Sabrina's House günlerim

Hoppalaaa! Bu ne acaba? Denizden bize doğru yüzen bir ‘‘şey’’ geliyor. Bu bir sal...

Yok yok, bir duba.

Hani üzerinde güneşlenirsin, balıklama ya da çivileme filan atlarsın ya. Ama kıçına bir motor takılmış. Dubanın mütevazı ahşabıyla, motorun güneşte ışıldayan pırıl pırıl metali, tarifi zor bir tezat oluşturuyor. Görüntü absürd yani. Farklı olduğunun da bilincinde kerata, Bozburun'un sularını ‘‘Benim eşim benzerim yok’’ edasıyla yara yara geliyor.

Hayatımda ilk defa bu şekilde yüzen bir duba görüyorum. İnanmayacaksınız ama üzerinde hasır bir masa ve iskemleler de var.

Sanki oturma odan suda yüzüyor!

*

Yaklaştıkça ayrıntıları seçebiliyorum.

Koltuğun çiçekli yastıklarını falan.

Ve hasır masanın üzerinde sigara ve kül tablası var. Hani misafirlere ikram edersin ya. Bitmedi, masanın tam ortasında da bir şampanya duruyor. Buz kovasının içinde tüm haşmetiyle dikiliyor ve patlatılmayı bekliyor. Yanında da ince-uzun kadehler...

Yüzen oturma odasına ve bu sıcak karşılamaya yabancılaştırma efekti gibi bakıyoruz. Karaya atlayan biri nazikçe ‘‘Buyrun sizi Sabrina's House'a götürmeye geldik’’ diyor.

*

Demesi kolay tabii.

Ama yüzen oturma odasına atlayıp gitmek zor. Arabada bir bagaj dolusu bavul var. Bir haftalık tatile çıkıyoruz ya, arabayla çıkıyoruz ya, bir kadının böyle bir lüksü değerlendirmemesi mümkün mü?

Ne bulduysam tıktım.

Kontrol etmek için bile kaç çanta hazırladığımı sayamayacağım kusura bakmayın! Oysa, Sabrina's House bilmediğim yer değil, Aynur ve Tobias benim arkadaşlarım. Onların sahibi olduğu, karadan ulaşımı olmayan Bozburun'daki bu küçük otelde daha önce de çeşitli vesilelerle kaldım. Sadece bikininize ihtiyacınız var orada. En azından altı şart. Bunu gayet iyi biliyorum ama yine de ‘‘Belli mi olur!’’ diye, yanıma bir iki gece elbisesi almayı ihmal etmiyorum.

İğrencim yani.

Gece elbiselerinin altına giymek için alınmış topuklu ayakkabılar da eksik değil. O kadar feci. Üç gece kalacağımız mekana, şampanya içe içe ama bagajlarımızdan dolayı hafif utanç içinde ulaşıyoruz.

*

Yok böyle bir güzellik.

İşte adı gibi boz olan o tepelerde (kel sıfatı da yakışırdı, Bozburun yerine pekala Kelburun da denilebilirdi) yaratılmış saklı cennet.

Hımmmmmmm.

Geçen seneden farklı olarak, palmiyeler boy atmış. Ve mevsimi midir nedir bütün çiçekler, bitkiler pırtlamış. Havada kekik kokusu ve etrafta bir renk çümbüşü ki, sormayın. Aileye üç yeni arkadaş (Şenol, Yasin ve Rasim) katılmış. İskelede bizi karşılayan Aynur, bütün kış spor yapmış, iyice fıstık olmuş. Tobias, yine atom karınca gibi oradan oraya koşturuyor, yüzen duba onun fikriymiş ama gün içinde yüzen duba, normal duba oluyor. Yaşasın, üzerinden cup cup suya atlamak yine mümkün yani! Ama ‘‘Koyları keşfe bununla çıkacağım’’ diye tutturursanız, acilen kıçına motor takılıyor. Orada herşey pratik anlayacağınız. İncir ağaçları arasındaki hamaklar ikilemiş. Şu denizin neredeyse üzerinde olan hamağı kimseğe kaptırmayalım. Aval aval uyurken üzerinde düşer miyiz acaba? Yok canım. Tobias yine çekmiş numaralarını, geçen sene dekorasyonuyla uğraştığı bir takım odalar vardı, onları bitirmiş.

Allah'tan hálá 16 odası var Sabrina's House'un. Yani o kadar sakin bir tatil yeri ki... Herkesin tatil anlayışı farklı tabii... Kalabalıklara karışmak ve insanlarla sosyalleşmek istiyorsanız orası yanlış adres.

Sakın gitmeyin.

Patlarsınız sıkıntıdan!

*

Türkiye'nin En Güzel Küçük Otelleri kitabında favori üç mekanım var benim. Sabrina's House, Olympos Lodge ve Börtübet. Börtübet'te kalmak hiç nasip olmadı, önümüzdeki aylarda inşallah. Ama Sabrina's House'u ve Olympos Lodge'u avucumun içi gibi biliyorum. Zaten tatilimizin son durağı da Olympos Lodge'du. Yakında onu da anlatırım. İki mekan da bende ‘‘tanıdık bir ev’’ hissini uyandırıyor.

Dolayısıyla tanıdık ailelerden söz ediyoruz...

Misafirliğe gitmişsiniz, onlar sizi ağırlıyor.

Sabrina's House muhteşem bir tembelliğin, pratik alıştırmalarının yapılacağı ideal bir mekan. Sağ tarafının üzerinde yarım saat yatıp, karıncalanmaya başladıktan sonra, sol tarafa en iyi nasıl geçilir ilminin şahikasına çıkılacak bir yer yani. Uyurken, sigara böreği yemenin, bunun rüyada mı gerçekte mi olduğunu kavrayamamanın ideal cenneti. Her halükárda sigara böreğini yemiş oluyorsun. Ya gerçekte ya rüyanda. Tabii rejimin ara öğünü olarak. O nasıl bir rejimse? Tatilde rejim mi olur lan!

Tepedeki güneş, insanı erimiş bir sarhoşluğa sürüklerken, bir de vücut üzerinde baklava izleri bırakmadan hamakta uyuyabilmeyi becerebilirseniz ya da iki kişi bir hamağa ya da şezlonga sığma işini halledebilirseniz, bu bölgede tatil yapmanın felsefesine ulaşmış olursunuz...

*

Deniz kenarında yapılabilecek yüksek enerji isteyen, her türlü spor aktivitesini yaptıktan sonra (sudaki güzel taşları toplama, denize atlama, yavaş yüzme, hızlı yüzme, suda takla atma, ön takla, ters takla, Esther Williams'ın su perileri numaraları, tek bacak dışarıda, iki bacak dışarıda, şnorkelle suya bakma, dalma, saatini suya atıp çıkarma, kanoya deniz yatağı muamelesi yapma, suda uzun eşek oynama, iki eli sıkarak su fıştırtma, çıp çıp çıp birbirini ıslatma...) nereden geliyorsa aklımıza motor gezisi yapma fikri düşüyor.

Dikiliyoruz Aynur'un karşısına:

- Kıçtan takmalı motorunuzla biraz gezebilir miyiz? Şu sürat motoruna benzeyenle...

Nedense yüzünün ortasında hain bir gülümseme, Aynur soruyor:

- Motor kullanmayı biliyor musunuz?

- Ha ha ha!
yapıyoruz.

Bir omuzu yukarıya kaldırarak ve en gururlu halimizle...

Aynur'sa omuzlarını silkiyor ve ‘‘Siz bilirsiniz’’ diyor, yine de ‘‘Cebinizi yanınıza alın'' demeyi ihmal etmiyor.

Pıt pıt pıt yola koyuluyoruz.

Koyu şöyle bir geziyoruz, Bozburun limanını selamlıyoruz, dümeni tekrar açık denize kırıyoruz.

Hızlanıyoruz, hızlanıyoruz...

Ne oluyorsa... İşte o sırada oluyor.

Birdenbire motor duruyor.

Açık denizin ortasında.

İnanılır gibi değil.

Önce gülüyoruz, bir süre sonra suratımız asılıyor. O ipi çekerken ellerimiz su topluyor.

Çek babam çek, motorda tık yok!

Onca gururla kaldırdığımız başımızı, utançla yere eğiyoruz cep telefonundan S.O.S istiyoruz.

- Denizin ortasında kaldık kurtarın bizi...

Sabrina's House
'a ulaştığımızda bir daha motora binmemeye kararlıyız.

Ama şundan da eminiz:

- Bu motorun mutlaka karbüratörü tıkalı. Arıza onda yani, bizde değil!

*

Bu seyahatin anlatmazsam çatlayacağım bir bölümü de Bozburun'un kardeş köyü Selimiye'de yediğimiz yemek.

Dolunay gecesi Sardunya.

Sahilden karayla da ulaşılıyor ama aslında bir tekne lokantası. Prens Charles da gitmiş, salak değil ya! Mükemmel bir yer. Muz ağaçlarının altında kurulan masalarda kendinizi tropikal bir adadaymış gibi hayal etmemek için hiç bir sebep yok. O mezelerle, o balıklarla birlikte parmaklarınızı da yememek mümkün değil yani.

Öyle güzel, öyle keyifli.

Sardunya, dolunay, kıpırtısız deniziyle Selimiye gerçekten muhteşemdi.

Demek istiyorum ki, en az Akyaka'daki Halil'in Yeri kadar süperdi. Halil Yeri'nin bilmiyorsanız öğrenmenizde acayip fayda var. Başka şeyler de yiyebilirsiniz ama alabalığı tavsiye edilir. Sazlarla bütünleşmiş ördekler ve kazlar doğal dekor. Mezeler öldürücü. Fiyatlar makul.

Offff be!

Daha gidecek görecek ne kadar çok yer var. Niye çalışıp duruyoruz, anlamak imkansız!

YARIN: Alçaklığın sonu yok. Tatilin devamı...
Yazarın Tüm Yazıları