İlkokuldaydım.
Her pazartesi bayrak töreni olurdu.
İstiklal Marşı ve Andımız okunurdu.
Hálá kulağımda:
Türküm, doğruyum, çalışkanım, yasam, küçükleri korumak, büyükleri sevmek...
*
Her törende, yakamı bırakmayan, üzerime yapışmış bir korkum vardı.
Törenden sonra müdür, eline mikrofonu alacak, "3B’den 1015 Arman Ayşe, öğretmenler odasına..." diye çağıracak.
Siyah önlük, beyaz yakam ve saçlarımdaki kurdelelerle, yüreğim titreye titreye, öğretmenler odasına gittiğimde, müdürün yanında sınıf öğretmenim Diba Hanım da olacak, acıklı acıklı yüzüme bakacaklar ve "Evladım, sana kötü bir haberimiz var. Ama sakın ağlama. Başın sağ olsun, annen öldü" diyecekler.
Muhtemelen bu kadar kaba bir şekilde olmazdı...
Ama benim korkum böyleydi.
Daha küçük bir çocukken, annemin ölmesinden ölesiye korkardım.
Aklımda, hayalimde binlerce kez, bu sahneyi yaşardım.
Gerçek olursa ne yaparım, ne ederim diye aklımdan geçirirdim:
Ağlar mıyım?
Ne kadar ağlarım acaba?
Yoksa öyle donmuş taş gibi dikilip kalır mıyım?
Peki sonrasında, annesiz ne yaparım?
Ne kadar perişan olurum?
Sokaklarda mı sürünürüm?
Kime anne derim, kim beni onun kadar sever, sabahları saçımı yapar...
Çocuk işte.
*
Sizi bilemem.
Ama benim için öyleydi...
En korkuncu, annemi kaybetmekti...
İçinizde annesi ölenler varsa, onlar henüz bilmediğim bir şeyi biliyorlar.
Onlar, benim hayatta yüzlemekten en korktuğum şeylerden biriyle yüzleşmiş durumdalar.
Kazık kadar oldum, gece yarıları çalan uğursuz telefonlardan hálá korkarım, kanım çekilir.
Telefonun sesi, içimdeki sıkıntıyla yükselir.
Yoksa kötü haber, gecenin bu saatinde mi gelecektir?
Bunun hazırlığı, provası var mıdır, bilmiyorum.
Sadece bu acının, yaşının olmadığı biliyorum.
Belki de bu yüzden fotoğrafçı Gora Günel’in "Doğum, Yaşam, Alzheimer ve Ölüm" çalışmasını izleyince dağıldım.
18 dakikalık bir film.
Ama ne film.
Kendi annesinin filmi.
Onu yaşarken çekiyor, annesi Saime Günel’i canlı kanlı, hayat dolu bir kadın olarak görüntülüyor. Ama sonra annesi ne yazık ki Alzheimer oluyor. Hastalığın bütün aşamalarını kare kare fotoğraflıyor. Her dönemde annesinin değişen ruh hallerini yansıtıyor. Ve sonunda anne, hayata gözlerini yumuyor. Dora Günel, o bölümü de fotoğraflıyor.
Hayatımda ölümü ilk defa bu kadar çıplak ve yalın gördüm.
Kendime gelmem uzun bir zaman aldı...
Bu izlediğimiz şey nedir?- Benim hayatımın projesi. Kim bilir, belki de bir insanın, annemin ölümüyle yüzleşebilmesinin bir yolu.
Ne zamandan beri ölüme kafayı taktınız?- 2000’de babamı kaybettim. Ölümü o zaman düşünmeye başladım. Nedir, ne değildir. Beyaz bir şeye sarmışlardı. Odada kimse yoktu. Açtım ve ona dokundum. Biraz tedirgindim ama sonra olmamam gerektiğini anladım. Çünkü o dokunduğum şey, artık babam değildi. Babam gitmişti, bizi terk etmişti, hissettim. "Bizler, bu bedenlere tıkılmışız, kiralık giysi gibi bunlar, biz gittikten sonra hiçbir şey değiller," diye düşündüm. Ama tabii kimseyle paylaşmadım bu düşüncelerimi. Fakat o gün ölüler hakkında fikrim değişmişti. Ölüm korkum azalmıştı. Evet, evet. Ölülerden korkulmazdı...
Sonra?- Annem Alzheimer oldu.
Yine ölümü mü düşünmeye başladınız?- Hayır, tuhaf bir şekilde aşkı düşünmeye başladım.
Ne alaka?- Annemle babam birbirine çok aşıktı. Babam öldüğünde annem 78 yaşındaydı. Bir adamla 57 yıl, el ele, diz dize yaşamış ve birdenbire yapayalnız kalmıştı. Ben, babam gittikten sonra Alzheimer olmasını ölümle değil, aşk ile bağdaştırdım.
Nasıl yani?- Alzheimer, aşk acısı gibidir. Bir aşk yaşarsınız, terk edilince, depresyona girersiniz. O ayrılık, o yokluk, size o kadar koyar ki, neredeyse dünyayla ilişkinizi kesersiniz. Sadece acınız vardır. Onu yaşıyorsunuzdur. Ve geri kalan her şeyi silmeye başlarsınız. Alzheimer da öyle. Bence kendini terk etmek. Annem, babamdan sonra kendini terk etti.
Peki siz ne yaptınız?- Ben de durmadan annemin fotoğraflarını çektim. Alzheimer sürecini de görüntüledim. Evde portrelerini çekiyordum. Tabii fotoğraf çektikçe, evreleri görmeye başlıyorsunuz. Önce normal bir dönem oluyor, sonra çok neşeli ve çıldırdığı bir zaman başlıyor, müthiş enerjik, müthiş yukarılarda, müthiş kahkahalar, müthiş kreşendo... Ve derken donuklaşıyor. Düşüyor. Dekreşendo. O işte tanımamaya başladığı dönem. Gerçi fotoğraf makinesiyle görünce gülümsüyordu. Ben ona "Senin fotoğraflarını çekmeye hep devam edeceğim" diyordum, o da bana öpücük gönderiyordu.
Çektiniz, çektiniz...- Evet sonra da onu kaybettik. Odasına girdim, örtüyü açtım ve ona dokundum, babama dokunduğum gibi. Babamda hissettiğim duygunun aynısı oldu. "Bu benim annem değil, annem gitmiş. Önce kendini terk etti, şimdi de bizi..." Annem yatakta yatıyordu, sonra yere indirdiler, doktor geldi, boynu tuhaf bir şekilde kalmış, düzeltmeye çalışıyorlar, "Ne önemi var" filan dedim. Her yeri öyle katıydı ki, sinemacılar dikkat etmiyor, bir ölüyü taşıyorlar, ölümün kolu sarkıyor mesela, yanlış, mümkün değil ki, ölüleri kıpırdatamıyorsun...
Bütün bu karmaşa içinde siz hálá fotoğraf çekmeye devam ediyorsunuz öyle mi, nasıl?- Oluyor. Benim yaşadığım bir yüzleşmeydi. İnsana en acı verecek şeylerden biriyle yüzleşme. Annem benim her şeyimdi, geçmişimdi. Geçmişimle yüzleşme... Hastane, morg, gasilhane, yıkanma, sarılma, gömülme. Hepsini, hepsini çektim. Her aşamanın fotoğrafını çektim.
Ne hissediyorsunuz?- Gözümün önünde giderken ölüme yaklaşan annemin fotoğraflarını çekerek, yasımı içime atmak yerine, dışa vuruyordum. Tabii fotoğrafçılık ruhu da var. Bu sürecin de belgelenmesi lazım, onu da biliyorum. Birilerinin bunları yapması gerekiyor. Ben hem yaşamı, hem Alzheimer’ı hem de ölümü görüntüledim.
Sonra da, başına doğum eklediniz... Neden, yeniden doğma isteği mi?- Belki de. Bir arkadaşımız hamileydi, "Doğum fotoğraflarını çekmemi ister misin?" dedim, bir ay öncesinden çekmeye başladım, doğumun olacağı gün birlikte hastaneye gittim, girişten itibaren çalıştım, doğumhanede de çektim. O süreci de ekledim: "Doğum, Yaşam, Alzheimer, ve Ölüm." 17, 18 dakikalık bir film haline getirdim.
İzleyen oldu mu?- Oldu.
Nasıl tepki verdiler? Benim gibi şoka girdiler mi?
- Eskişehir Üniversitesi’nin Fotoğraf Günleri’nde gösterdim. Salondan çıt bile çıkmadı. Herkes o kadar sessizleşti ki, neredeyse insanların kalp atışları duyulacaktı. Ve sonra hıçkırıklar başladı. İlk defa böyle bir şeye tanık oldum. Soru bile soramadılar. Kim bilir belki de sert geldi. Sonra bir sosyolog kalktı ayağa ve "Teşekkürler. İki büyük tabu var hayatımızda: Ölüm ve doğum. Sizi ikisini de belgelemişsiniz" dedi.
DORA GÜNEL KİMDİR?Bosch Siemens firmasında profesyonel yönetici olarak çalışıyor. Beyaz gömlekler giyip işe gidiyor. Ama ruhen asıl mesleği fotoğrafçılık. Uzun soluklu sosyal belgesel projeler hazırlıyor. Ve fotoğrafçılık dersleri veriyor.