Oleey... First dog'la da tanıştım

Sabahın dördünde o tatlı uykudan uyanmak kadar zoru var mıdır acaba?

Var!

Sabahın 06:00'ında Almanya'ya uçmak!

Yani bu kadar mı istemez insan? Yani bu kadar mı keşke kaçırsam şu uçağı diye dua eder? Önümüzdeki 24 saati hayal bile etmek istemiyorum! Önce bilmem kaç saat Frankfurt'a uçulacak, haldur huldur terminal değiştirilecek, aktarma yapılacak, sonra yine uçağa oturulacak, yine uçulacak ve en nihayetinde, şişmiş bacaklarla Berlin kucaklanacak. Ama Berlin'i kucaklamak filan istemiyorum ki. Ben aslında annemin memleketini sevmiyorum ki.

*

Bir türlü anlatamadım kimseye.

‘‘Almanca bilmiyorum’’ diyorum.

‘‘Ben yanlış adresim. Beni Almanya'ya habere göndermeyin.’’

‘‘Nasıl olur, senin ana-dilin Almanca’’
diyorlar.

Anlıyorum ama konuşmayı reddediyorum, olamaz mı yani, illa kendimi Türkçe dışında ifade etmem gerekiyorsa, İngilizce'yi tercih ediyorum.

Ve piyangodan bana çıkana bakar mısınız?

Alman Cumhurbaşkanı. Şaka gibi. Ölüyorum korkudan. Ucunda rezil olmak var. Ya bu insanlar bir Alman inadı tutturup İngilizce konuşmazlarsa? Ya haşmetli devlet erkanıyla ortak bir dil tutturamazsam? Ya kendimi oralarda yapayalnız hissedersem? İlk uçakla ben geri mi dönsem? En iyisi anneme haber vereyim ‘‘Ayşe kendini iyi hissetmiyor bugün, röportaja gelemeyecek’’ desin.

*

Hem ne giyeceğim ben o Saray'a giderken...

Abuk sabuk bir açılışa giderken akla karayı seçiyorum ben. Allahtan yanımda bir Nurcan Akad takımı var, koyu renk bir takım elbise yani, bir de beyaz gömlek, kurtarır belki durumu. Yine de dürttü şeytan beni, aldım yanıma Demirel kıyafetimi. Ne hoş olurdu dünyadaki bütün cumhurbaşkanlarıyla (ama İngilizce konuşarak) o kıyafetle röportaj yapmak.

Tamamen saçmalıyorum.

Dekolte giydiğim için suçlanmıştım, ben iyice belamı arıyorum.

*

Şansım tersine mi dönüyor nedir?

Tamam altı saat sürdü yolculuk ama bacaklarım şişmedi...

Geldik Berlin'e. Üstelik hava şahane. Nurcan Akad takımını mümkün değil giymem, patlarım içinde. Berlin Büro Şefi Ahmet Külahçı ve ekibi (bir de Frankurt'tan Alaverdi) beni cesaretlendiriyorlar: ‘‘Bu ülkedeki protokol anlayışı farklı. Pis ve bakımsız olmadığın sürece dilediğin gibi giyinebilirsin. Alman Cumhurbaşkanı'nın takacağı en son şey kıyafetindir.’’

Vay be.

Saray'daki görüşmeye daha vakit var, güzel bir İtalyan lokantasına gidiyoruz. Bir kadeh kırmızı şarap her daim iyi gelir insana. Geliyor ve ben yıllardır Almanya'da yaşayan tecrübeli gazetecilerden Rau hikayeleri dinliyorum. Benim korktuğum kadar değilmiş. Johannes Rau, anlatıldığına göre son derece şeker biriymiş.

*

Öyleydi gerçekten.

Karısı da basın sözcüsü de.

Hatta köpeği de...

Yani Almanlar'ın sadece ‘‘first lady’’sini değil, ‘‘first dog’’larını da gördüm! Üstelik kendimi o bir saatlik röp. esnasında bir Saray'da Cumhurbaşkanı ve eşiyle görüşüyormuş gibi değil de, bir cafe'de birbirine aşık bir çiftle sohbet ediyormuş gibi hissettim. Çok açık insanlar. Ve insana ‘‘pes’’ dedirtecek kadar sade ve mütevazılar.

*

Ben İngilizce sordum.

Rau, Almanca yanıtladı.

Anlamadığım bir şey olunca, tercümanımız Deniz Hanım yardımcı oldu.

Şahaneydi yani, üç dilde gerçekleşen bir röportaj.

Ve eğlenceliydi arkadaşlar.

Sırada hangi cumhurbaşkanı var?

HAMİŞ: Bu yılın tatil öncesi son röportajını okudunuz. İyi bir final olduğunu düşünüyorum. Siz bunu okurken, ben denize giriyor olacağım. İnanın sizin yerinize de yazın bütün nimetlerinden yararlanacağım. Yanacağım, şahane olacağım, bol bol cup cup yapacağım. Yüzeceğim, uyuyacağım ve yollarda serserilik yapacağım. Bu yüzden bu röportaja dair memnuniyetinizi müdüriyete bildireceksiniz. Şikayeteniz varsa, bana bildireceksiniz ama... Ben de tatildeyim, ne yapalım!

HAMİŞ 2: Christina Rau bana, ‘‘Bir sonraki röportajda Almanca konuşmanı rica ediyorum’’ dedi. Ben de kırmamak için ‘‘Olur’’ dedim. Önümde iki alternatif var: 1) Hızlandırılmış Almanca kurslarına gitmek 2) Bu röportajın ikincisini asla yapmamak. Bakalım başıma hangisi gelecek?
Yazarın Tüm Yazıları