O ara ‘karboksi’yi deniyorum. Annem ve ablam da işe yaradı. Bende korbondioksitin ölçüsünü biraz fazla kaçırmışlar. Hani ne kadar çok verirsek, o kadar çok zayıflatırız hesabı. Aynen öyle oldu, o hesaptan doğrudan doğruya hastaneye kaldırıldım. Bayılmışım. Hiç önemli bir şey değilmiş. Tıptaki adı karbondioksit narkozuymuş. Benim haberim yok, yan tarafta yatan biri daha varmış. Ünlü bir fotoğrafçı: Nihat Odabaşı. Benim sesimi duymuş. ‘Zayıflama sevdasına az kalsın ölecektim’ diyormuşum, gülerek. O da ‘N’ber Ayşe?’ dedi, gülerek. Sonrası malum. Yan yana sedyelerde yatarak konuşuyoruz. ‘Sen neden geldin?’ ‘Ben neden geldim?’ Onun neden geldiğini aşağıda
okuyacaksınız...
Panik atak hayatınıza ne zaman girdi?
- 6 ay önce, her şeye bir hafta ara vermek istedim, tatil yapmak istedim, biraz huzurlu olmak istedim. İşte tam o sırada, bu geldi başıma...
Daha önce bu hastalıkla ilgili herhangi bir bilginiz, bulgunuz, duyunuz, duygunuz var mıydı?
- Hayır, hiçbir şey yok. Mayadrom Uptown Sineması’ndayım. Sinema salonları, benim hayatta kendimi en iyi hissettiğim yer. Son derece keyifliyim. ‘Aşk Artık Burada Oturmuyor’ filmini izleyeceğim. Bir arkadaşımla gitmişim. İlk 10 dakika her şey çok güzel, bir sorun yok. Sonra birdenbire çok acayip bir şey oldu. Zaten yumuşak olan o koltukların içine gömülmeye başladım, koltuk resmen beni yutuyor. Karanlığa gömülüyorum, yok oluyorum. Aynı anda nefes de alamamaya başladım. Ve derken sinemada herkes yok oldu. Ben tek başımayım. Ve zifiri karanlık. Vücudumu tutamıyorum, taşıyamıyorum. Ne olduğunu anlamıyorum. Tek hatırladığım, müthiş bir korku. Tarifi yok. ‘İşte son, bu!’ dedim, ‘Ölüyorum...’ Yerimden fırladım, kapıya koştum. Zangır zangır titriyorum, önüme çıkan ilk görevliye yalvardığımı hatırlıyorum: ‘Bana bir taksi çevirin... ’
BU KADAR YÜKLENİNCE İFLAS ETTİ
Yolculuk nereye?
- Hastaneye. Bana, hayatımda olmamış bir şey oluyor. Bir an evvel kendimi güvene almam gerekiyor. En güvenli yer neresi? Hastane. Ama taksi yok, geçmiyor, sanki saatlerdir geçmiyor. Zaman kavramımı kaybediyorum, dakikalar, yıllar gibi geliyor. Zorla bir taksi bulup, kendimi atıyorum, arkadaşım da biniyor, beni o halde görünce o da çok korkuyor. Dörtlülerimizi yakarak, uzun uzun kornalar çalarak, kötü bir trafikte hastaneye gidiyoruz...
Ama henüz başınıza gelenden haberiniz yok...
- Yok tabii. Ölüyorum zannediyorum. Bir şey oluyor, ölüyorum. Ne, bilmiyorum ama büyük bir şey: Ya anevrizma ya kalp krizi. O kadar yaygara yapmışım ki, hastanede hemen elektrom çekiliyor. Normal çıkıyor, nabız da normal. Ama titremem durmuyor. Bir taraftan sakinleştirici veriyorlar, bir taraftan tahlillerim yapılıyor. Neticede bana, ‘Fizyolojik bir rahatsızlık bulamadık. Psikolojik olmasın?’ diyorlar. Hemen itiraz ediyorum: ‘İmkanı yok. Bir defa ruhen çok iyi durumdayım. Tatildeyim ya...’ Kabul etmiyorlar, ‘Panik atak olabilirsiniz’ diyorlar. ‘Panik atak mı? O de ne!’ Neyin ne olduğunu idrak edecek durumda değilim zaten, diazem veriyorlar, kendimden geçiyorum. Ertesi gün bir kriz daha geliyor. Sonra bir kriz daha. Çok sık gelmeye başlıyor. Hepsinde hastaneye gidiyorum, hiçbir şey çıkmıyor...
Kaybedecek hiçbir şeyiniz yokken, sıradan herhangi bir Nihat Odabaşı’yken bu tür şikayetleriniz var mıydı?
- Hayır, yoktu...
Demek bu şikayetlerinizle, şöhretli bir fotoğrafçı olmanız arasındaki orantı doğru...
- Öyleymiş. Sonradan öğrendim. Çünkü psikiyatra gittim. Artık o hale gelmiştim ki, haftada 6 kere hastaneye gidiyordum. Mümkünse orada yaşayayım istiyordum. Psikiyatrım bütün bu olup biteni son derece doğal karşıladı. Bu da beni çok rahatlattı. Beni dinledi. Ona göre yaşadıklarımın nedeni mükemmeliyetçi olmam, kendimden çok şey beklemem ve kendime aşırı yüklenmemdi. Haklıydı. Ben her şeyi birden istiyordum: İyi bir fotoğrafçı olmayı, fotoğraflarımın olay yaratmasını, insanların bana saygı duymasını, kendime saygı duymayı... Ama aynı zamanda, hayatımın tamamı iş olmasın, işlerim makul bir saatte bitsin, sevgilime de vakit ayırabileyim, annemi de görebileyim, arkadaşlarımla buluşabileyim istiyordum. E bu kadar yüklenince Nihat Odabaşı iflas etti!
Panik atağınızı psikyatristiniz dışında biriyle paylaştınız mı?
- Paylaşmaz mıyım? İnsanlara, ‘Ya bana böyle böyle şeyler oluyor’ deme açık yürekliliği gösterince, cevap ‘Biliyor musun, bende de var!’ oldu. Ne kadar çok insan varmış meğer panik atak yaşayan. Söylemeye korkan, gizleyen, bunu bir hata, bir defo gibi algılayan. Oysa bir defo değil. Hayatın içinde karşına çıkan bir yel değirmeni! Var mı yok mu belli değil, ama sen onunla savaşacaksın. Don Kişot gibi. Onu düşman gibi görmeyeceksin, o sadece bir yel değirmeni...
Hangi Don Kişot yaratıyor bu yel değirmenini?
- Ben ve hayat tarzım.
YA BU SEFERKİ GERÇEKSE?
Tamam anladık, hayatınıza uluslararası çapta ünlü kişiler girdi. Ama sizin buna alışık olmanız lazım. Siz daha önce de ünlülerle çalışıyordunuz?
- Evet ama ben eskiden sadece bizim havaalanlarında satılan dergiler için iş yapıyordum, şimdi dünyanın bütün havaalanlarında satılan dergiler için iş yapıyorum. Liz Hurley ve Linda Evangelista gibi isimler, işin içine girince, insanın sorumluluğu çok daha fazla oluyor. Beğenilecek mi, beğenilmeyecek mi endişesi. Farklı bir meydan okuma. İster istemez dünya çapında fotoğrafçılarla yarışmaya başlıyorsun. Hayatının ritmi değişiyor. Elinde çantan, çantanın içinde uçak biletleri. Zırt oradasın, zırt burdasın. O kapak çekimi, bu bikini kampanyası derken hiçbir şeye yetişemeyeceğini zannetme duygusu insanın boğazını sıkıyor...
Siz her şeyi fazla ciddiye alıp, biraz abartıyor olabilir misiniz?
- Yooo, bence hayat böyle yaşanılması gereken bir şey. Ben hiçbir şeyi sadece ucundan tutarak yapmadım bugüne kadar. Her şeyin hakkını vereceksin. Mahvolacaksan da mahvolacaksın....
İnsan, ‘N’olmuş yani, panik atağım var’ mı diyor? Kabullenmesi nasıl oluyor?
- E kolay olmuyor. Etrafındaki bir dolu insanın panik atak olduğunu bilmen de durumu değiştirmiyor. Çok kişisel alıyorsun. Diyorsun ki, ‘Kardeşim, neden ben? Üstelik bu kadar iyi işlere imza atarken. Nefes almayı hak etmişken. 38 yaşında bir sınav daha mı? Bunu da mı atlatmalıyım? Aynı anda çekim de mi yapmalıyım...’
Fotoğraf çekerken panik atak krizine yakalandığınız oldu mu?
- Hayır. Mükemmeliyetçiyim ya, o anda vücudumu dinleyemeyecek kadar yaptığım işe konstantreyim... Çekim esnasında tık yok. Ama çekim bitiyor, ‘İyi akşamlar’ diyoruz, başım mı dönüyor ne, ambulans çağırsak mı ne... Hemen!
Hastaneye bilmem kaç kere aynı şikayetle gitmiş birine, nasıl her defasında yeni bir kriz gibi gelir?
- Geliyor işte. Alışamıyorsun...
E geçen gün aynısından yaşadınız, hayattasınız. Bir şey olmadı.
- İyi ama ya bu seferki gerçekse? Ya bu sefer ölürsem?
Kriz anında tam olarak ne hissediyorsunuz?
- Tarifi yok. Bazen müthiş bir çarpıntıyla başlıyor, bazen de baş dönmesiyle. Dizlerim çözülüyor, adım atamayacak hale geliyorum.Ya da midem bulanıyor. Değişiyor. Sonra yavaş yavaş şiddeti yükseliyor, ben diyeyim kalp krizi, sen de beyin kanaması... Bir de tuhaf bir şey, biri diyor ki mesela, ‘Evet ben de panik atağım. Artık geceleri sokağa çıkamıyorum. Kalabalıkta boğulduğumu hissediyorum.’ Bunu duyuyorsun ya, ‘A öyle mi?’ diyorsun, artık geceleri çıkamaz hale geliyorsun. Ya da hastaneye ‘Kalp krizi geçiriyorum galiba’ diye gidiyorsun. Doktor, ‘Hayır, beyefendi, kalp krizi geçiriyor olsanız, sol kolunuz uyuşurdu, şuranıza da ağrı girerdi’ diyor. Bir sonraki krizde, ‘Kalp krizi geçiriyorum galiba. Sol kolum uyuştu, şurama da bir ağrı girdi’ diyorsunuz. Öyle bir duruma geliyorsunuz...
E vallahi şahane. Kendinizle dalga geçmeyi ihmal de etmiyorsunuz!
- Bununla 5 aydır savaşıyorum. Eskiye oranla çok yol kat ettim. Eskiden günde 2 kere hastaneye gidiyordum. Şimdi 15 günde bire düştü. Bir de çok ilginç, yurtdışında kriz gelmiyor. Türkiye’ye indiğim anda başlıyor...
İstanbul’da kaç hastane gezdiniz?
- Alman Hastanesi, Florence Nigthtingale, hem Gayrettepe’deki, hem Çağlayan’daki. Amerikan Hastanesi. Levent Hastanesi. Daha pek çok hastane. Şimdi aklıma gelmiyor. Bazılarına birkaç kez gittim...
N’apıyorlar ‘A Nihat Bey hoş geldiniz’ mi diyorlar?
- Bazen öyle oluyor. Mesela Alman Hastanesi’nin Acil’inde. ‘Ay Nihat Bey, neredesiniz çok özledik’ diyorlar. Ekliyorlar: ‘Yanlış anlamayın, tabii ki panik atakla gelmenizi istemeyiz ama ihmal etmeyin bizi, arada bir uğrayın.’ Yani ataklı gelmeyin, ataksız gelin! Ya da gayri ihtiyari diğer hastaların yanında tezahürat yapıyorlar: ‘Oooo kim gelmiş!’ Tabii ki durum absürd. Bir hastanenin Acil’indeyim. Saat gecenin 3’ü. Ben ölmek üzere olduğumu düşünüyorum. Onlar ‘Gazetedeki fotoğrafınızı gördük. Çok güzeldi’ diyorlar, katiyen inanmıyorlar, ‘Ölüyorum arkadaşlar’ diyorum, ‘Nihat Bey ölmüyorsunuz!’ diyorlar. ‘Deniz Akkaya’yı nasıl öptüğünüzü bir anlatsanıza...’ Ben ‘Lütfen bir elektro çekelim’ diyorum. Hem komik hem delirtici. Ama alıştım...
Panik atak adı altında geldiğiniz anda bakılmaya değer bulmuyorlar mı?
- Bence öyle. Bu şuna dönüşüyor o zaman: Yanında Bucks Bunny’le dolaşan adamsın. Senin yanında bir tavşan var ama onu kimse görmüyor, bir tek sen görüyorsun. Oysa, ben yemekten sonra fenalaşıyorum. Benim elim titriyor, başım dönüyor. Ama ben bunlarla yaşamak istemiyorum. O yüzden de bütün testleri yaptırıyorum.
ELM SOKAĞI HIRSIZI GİBİ
Ne çıktı?
- Şekerim yüksekmiş. Yemekten sonra başımın dönmesi normalmiş. Zaten boyun damarlarımdan biri inceymiş, bu da baş dönmesi yapabilirmiş. Ve kolesterolüm yüksekmiş. Tüm bunları duymak şunu hissettiriyor: Tamam, bende bir şey var. Bir kısmı yaşam tarzımdan kaynaklansa da psikolojik olsa da, fizyolojik bir şeyler de var. Yani bir halüsinasyon görmediğin ortaya çıkıyor. Kendine psikosomatik bir dünya oluşturmadığın, kendini bir balona hapsetmediğin... Ben o gün, o barda, kalabalık olduğu için, ölecekmişim gibi hissettiğim için fenalaşmadım, ben o gün çıkolatalı pastayı fazla kaçırdığım için fenalaştım. Bilirsem ki, benim doğuştan boynuma giden damarlarımdan biri ince, o yüzden bu bende zaman zaman baş dönmesi yapabilir, ya da şekerim var, çok çikolata yediğim zaman mide bulantısı olabilir, ne yapmamam gerektiğini bilirim. Ona göre hareket ederim. Gerçek hırsızla, Elm Sokağı hırsızı arasındaki fark gibi...
Anlamadım...
- Elm Sokağı hırsızının nereden çıkacağı belli değil. Gecenin 3’ünde onunla savaşmak zorundasın. Nereden nasıl gelir bilmiyorsun. Panik atak öyle bir şey. Allah’tan ben kabul ettim, yüzleşmeyi, mücadele etmeyi seçtim. Oysa, bunu 5 senedir, 10 senedir yaşayanlar var. Köprüden geçemeyen, evinden çıkamayan, kimseye bunu yaşadığını söyleyemeyen...
VÜCUDUM YENİ BİR HAYAT İSTİYOR
Peki tedavisi?
- Şu anda psikiyatrımla devam eden bir ilaç tedavisi var. Ayrıca terapi yapıyoruz. Kendimle konuşmayı öğreniyorum. Vücudum yeni bir hayat istiyor. Bağırıyor. ‘Ben bu hayatı böyle yaşamak istemiyorum’ diyor, ‘Sen ne kadar başarı için koşarsan koş, ben off istiyorum...’ Bu ‘of’u vermem gerekiyor. Kendimle konuşmayı öğreniyorum. Kendime iyi davranmayı öğreniyorum. Bu da o kadar kolay değil. 38 yıldır işleyen bir makineyi bozup, tamir etmeye çalışıyorsun.
Hastaneye gidiyorsunuz, doktora diyorsunuz ki, ‘Galiba kalp krizi geçiriyorum!’ Panik atak hastası olduğunuzu anlıyorlar ya da dosyanızdan öğreniyorlar, ‘Yok hayır, önemli bir şeyiniz yok’ diyorlar. Yanlış cümle! Ne demek önemli bir şeyiniz yok. Önemsiz neyim var peki? Anlatabiliyor muyum? Benim durumda olanlara doktorların müthiş bir manevi destek vermeleri, güvende olduğumuzu hissettirmeleri gerekiyor. ‘Ölecek miyim?’ diyorsunuz. En mesafeli biçimde, ‘Bu bulgulara göre hayır!’ diyor. Ne demek bu? Böyle abuk sabuk cümle mi olur? Ben şunu duymak istiyorum: ‘Ben burada olduğum sürece sana bir şey olmayacak. Nokta.’ Çünkü ben ona kendimi teslim ediyorum. Stüdyoma giren herkes de bana kendisini teslim ediyor. ‘Ne olur bana zarar verme’ diyor, ‘40 yılıma zarar verme.’ Belki bunu kelimelerle söylemiyorlar ama ben onları anlıyorum. Ve ben onları teslim alıyorum, asla zarar vermiyorum, pamuklar içinde tutuyorum, en güzel hallerini görüntülüyorum. Onları anlıyorum. Doktorların da bizi anlamalarını ve daha şefkatli davranmalarını bekliyorum...