyak mıyım, burada ne yapıyorum?”
- Dedim. Çok dedim. Ama babam orada. Yaşlı ve hastaydı, bırakamadım, zaten sonra akciğer kanserinden gitti.
* Peki Allah’ın Fransız’ı ne yaptı, sizin kadar kolay uyum sağladı mı?
- O da n’apsın her yere benimle geliyor. Asıl şaşıran Siverekliler. Sosyal hayatın içinde kadın görmemişler. Kuzenim Maria’yı gösterip soruyor: Kaç paraya aldım bunu? “Batı’da öyle olmuyor bu işler, para vermedim” diyorum, ama nasıl anlatacaksın. “Vay be” diyor, “Ben 700 papel ödedim, benimki hep hastalanıyor, sen bedava almışsın, bak ne kadar sağlam!”
* Peki aşiret deyince, sormadan olmaz. Kan davası var mıydı?
- Olmaz mı? Hem de nasıl. 51’den 60’a kadar her şey iyi gitti. Sonra aşiretin iki kolu birbirine girdi.
* Siz silahlı mıydınız?
- Oralarda başka türlüsü imkânsız. Biri Smith Wesson’um vardı, Sedat Bucak’ın dedesine hediye ettim.Abdülhamit’e suikast yapılmış zamanında o tabancayla...
* Silah kullanabiliyor musunuz?
- Hem de çok iyi...
* Aşiret birbirine girince ne oldu?
- Ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Kan gövdeyi götürdü! Ben diyeyim 50, siz deyin 60 kişi öldü. Ben de onların tam ortasındaydım. Ölmem gerekiyordu ama nasılsa sağ kaldım...
* Anlattıklarınız film gibi...
- Bana derlerdi “Sicilya’da kan davası var” Ben de onlara “Siz gelin de kan davasını Güneydoğu’da görün” derdim. Hakikaten çok feci bir şeydir. Adam mesela İstanbul’da birini öldürür. Onu vuranın amcazadesi, köyünde, hiçbir şeyden haberi yok, atlarlar giderler, o herifi orada vururlar. Neymiş o, onun emmizadesi diye. Onun intikamını ondan alırlar, böyle pis bir şeydir kan davası. Sonu gelmez.
* Siyasete de girdiniz mi?
- Kan davasında elinin güçlü olması lazım. Silah, para, siyaset şart. Adalet Partisi yeni kurulmuştu, Siverek İlçe Başkanı seçildim. Fakat sonra kuzenimin oğlu da vurulunca, benim yüzümden öldüğü gibi bir hisse kapıldım, “Yeter ya!” dedim, ve gittim. Bodrum’a... Oraya yerleştim...
* Ne alaka?
- Sakin bir köşe bulayım, kafa dinleyeyim, kitap yazayım diye. Ama tabii benim de belayı çeken bir tarafım var. Bugünkü Halikarnas Yarımadası’nda bir yer gördüm, orada otel yaptım. Şimdi disko olan yer...
* O macera kaç yıl sürdü?
- Epey. Mavi Yolculuk konsepti vardı o yıllarda ama hususiydi, ticari hale getirdim. Abdi İpekçi de otelimin müdavimleri arasındaydı. Cevat Şakir, o yıllarda İzmir’de rehberlik yapıyordu, o gelir kalırdı. Sonra bir koy aldım orada bir çiftlik yaptım. Ve yazmaya başladım. Ne var ki bu sefer de mafya ile başım derdi girdi. Tam yedi sene. Sonunda kazandım davayı ama burnumdan getirdiler. Siverek’i bıraktım, Bodrum’a geldim, Bodrum’u da bıraktım yine Paris’e yerleştim.
* Sonra Hürriyet’in Paris temsilciliğini yaptınız...
- Öyle bir dönemim de oldu. Erol Simavi asker arkadaşımdı. Ona, “Ben her konuda yazamam, insanlar nasıl her gün yazı yazar onu da anlamam” dedim, gücendi. Ama n’apim gerçek bu, ben bir kitabı 4 senede yazıyorum. 10 sene Paris’te muhabirlik yaptım. Sonra da kendimi kitaplarıma verdim...
* Bundan sonra ne istiyorsunuz?
- Kitaplarım okunsun istiyorum. Hepimizin içinden taşan bir şeyler var. Onları çıkarmak lazım. Yoksa annem gibi oluruz, kendimize bir hayal dünyası kurar, onun içinde yaşarız. Ben galiba delirmemek için yazıyorum...
KUTSAL KİTAPLARI DA YAZAN ERKEKLER
* Son kitabınız “Neydi Suçun Zeliha” ne anlatıyor?
- Kadın, çok tanrılı dinlerde el üstünde tutulan bir yaratık, ana tanrıça, güzellik tanrıçası, ama tektanrılı dinlerde baş aşağı ediliyor. Sebebi de kutsal kitaplardaki çelişkiler. Tevrat ne der? “Yaradan, kainatı er ve dişi olarak kendi suretinden yarattı” der. Ama sonra iş, “Rab, kadını erkeğin kaburga kemiğinden yarattı” ya döner...
* Neden?
- Çünkü erkekler uydurmuş. Kutsal kitaplar erkekler tarafından yazılmış. Ondan sonra bu kemikten çıkmış kadın, onların cennetten kovulmalarına sebep olmuş. E daha n’apsın bu kadın? Belini doğrultabilir mi? İncil’de de bu böyle, Kuran da da. * Siz ateist misiniz?
- Hayır, agnostiğim. Agnostikler şöyledir. “Allah mevcuttur” dersen, “Mevcutsa ispat et” derler, “Allah mevcut değildir” dersen, “Onu da ispat et” derler. Ben, kainatın bir ilahi kudret tarafından yaratıldığına inanıyorum, bir yaratıcı kuvvet var ama o kuvvet hakkında bilgim yok. Agnostik bilmiyor, var da demiyor yok da demiyor...
YENİ EŞİMLE İSTANBUL’A GELİNCE ESKİ EŞİMDE KALIYORUZ
* Maria eski eşiniz. Siz yeniden evlendiniz. Ama İstanbul’a gelince eski eşinizde kalıyorsunuz...
- E tabii. Üstelik yeni karımla, eski karımın evinde kalıyorum. Üçümüz arkadaşız. Maria
boşanınca Türkiye’de kaldı, ben ikinci eşimle Fransa’da yaşıyorum.
* Bir sürü insana tuhaf gelecek bir şey bu...
- Neden? 63 yılımız geçmiş birlikte, ayrıldık diye atacak mıyız birbirimizi? Aklı başında insanlarız biz. Birbirimizi artık aşkla değil ama arkadaş gibi hala çok seviyoruz. Hayattaki en yakınım o. Bütün vekaletim onda. İstanbul’a geldiğimde o bana para veriyor...
Paylaş