Sonra gidiyor üzerine DRUM yazan bir tişört giyiyor ve biz perküsyonları alıp sokaklara çıkıyoruz. Müzik aracılığıyla insanların birbirleriyle iletişim kurmalarını sağlayan bir sosyal sorumluluk projesinin kurucusu. Zeynep Dereli, Üsküdar Amerikan Lisesi ve ABD Princeton Üniversitesi mezunu. Aslen mühendis. Ama ilgi alanları 30’lara doğru değişmiş, psikodrama ve reenkarnasyon gibi ruhani konulara ilgi duymaya başlamış. Fethi Pekin’le dokuz ay süren evliliği de kamuoyunu meşgul etmişti. O ise eski eşine, kendisini daha iyi tanıma fırsatı
|
DRUM'un kurucu ortağı Zeynep Dereli Fotoğraf: Senih GÜRMEN |
verdiği için müteşekkir olduğunu söylüyor.
İnsan Princeton’da nasıl mühendislik okur? Çok mu akıllı olmak lazım, çok mu zengin olmak lazım, çok mu iyi bir lise bitirmiş olmak lazım. Nedir?- Size bir şey söyleyeyim mi? Tabii ki bir takım kriterler aranıyor: Başarılı bir lise hayatınızın olması, aktif bir öğrenci olmanız, renkli bir kişilik falan filan... Ama aslında şans, basbayağı kısmet yani.
Nasıl yani?- Her yıl öğrenci alımını gerçekleştiren Mr. Hargadon diye bir öğrenci işleri başkanımız vardı Princeton’da. Açık açık şöyle derdi: "O gün ofise geliyorum ve o günkü ruh halime göre ’Bu girer, bu giremez!’ yapıyorum." Papatya falı gibi yani. Eğer o gün, ruhunun artistik tarafı ağır basıyorsa, Hargadon okula o tür öğrenciler alıyor, ruh hali farklıysa başka tür öğrenciler seçiyor.
O gün Hargadon’un canı istemeseydi sizin işiniz bitmişti yani.- Aynen öyle. Zaten bence akıl değil önemli olan, gayretli olmak gerekiyor. Ve kendi farklılığınızın farkında olmak. Ben Üsküdar Amerikan Lisesi’ni ikincilikle bitimiştim. Sosyal bir tiptim. Öğrenci başkanlığı filan yaptım. Ama hálá söylüyorum, şans... Giremeyebilirdim.
Çeşme yaptırmak, kütüphane hediye etmek...- İmkanı yok. Parayla olacak şeyler değil. Girseniz bile mezun olamazsınız. Sınıf arkadaşım Ürdün Prensi’ydi -prens artık daha ne olsun- bir sene sonra okuldan attılar.
Neden mühendislik okudunuz?- Fizik, matematik o tarz dersler, hep en bayıldığım derslerdi, o yüzden. İşletme mühendisliği okudum (Operation Research Management). Princeton’dan sonra da İngiltere’ye gittim, School of Oriental African Studies’de "petrol ekonomileri" üzerine master yaptım. İslam sanatı ve politika da okudum. Bir süre Londra’da Shell’de çalıştım ve sonra Türkiye’ye döndüm.
Princeton’da John Nash’in öğrencisi oldunuz mu?- Evet, hocamdı. Delinin tekiydi. Ben Princeton’da delilikle dahiliğin çok ince bir çizgiyle ayrıldığını öğrendim. Bazı profesörler derse gelirlerdi üstleri başları perişan, bazıları alkolik. Ama tanıyabileceğiniz en olağanüstü zekalar. Nash, hayal dünyasında yaşayan biriydi. İletişim kurması zor biri. Belki de fazla akıllı olduğu için, bizler onun seviyesinde olmadığımız için onu öyle görüyorduk. Sonra Bernard Lewis bizim okuldaydı. Büyük adamdır. Ondan, önyargısız olmayı öğrendim. Beni siyasete heveslendirdi.
Amerika ne öğretti size?- Hayatta her şeyin sorgulanması gerektiğini.
Büyük ve köklü bir aileden geliyorsunuz, nasıl etkileri oluyor? Fayda- zarar bilançosu nasıl sonuçlanıyor?- İmkanlarınız daha geniş oluyor, saygı duyuyorsunuz ailenize. Ama getirdiği zorluklar da var. Üzerinizdeki baskıyla birlikte büyüyorsunuz: "Sen böyle bir ailenin çocuğusun, böyle böyle davranmalısın!" Hep bir yere gelmek, başarmak zorunda hissediyorsunuz kendinizi. O yüzden o kabuğu kırmak, kendi kendinizi bulmak diğer insanlara göre daha çok vakit alıyor. Belki benim güçsüzlüğümden olabilir ama daha 30 yaşında yeni bunun üstesinden geldim. Hálá da uğraşıyorum.
Neler yapıyorsunuz mesela?- Son bir buçuk senedir Nar İletişim’de bir psiko-dramatistle çalışıyorum. Kendini bulma süreci... Çok yol kat tettim.
Ne demek psiko-drama?- Çekirdek ailenizde var olan insanların yerine kendinizi koyup onların gözünden kendinizi izleme imkanı. Ve onlarla yüzleşme... Gönül gözünüzü açmak gibi bir şey.
Anlamadım ben.- Gidiyorsunuz, size birtakım şeyler gösteriyorlar, gösterdikleri arasında annenizi temsil eden bir şeyi seçiyorsunuz, bir çiceği mesela. Elinizde tutuğunuz çiçekle -yani annenizle- bütünleşiyorsunuz ve onun ağzından konuşmaya başlıyorsunuz. Moderatör size "Zeynep’i nasıl buluyorsun? Nesi seni sinir ediyor? Nasıl olmasını isterdin?" gibi sorular soruyor, siz de anneniz olarak, kendiniz hakkında gerçekleri söylüyorsunuz. Sonra kendi yerine geçiyorsunuz, yani Zeynep oluyorsunuz, böyle devam ediyor. Orada, o terapi sürecinde, aslında annenizin olmadığı bir ortamda, kendi içinizde onunla yüzleşiyorsunuz ve daha önce fark etmediğiniz bir sürü şeyi fark ediyorsunuz. Müthiş bir deneyim.
Başka bir seansta babanızın gözünden mi kendinizi anlatıyorsunuz?- Evet. Ben mesela babamla pek geçinemezdim. Anladım ki sebebi, ben küçükken onun çok çalışması yüzünden benim ihtiyacım olduğu anlarda yanımda bulunamaması. Ama bunu onunla hiçbir zaman paylaşamadım. Aslında bu basit bir şey. Halbuki o güne kadar içinizde bir öfke biriktirmişsiniz, oysa sebebini tespit ettiğinizde, en azından çözüm için bir adım atmış oluyorsunuz.
Tüm bunları sonra babanıza anlattınız mı?- Tabii tabii. Bir buçuk senedir aramız çok iyi, ayrılamıyoruz birbirimizden. Psiko-dramaya gide gide kendimle ilgili çok aşama kaydettim. Sonra da bir gün oradaki psikolog hanımefendi, "Geçmiş hayatınıza gitmek ister misiniz?" dedi. Zaten senelerdir aklımda olan bir şeydi. Hepimizin geçmiş hayatından bu hayata taşıdığı şeyler olduğuna, dolayısıyla bir misyonumuz olduğuna inanıyordum.
Gittiniz mi geçmiş hayatınıza?- Gitmez miyim? Gittim. Şimdilerde bu konu üzerine çalışıyoruz. Hipnoza giriyorsunuz, gözünüzün önüne geçmiş hayatınızla ilgili kareler geliyor.
Herkes girebiliyor mu hipnoza?- Hayır. Karşınızdakine güven duymanız lazım. Ya da gönül gözünüzün açık olması... Ben girdim ve çok ilginç şeyler gördüm. Bir tanesinde, bir eski zaman kadınıydım, bir kayığın üstündeyim ve kayığı çekiyordum. Bir tanesinde de aynaya bakıyordum, arkamda çok yaşlı bir adam vardı. Ne anlama geldiğini zaman içinde çözeceğiz.
Olay nerede geçiyor?- Sanki İngiltere gibi bir yerde. İnanılmaz bir şey daha var: Geçmiş hayatınızda etrafınızda olan insanlar, bu hayatınızda da etrafınızda. Her şey, hep aynı insanlarla devam ediyor. O veya bu şekilde o insanları hayatınızın içine katıyorsunuz. Yani mutlaka geçmişten bir bağlantınız var şu anda hayatınızda olan insanlarla. İş ortağım Seda’ya, eski hayatında benimle kardeş olduğunu söylemişler. Neden olmasın?
Yine de reenkarnasyona inanmanızın bir sebebi olmalı? - Tabii var. Basitleştirilmiş olarak şöyle anlatabilirim: Eğer cennet varsa, oraya girebilmek için ruhumuzu mükemmelleştirmemiz gerekiyor ama bunu bir tek hayat içinde gerçekleştirebilmek mümkün değil. Hayata, her seferinde, farklı formlarla eksik taraflarınızı tamamlamak için geliyoruz. Bundan evvelki hayatınızda birilerinin kalbini çok mu kırdınız, o zaman bu seferki hayatınızda sizin kalbiniz kırılıyor. Bu duygunun nasıl bir şey olduğunu öğrenip bir daha tekrarlamıyorsunuz.
Evdekiler ne diyor? "Bizim Princeton mezunu kız acayip şeylere sardırdı" diye paniğe kapılmıyorlar mı?- Kafayı sıyırdı diyen yok! Annem biraz şaşırdı ama onun da ilgisini çekiyor.
30’lara yaklaşmış olduğunuz için mi bu tür şeylere kafayı taktınız?- Bilmem, analitik düşünceden biraz daha ruhani şeylere kaymak istedim.
Tüm bunların Fethi Pekin’le hızla evlenip hızla boşanmanızla bir alakası olabilir mi?- Olabilir. Ama ben insanın yaptığı hiçbir şeyi hata olarak algılamıyorum. Yaşadığımız her şeyin bizi başka bir yere taşıdığına inanıyorum. Tabii ki bir evliliği bitirmiş olmak, kimsenin tercih edeceği bir şey değil, kimse boşanmak için evlenmez ama benim kendimi daha iyi tanımam açısından faydası bile oldu.
Nereden çıktı bu evlilik?- O da tuhaf hikaye. Shell Türkiye’ye gelmiştim, tam Shell Londra’ya dönmek üzereyken eski eşimle tanıştım ve Türkiye’de kaldım. İngiltere’ye gitseydim şu anda yaptığım işlerin hiç birini yapıyor olmayacaktım, şu anda olduğum insan da olmayacaktım. Bu hikayede Fethi’nin oynadığı rol, benim kendimi tanımama yardımcı olmaktı. O kendi kısıtlamalarım ve koruklarımla yüzleşmemi sağladı. Bana ciddi biçimde hizmet etti. Müteşekkirim.
Hande Ataizi eski eşinizle ne kadar evli kalmıştı?- Bir gün.
Siz?- Benimki daha uzun: 9 ay!
Şu anda ne ile meşgulsünüz?- DRUM diye bir sosyal sorumluluk projesi yürütüyorum. Dernek değil, vakıf değil, basbayağı bir şirket. Beş ortağız, hepimiz cüzi bir maaş alıyoruz. Gelirimizi Unicef’e ve yeni yaptığımız sözleşmeyle Toplum Gönüllüleri Vakfı’na bağışlıyoruz. Bütün işlerimiz eğlenceli ve keyifli.
Konser serileri, albümler, sanatçılara yeni vizyon katmak, menajerlik servisi gibi...
DRUM’ın açılımı ne?
- Dialog Respect Understanding Through Musik. Müzik sayesinde diyalog, saygı ve anlayış.
Neden şirketin ismi İngilizce? İngilizlere mi hizmet veriyorsunuz!- Hayır ama DRUM’ın bir dünya projesi olmasını hedefliyoruz. Hep ülkemize dışarıdan şeyler ithal ediyoruz. Neden kendi yarattığımız bir konsepti ihraç ediyor olmayalım? DRUM da bir trend olsun, dünyanın farklı yerlerinde farklı şeyler yapılsın. O yüzden ismi İngilizce.
Tam olarak ne yapıyorsunuz?- Müziği kullanarak birbirimizi tanımak için gayret sarf ediyoruz. Hepimiz farklıyız ama ortak noktalarımız var. Mesela hepimizin ilk duyduğu şey: Kalp atışı. Ve kalp atışı, bir ritim aslında. Gözümüzü kapatıp özümüze dönebilsek, o ritmi duyabilsek, birbirimizi tanımak için gayret sarf edebilsek... İşte biz bunun için uğraşıyoruz. Mesela belediyeyle ortaklaşa sokak etkinlikleri düzeliyoruz. "DRUM Ritm Halkaları" adını verdiğimiz etkinliklerle her cumartesi Tünel Meydanı’ndaydık geçen sene, pazar günleri de Bağdat Caddesi’nde. Dört profesyonel perküsyon ustası oluyor, bir oturma düzeneği kuruyoruz ve bir ritim başlatıyoruz. Gelip geçenler arasında katılmak isteyen olursa, ücretsiz müzik aleti dağıtıyor hep birlikte müzik yapıyoruz.
Neden başka bir şirkette kariyer yapmıyorsunuz da bu işi yapıyorsunuz?- Reenkarnasyon yüzünden! Ben, müzikte tanıyabileceğiniz en kabiliyetsiz insandım. Lisede solfej için hoca numaramı söylediğinde bütün sınıf gülmeye başlardı. Ne kulak var, ne ses, ne ritim duygusu. Dans da edemem. Kazulet gibiyim. O kadar kötü yani. Ve hayat, beni bu noktaya getirdi. Şöyle bir şey var: İnsanın şimdiki hayatı bir üçgense, geçmiş hayatı ters bir üçgen ve ortada bir birleşme noktası var. Kum saati gibi. Geçmiş hayatınızda olan enerjileri bu hayata taşıyabilmek için o ortak bileşim noktasını bulmamız lazım. Benim için o nokta, müzikti. Geçmiş hayatımızdaki bilgileri bu hayata eklememiz lazım. Yoksa geçmiş hayatı yaşamış olmanın bir değeri yok. İkisi arasında da bir boru var. Şimdiye kadar vana kapalıydı gibi düşünün. DRUM’ı kurarak o vanayı açtım.