Paylaş
Hayat, tüm hızıyla akarken, herkes koştururken, laf yetiştirirken, iş kovalarken, acele ederken...
Dünya, tüm hızıyla dönerken...
DURulabili-yormuş...
“Hadi len” deyip, akrep ve yelkovan elle tutulabiliyormuş.
Yaptım... Geçen hafta sonu... Sevgilimle Roma’ya gittik.
Dünyanın en güzel üç günüydü.
Hava müthişti, İspanyol Merdivenleri’nin dibinde, yüksek tavanlı beyaz çarşaflı, beyaz panjurlu bir otele yerleştik.
Ve derhal kendimizi sokaklara attık.
Daha doğrusu, insanların arasına karışıp, o güzelim şehrin sokaklarında aktık.
Bütün derdimiz, 3 gün boyunca hangi cafe’ye gideceğimiz, yüzümüzü nerede güneşe verip pinekleyeceğimizdi.
Campari portakal, şaraptan önceki başlangıç içkimizdi.
Kan portakalı olacak ama.
Bir yudum içeceksin, öpüşeceksin.
Sonra etrafındaki insanları inceleyeceksin, onlara kendi kafandan meslekler, hayatlar biçeceksin.
Ama tarifi zor bir yavaşlık ve tembellik içinde.
En son, ne zaman bir meydana boş boş bakıp, yeşil zeytin yediniz?
Ben valla, o kadar uzun zamandan beri oradan oraya koşuşturuyor, o uçaktan bu uçağa transfer oluyormuşum ki...
İyi geldi DURmak, iyi geldi.
Aval aval etrafa bakmak.
Ben yapamam, DURamam zannediyordum, alakası yokmuş pekala yapılabiliyormuş, DURulabiliyormuş, hiçbir şey de olmuyormuş, dünya başına yıkılmıyormuş.
Öğlene doğru en büyük problem:
“Yemeği nerede yiyeceğiz? Hangi lokantaya gideceğiz? Hepsi birbirinden iyi, hangi birini seçeceğiz?”
Elimizde liste, hadi o zaman keşfe...
Hayat bu işte ölçüsüz yemek ve ölçüsüz sevişmek, üç günlüğüne...
İkisi de fazlasıyla mümkün bu şehirde!
*
Öğleden sonra...
Rehavet basıyor insana...
Şöyle bir devrilmek istiyor...
Beyaz çarşafların ürpertisini teninde hissetmek, otele gidip kestirmek...
En son ne zaman her şeyi bırakıp kestirdiniz?
Yetiştirilecek iş, gidilmesi gereken yer, aranması gereken kişi yok.
A ne güzel, zırt pırt çalan telefon yok.
Derdi olan yok, soru soran yok, şunu yap, bunu yap diyen yok, üzerine kafa patlatılması gereken bir şey yok...
Akşam üstü ışığı, ahşap panjurun önündeki tül perdeden içeri süzülürken, sırt üstü uzanmak, göz kapaklarını aç(a)mamak, huzur içinde, yatak bir havuzmuş gibi içine düşmek, düşmek, düşmek...
Müthişmiş...
Sevgilin elini tutacak ama...
Fonda i pad’den müzik çalacak ama...
O müziğe, hayatın sokaktan gelen sesi karışacak...
Seni sokağa çağıracak...
Ama sen, ıh ıh, yatakta kalmak isteyeceksin.
Uyanmak, sarılmak, öpüşmek, yeniden uyuya kalmak...
En son ne zaman öğleden sonra seviştiniz?
Çok önemli ya yaptığımız işler, peşinde koştuğumuz idealler... Olamıyor maalesef öyle değil mi, iş güçten sevişmeye bile vakit kalmıyor.
Bir de çoluk çocuk varken...
Ev kalabalıkken...
Her odadan biri çıkarken...
Allah aşkına seks mi düşünür insan...
O yüzden kaçmak, gitmek, zamanı DURdurmak gerekiyor ya...
Kurtulun herkesten, en sevdiklerinizden bile, bir süreliğine...
Ve esas olanın “siz” olduğunu hatırlayın.
İyi niyetle adam öldürmek
BEN ilk olarak iyi niyetle adam öldürdüğümde, 24 yaşındaydım.
O güne kadar böyle bir kavramın varlığından haberdar değildim.
İyi niyetle adam öldürülebileceğini bilmiyordum.
Çocuğu intihar etmiş bir anneyle röportaja gitmiştim.
O aramıştı beni, anlatmak istemişti.
Benim küçük kafam, gayet düz çalışıyor(du): “Beni çağırdı, demek anlatmak istiyor, kendini ifade etmek istiyor. Ben de meraklıyım, bütün merakım ve sonsuz sorularımla ondaki her duyguyu bir elektrik süpürgesi gibi içime çekerim...”
Çektim.
“Hüpppppt” diye acısını, çelişkilerini, sorgulamalarını, inişlerini, çıkışlarını, insanca bütün duygularını...
Ve yayınladım.
Bana nasıl anlattıysa öyle.
Makyajsız.
Ama sonra...
Çok fena bir şey oldu.
Kendi kelimelerini, gazete kağıdının üstünde görünce çok sarsıldı.
Başına gelenle zaten dünyanın en büyük acısını çeken birini, ben daha da üzmüş oldum.
Önce nerede hata yaptığımı anlayamadım.
“Her şeyi yazmışsınız!” dedi bana.
Ben de, “Ben gazeteciyim, işim bu” dedim, kendime hak vererek, kendimi haklı hissederek...
“Ama niyetim iyiydi” diye itiraz edecek oldum.
O da bana, “İyi niyetle de adam öldürülür!” dedi.
*
Evet doğru, iyi niyetle de adam öldürülür.
Doğrusundur.
Haklısındır.
Ama kendini onun yerine koyamıyorsundur, senin başına geldiğinde ne hissedeceğini bilemiyorsundur, e o zaman da bodoslama girip, Allah ne verdiyse yazıyorsundur.
Ahmet Hakan’ın Oktay Ekşi ile ilgili yazdıklarını okuyunca, işte bunu hatırladım.
Ahmet için üzüldüm.
Paylaş