Paylaş
Ve karşımda Profesör Alihan Gürkan.
Genel cerrah.
Memorial Sağlık Grubu’nda çalışıyor.
Genel Cerrahi Bölüm Başkanı.
İnsanın bir cerrahta hayal edeceği hangi özellikler varsa, hepsi onda.
Kararlı, güçlü, hızlı, özgüvenli…
Ve renkli.
Motosiklete binen cerrah o!
Siz de okuyacaksınız, eğitimini dünyanın dört bir tarafında tamamlamış ve borcunu ödemek üzere memlekete dönmüş.
Ben anlattıklarından çok etkilendim.
En çok da organ nakli için böbreğin vajinadan çıkarılma yöntemine…
Bir de gurur verici bir yanı var…
Bu yöntem dünyada ikinci, Türkiye’de ilk kez uygulanıyor.
Sizi Alihan Hoca’nın anlattıklarıyla baş başa bırakıyorum…
Tıp okumanızın özel bir sebebi var mı?
-Var, otomobiller! Otomobil meraklısıydım, küçükken bu güzel otomobiller kimin diye bakardım. Hep bir doktorun çıkardı. Bu kimin? Bir doktorun. Bu kimin? Bir doktorun. Sonra amcam Almanya’ya gitti, o da doktordur, orada yaşıyordu, yazları geliyordu. O da ne! Altında bir spor araba, Türkiye’de hiç olmayanlardan. İşte o zaman, “Büyüyünce ben de doktor olacağım” dedim.
Hep başarılı bir öğrenci miydiniz?
-Evet. Bu işi yapmak ve bu işte bir yere gelmek, ta o zamanlardan, bir disiplin gerektiriyor, o da vardı bende. Kafayı koyduğumu yapardım. Liseyi de, üniversiteyi de Antalya’da okudum. Antalya Tıbba da birincilikle girdim. Aslında Türkiye’de giremeyeceğim hiçbir okul yoktu
Neden Antalya’yı istediniz?
-Babam yüzünden, Antalya Ağır Ceza Reisi’ydi. İsmi çok büyüktü ama maaşı küçüktü. Bana dedi ki, “Sen sınava giriyorsun, Türkiye birincisi oluyorsun, belli ki istediğin tıp fakültesine girebilirsin ama ben sana ne yazık ki, her ay belli bir para gönderebilirim. Çünkü kazandığım ortada. Sen o parayla oralarda rezil olursun, daha fazlasını gönderirsem de, ben burada rezil olurum!” Ben de, çaresiz tıbbı Antalya’da okumaya karar verdim.
Ne kadar büyük bir şehvetle doktor olmak istediniz?
-Çooook. Zaten başarılı bir eğitim, arkasından gelecek olan mesleki başarısızlıkla bağdaşmazdı. İyi öğrencilik, tutkuyla yaptığım doğru meslek, ben hattı hiç kaybetmedim.
Hayal ettiğiniz gibi bir hekim oldunuz mu?
-Ona hastalarımın karar vermesi gerekiyor. Benim kendimle ilgili, yaptıklarımla ilgili vicdanım rahat. Mutlu bir adamım.
İhtisasınızı, üst ihtisasınızı Amerika ve Avustralya’da yapmışsınız, Amerika tamam da, Avustralya ne alaka?
- İstanbul’da genel cerrahi ihtisasım bitti, bir ay Norveç’te kaldım, sonra ver elini Amerika. Amerika Birleşik Devletleri’nde bir sınav var, ancak o sınavı geçerseniz hekimlik yapabiliyorsunuz, ben de geçmiştim, sertifikam cebimdeydi. Bir sene Houston’da kardiyovasküler cerrahiyle uğraştım. Organ naklini kuranlar hep vasküler cerrahtır. Sonra New York’ta bir pozisyon açıldı, oraya geçtim. Toplam 3.5 yıl kaldım Amerika’da. Sonra da beni bırakmak istemediler, bana iş buldular ama Ohio’da. “Ohio’ya, Oha!” dedim. “Yapamam orada!” dedim. “İstanbul’da yaşarım, Paris’te yaşarım ama Ohio’da yaşamam!” Ben Londra’ya gitmek istiyordum, fakat aynı anda Güney Afrika’dan ve Avustralya’dan da teklif vardı. Baktım İngiltere vizesinde sorun çıktı, Avustralya’ya “Ben geliyorum” dedim. 33 yaşında Sidney’de yaşamaya başladım. Çok da güzel imkanlar sundu o ülke bana. Fakat o dönemlerde Akdeniz Üniversitesi, “Sana ihtiyacımız var!” dedi, ben de Türkiye’ye geri döndüm.
Eşinizle de o zaman mı tanıştınız?
-Evet. Dört bir kıtada bulamadım, aşık olacağım kadını memleketimde, Antalya’da buldum!
İnsanın kendi ülkesinde bu işleri yapıyor olması nasıl?
-Müthiş! Bir kere borç ödüyorsunuz. Ben bu insanlar sayesinde, dünyanın dört bir yanında, o tecrübeleri kazandım, onların sayesinde çok iyi yerlerde eğitim aldım, artık borç ödeme zamanı diye düşündüm. Çok isteyerek döndüm. Üstelik çok da güzel oldu çünkü Akdeniz Üniversitesi’nde yapılmayanı yapmaya başladık. Çok iyi bir ekiptik. Senede sadece 20 böbrek nakli yapan bir merkezi, 360 böbrek nakli yapan bir yer haline getirdik. Hepimiz canla başla çalıştık. Şu anda oradakiler bizim öğrencilerimiz, kardeşlerimiz. Hepsi de hala çok iyi bir şekilde bu işi götürüyorlar.
Biz pankreas kanserini en zorlu, en belalı kanserlerden biri olarak biliriz. Genellikle de sonu pek parlak bitmiyor. Bu alanı seçmenizin sebebi ne?
-Aldığım eğitimin bir parçası bu. Karaciğer nakli eğitimi alırken, bunu da öğreniyorsunuz. İkincisi, ilgi çekici bir alan, hızla inanılmaz gelişmeler kaydediliyor. Benim ihtisasım sırasında, karaciğerin bir parçasını çıkarmak filan zor işlerdi. Şimdi birinden çıkarıp bir başkasına takıyoruz, iş oraya kadar geldi. Hayatın akışı biraz beni oraya götürdü ama zor olması ve kimsenin pek uğraşmaması da bu alanı seçmemde etkili oldu…
En parlak adamlar, en parlak cerrahlar bu alanı mı seçer?
-Böyle demek zor. Her alanda parlak cerrahlar var. Memede var, kolonda da var. Ama bütün bu işlerin içinde en zor cerrahi hangisi derseniz, evet karaciğer, safra yolları ve pankreas cerrahisidir.
Cerrahide en verimli yaş diye bir şey var mı?
-Yaşam, çan eğrisi gibidir, iki yaşında başarı çişini tutabilmektir ama 82 yaşında da öyledir. 15 yaşında bir kadınla birlikte olmak başarıdır ama 75 yaşında da öyledir. Bu açıdan bakarsanız, cerrahide fiziki kapasite ve deneyimin bir dengede olması gerekiyor. 25 yaşında deneyiminiz yok ama avuçlarınızdan ateş çıkıyor, 65 de deneyiminiz var ama fiziki kapasiteniz artık eskisi gibi değil.
Genç birine tarif ederek yapılabiliyor mu bu işler?
-Oluyor ama şöyle: Genç arkadaşım açıyor, hazırlıyor. Gerisini, işin can alıcı kısmını ben yapıyorum. 60’larda, 70’lerde çok deneyimlisiniz, fikir önderisiniz, o vakanın en can alıcı kısmında olmanız gerekir, ama tabiri caizse ırgatlık kısmında sizi olmanız gerekmiyor. Zaten enerjiniz de yetmez.
Akdeniz Üniversitesi’nde muhteşem bir ekiple, 10 yıl boyunca başarılı organ nakillerine imza attınız, sonra Antalya’yı Türkiye’nin en önemli kanser merkezlerinden biri haline getirmeyi hedeflediniz. Bu iddia nasıl çıktı?
-Kanser, multidisipliner bir iş. Modern tıpta, kanserde organizasyon çok önemli. Siz allame-i cihan bir cerrah olabilirsiniz, ama ekibinizde iş yoksa, bittiniz. Mesela en iyi girişimsel radyologlardan biri bizde. Yapay damar taktığım zaman, onun tıkanıklığını tespit edebilmesi, bir daha ameliyat gerekmeden onu açabilmesi benim için büyük güvence.
Cerrahlar kendilerini yarı tanrı zannederler değil mi?
-Bence yarı değil tam tanrı zannederler! Yarımlık bir iş değil cerrahi! İşin esprisi bir yana, bu biraz mizah işi. Mıy mıy konuşan bir adamın cerrah olma ihtimali düşüktür.
Yüksek ego mu gerekiyor?
-Evet, kendine güven gerekiyor. Tabii şu var: Delilikle kendine güven arasındaki çizgi de çok incedir. Özgüveni abartırsanız, hastanıza zarar vermeye başlarsınız. Çok aşağıda kalırsanız da, aslında yapılması gereken şeyleri yapamazsınız. Sabah bir operasyon yaptım mesela, bir hekim yakını, bir hafta önce, başka bir hastanede opere edilmiş. Açılmış, kalın bağırsaktaki tümöre bakılmış, “Çıkarılamaz!” denmiş kapanmış. Genç de bir hasta. Bana geldiler, baktım. Şifa vermek istiyorum ama umut taciri de olmak istemiyorum. Biri, o kapalı kutuyu açmış, bakmış ve demiş ki, “Olmaz!” Ama elinizde bilim var, güçlü bir ekibiniz var, dedim ki, “Ben bunu çıkarabilirim. Hasta, benim çocuğum da olabilirdi, bu tümörü böyle bırakamazdım!” Anlattım. Ama risklerini de söyledim. “Biz size güveniyoruz” dediler, sabah ameliyata aldık, söktük tümörü. Şimdi kemoterapi alacak. İşin yüzde 98’i temizlemiş oldu. İyi şimdi.
Ameliyathanede insan kendini nasıl hissediyor?
-Biz orada tanrının elleriyiz. Tanrı inancı olan biri olarak söylüyorum, bazen bir dokuyu çekip sökmeye çalışırken, fiziki olarak da tükendiğinizi hissedersiniz, işte o vakaların kritik noktalarında sanki biri makasımı iter arkadan. “Şöyle kes, böyle kes” diye kulağıma fısıldar. Bir atardamarın üzerinde çalışıyorsunuz mesela, iki milim aşağı gitseniz hastanız ölecek, ama o tam o 2 milimi tutturduğunuzda da, o tümörü oradan sökeceksiniz. Boşuna kutsal bir iş demiyorlar, öyle gerçekten!
Siz aşağıda tüm bunları yaptıktan sonra yukarıdaki gündelik hayatı kim takar. Manasız gelmiyor mu? Siz orada ölüm kalım meselesi yaşıyorsunuz...
-Ama hayat devam ediyor! Gerçi şunu da öğreniyorsunuz, hepimiz aslında, her an bir mayın tarlasında yürüyoruz. Etrafımız mayın dolu, yani hastalıklarla çevriliyiz. O mayına bastığımızda, ne kadar paran olduğunun bir önemi yok, hayattaki konumunun da… Aslına bakarsanız, yaşam mutluluk ve sağlık. O kadar. Bunu takdir etmeyi öğreniyorsunuz.
Bu sizi bir başka bilgeliğe ulaştırıyor mu?
-Yok canım, her ameliyatta yeni bir şeyler öğreniyorum, törpüleniyorum, gelişiyorum. Ama nihayetinde etten, kemikten oluşmuş bir canlıyım.
Şu oluyor mu: “Böyle yaptım, yanlış yaptım. Hastayı kaybettik. Bu tarafı değil, öteki tarafı kesmeliydik…”
-Olmaz olur mu?
Bunun altından nasıl kalkıyorsunuz?
-Ben risk alıyorum, bunu yapmazsam bu hasta ölecek… Biliyorum. İki ay içinde, üç ay içinde. Bütün bu riskleri de, hastayla çok açık yüreklilikle paylaşıyorum. Siz bu işi dürüst yaptığınız sürece hastaların size inancı artıyor. Kendi ailenize yapacağınız bir şeyi, hastanıza da yapıyorsanız, yanlış da yapsanız bunun hesabını vicdanınıza verebilir, geceleri uyuyabilirsiniz. Bir de tabii şu var: Sadece makineler hatasız yapabilir, ben insanım. Hata yapmaya da devam edeceğim. En zor hasta grubuyla uğraşıyorum. İki oda öteye gidin, oradaki meslektaşım cildiyeci, onun hastası hiç ölmez, daha fazla kaşınır belki ama ölmez. Benim hastam ölür. Benim hasta grubumda ben bir şey yapmazsam, yüzde 30’u 40’ı zaten ölecektir. Burada amaç, kaybettiğiniz yüzdenin Batı’yla aynı oranda olması.
Ameliyat masasında öldü, n’apıyorsunuz?
-Son 5 yıldır, hemen hemen hiç olmadı. Hatırlamıyorum. Ama ölüme yaklaştığımız hasta oluyor.
O ekibin içinde hep birinin, bir şeylere karar vermesi gerekiyor, o da sizsiniz değil mi?
-Evet, mesela kurul diyor ki “Çok yaşlı, riskli olur, ameliyat edilmesin!” Ama hasta diyor ki, “Ben riski alıyorum, ameliyat olmak istiyorum!” O zaman son kararı, cerrah olarak sizi vermeniz gerekiyor, çünkü bıçak, sizin elinizde. Yapacağınız işlemle ya kurtaracaksınız ya da öldürecekseniz. Ama neticede siz karar vereceksiniz. Dolayısıyla ekibin en tehlikeli ve en şanssız elemanı benim. Çünkü en büyük zararı ben verebilirim.
Vajinadan böbrek nakli nasıl bir şey? Ne kadar önemli bir gelişme?
-Çok önemli! Biz maalesef organ bağışı konusunda sınıfta kalmış bir ülkeyiz. Kimse, günahını vermiyor kimseye. 70 milyonluk ülkede, 300 kişi beyin ölümünden sonra organ bağışlıyor. Tamamen bencil bir ülke olduk, çıktık. Türkiye’de öyle bir paradoks var ki, sisteme organ bağışlamak yok ama yakınlarına organ bağışlamak deyince, en yakın rakibinize 7 kat fark atıyorsunuz. Almanya’nın 7 kat üstündeyiz karaciğer bağışında. Çocuğuna bağışlıyor, aynı duyarlığı topluma da göster. Yok! Oysa sen bir yakını toprağa gömüyorsun, üçüncü sınıf omurgasızlara yem yapacağına, böbreğini ver kardeşim, bekleyen 70 bin böbrek hastası var.
Neden olmuyor gerçekten?
- Eğitimsizlik ve duyarsızlık. Bir de tabii, biri bağış yapıyor, siz onun böğrünü, buradan buraya kadar yarıp böbreğini çıkarıyorsunuz. Sürünüyor ondan sonra. 10 haftada iyileşmiyor. “Bunu yapmayalım” dedim, “Bunun kapalı bir yöntemi var, biraz meşakkatli, bunu öğrenelim!” Batı artık böyle yapıyor. Sonra ben böbrekleri kapalı çıkarmaya başladım.
Çok sürreel geldi bana… Çocuk çıkarır gibi, böbrek çıkarılıyor öyle mi?
-2010 yılında vajinadan böbrek çıkarılması vakasını okudum. İlk okuduğumda bana da sürreel geldi. Fakat sonra bir hostes hanım geldi, çok da gençti, “Benim vücudumu lütfen kesmeyin!” dedi. Kapalı bir şekilde yaptık. Sonra da gerisi geldi. Sonuçlar çok güzel. Önce kasıktan kesip çıkarıyorduk, sonra dedik ki “Kasığını da kesmeyelim!” Orada bir kesi var, doğa yaratmış onu. Türkiye’de ilk defa, Avrupa’da da yapan ikinci merkeziz.
Bunun riski yok mu?
-Doğru dürüst yaptığınız sürece yok. 75-80 hanıma bunu yaptık. Doğum yapmış gibiler, böbreklerini veriyorlar, vücutlarında kesi yok. Ertesi gün ayağa kalkıp taburcu oluyorlar.
Cinsel fonksiyonda bir sorun…
-Hiç yok. Biz bunu karaciğer tümörlerine de uygulamak istiyoruz. Ufaltıp aynı yerden çıkartabilirsiniz. Kesmenize gerek yok…
20 YIL SONRA KANSER TEDAVİSİ İÇİN CERRAHİYE GEREK KALMAYACAK!
Şu anda kanserde en etkin tedavi cerrahi ama inanıyorum ki, 20 yıl sonra ilaçlar, akıllı moleküller bu işi çözecek. Biz kanser için belki cerrahinin son 20-30 yılındayız. Ben inanıyorum ileride medikal onkoloji, radyoterapi, kemoterapi ve nükleer tıp, daha çok bu işin içinde olacak…
KANSER TEDAVİSİNDE, HEM DOKTOR HEM HASTA MÜCADELEDEN KAÇINMAMALI...
“Ben her pankreas kanserini ameliyat ederim ve kurtarırım!” demek ne kadar yanlış bir cümleyse, “Aman! Pankreas kanserine dokunmayalım, ölür!” demek de, o kadar yanlış bir cümle. Evet ameliyat edemeyeceğimiz bir hasta grubu var, evet hala pankreas kanserinde tedavi şansımız çok düşük… Ama geçmişe göre de çok yüksek. Bundan 20 yıl öncesiyle aramızda çok ciddi fark var. O arkadaki büyük damara yapışmışsa, eskiden her şey bitmişti. Şimdi öyle bir şey yok, damarlara atlamış pankreas kanserini kemoterapiyle küçültüp ameliyat edebildiğimiz vakalar var. Dolayısıyla hastaya bu şans sonuna kadar verilmeli. Benim vurgulamaya çalıştığım hep şu: Mücadeleden hiç kaçınılmamalı!
Cerrahlar hiç bunalıma girer mi?
-Girer tabii. “Felaket asla tek başına gelmez!” diye bir laf vardır. Bazen öyle bir şey olur ki, arka arkaya 5 vakada problem çıkar, e, sizin de süngünüz düşer tabii! Ama hemen toparlanmak gerekiyor, çünkü bu insanların bize ihtiyacı var…
Canınızın hiç ameliyata girmek istemediği olmuyor mu?
-Hiç olmadı. Küçücük bir ben çıkarırken bile, ağzım sulanır benim. Apandisit ameliyatı yaparken bile. Garip bir şey ama öyle. Ameliyat yapmadığım zaman yüzüm düşer. Hanım hemen anlar, “Bugün ameliyat yoktu herhalde” der.
Bedendeki yerleşim benim çok hoşuma gidiyor. Vücudun ergonomisi müthiş! Gereksiz bir tek malzeme yok. Yanlış yerleştirilmiş hiçbir şey yok. Yer kullanımı çok efektif. En usta mimar bile böyle çizemez, her şey yerli yerinde. Onun bozulduğu yeri de anlayabiliyorsunuz.
CERRAHİ, BİR İNŞAAT İŞÇİLİĞİ!
Siz konuşur musunuz kanserli dokuyla?
-Konuşurum bazen küfredebilirim… “Allahın cezası, göreceksin sen, seni alacağım oradan!” gibi diyaloglar geçer aramızda…
En sinsi kanser?
-Pankreas. Hiç tartışmasız.
Ve bu kısa çubuğu çekmek gibi değil mi?
-Evet. Steve Jobs, düşünsenize, dünyanın en önemli adamlarından biri, çekti kısa çubuğa ve öldü gitti. Çok sinsi bir organ, çok arkada lokalize, belirti vermiyor. Geçen hafta benim karnım ağrıdı, hiç yapmadığım bir şey, gittim ultrason çektirdim. “Şu pankreasıma bir bakın!” dedim. Sizin karnınız ağrıdığında, kızartmayı fazla kaçırdım dersiniz ama benim gibi hafta da üç tane pankreas kanseri ameliyatına girince, ister istemez insanın algısında seçicilik oluyor. Ki, pimpirikli bir adam da değilim.
Ailede kurallarınız var mı? Kadınlar mamografilerini hiç aksatmayacak gibi...
-Ailedeki kadınlara bir sözümü geçirebilirsem, ah neler yapacağım da!
Parmaklarınızı esnekliğini ve el kabiliyetinizi koruyabilmek için ne yapıyorsunuz?
-Motosiklete biniyorum. Motosikletim var, herkes deliriyor, ama benim de kafayı reset‘lemem lazım, bir şekilde. Gerçi elimi koruyorum. En azından korumaya çalışıyorum. Tam teçhizatlı biniyorum, böyle şeylere dikkat ediyorum.
Bir cerrahın anlayışız karısı olabilir mi?
-Olmamalı. Gerçekten bizim hayatımızı cennete de cehenneme de çevirme yetisi kadınların elinde. Kimsenin, anlayışsız karısı da, kocası da olmamalı.
Çok şişman bir cerrah olabilir mi?
-Yok. Bu maalesef fizik kuralı. Ben cerrahiyi inşaat işçiliğine benzetiyorum. Biz inşaat işçisiyiz ve bedeni kullanmak zorundayız. Yıpratıcı bir meslek bizimkisi. Kalp krizi riski yüksek, emboli riski yüksek. Sürekli ayakta kalıyorsunuz. Dolayısıyla, bir cerrahın fit olması lazım, koşması, yüzmesi yazım.
Bir daha dünyaya gelseniz yine cerrah olur muydunuz?
-Kesinlikle evet!
Kadın cerrah neden az?
-Bizim bencilliğimizden aslında. Biz kadınlardan korkuyoruz, kadınlar o kadar yetenekli ve o kadar muhteşem ki. El yeteneğiniz iyi, algınızı iyi, insani ilişkileriniz iyi. Ben önce tanrı var diyorum, sonra kadınlar var diyorum bir de biz ve solucanlar filan… Üçüncü kademedeyiz yani!…
Paylaş