Paylaş
Canan Tan, hakkında çok konuşulanlardan.
Kimileri, edebi değeri olmayan bestseller’lar yazmakla eleştiriyor onu. Kimileri de “Hadi oradan! ‘Piraye’, ‘Yüreğim Seni Çok Sevdi’, ‘Eroinle Dans’ son derece başarılı romanlardı” diyor.
Kim ne derse desin...
Şurası su götürmez:
Yazdıkları çok satıyor!
Ne yazsa satıyor.
Canan Tan’ın edebiyat dünyasına girişi, mizah öyküleriyle.
‘İster Mor İster Mavi’yle 1996’da Aziz Nesin Ödülü’nü kazanıyor.
*
Ankara’da doğuyor ve eczacılık okuyor.
Evet, o bir eczacı.
Ve tabii herkes ona hep aynı soruyu soruyor:
“Eczacı iken, nasıl edebiyatçı oldunuz?”
Oysa o, yazı hayatının eczacılığından çok daha önce başladığını söylüyor, lise yıllarında... Şiir yarışmalarında ödüller kazanıyor, fen bölümü öğrencisi olmasına rağmen, edebiyat öğretmeniyle okul gazetesini çıkarıyor.
Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girmek isterken, Türkiye çapında bir dereceyle üniversiteye girince, yakınları, eczacılığın ona daha uygun olduğunu söylüyor.
Onun da işine geliyor, yazı hayatını da bir şekilde sürdürebileceğini düşünüyor.
Ne var ki, mezun olur olmaz evlenerek Diyarbakır’a gidiyor.
Hayır, hiç pişman olmuyor.
“Diyarbakır’a gitmesem ‘Piraye’yi yazamayacaktım!” diyor:
“Eczacı olmasam da ne ‘Eroinle Dans’ı ne de ‘En Son Yürekler Ölür’ü...”
*
Yarışmalara gönderdiği öykülerle ödüller alınca, adı duyulmaya başlıyor. 1996’daki, Aziz Nesin Ödülü’nü, ardından Rıfat Ilgaz Gülmece Ödülü’nü kazanıyor. Sonra çocuk kitapları yazmaya başlıyor. Çocuk edebiyatında da her girdiği yarışmadan ödülle çıkıyor. 2002’de yetişkinler için ilk öykü kitabı basılıyor: ‘Çikolata Kaplı Hüzünler.’
2003’te ise onun için milat sayılabilecek ilk romanı: Piraye!
Gerisi çorap söküğü gibi geliyor.
Şu anda Türkiye’nin en çok satan yazarlarından biri...
Yaz için de eğlenceli, sıcak, bir kitap yazdı...
Onun deyimiyle bir ‘ara nağme...’
Yeni bir kitap yazdınız, adı da ‘Ah Benim Karım, Ah Benim Kocam’... Pek sizin tarzınız değil. Nereden çıktı bu eğlenceli/ öğretici/ibret verici hikâyeler?
-Şöyle bir çevrenize bakın. “Ah benim karım!”, “Ah benim kocam!” diye feryat figan eyleyen öyle çok insan var ki... Onların sesi olmak istedim. Ama kimseyi incitmeden, gülerek, güldürerek...
Bizi, bize mi anlatmak istediniz? Ayna mı tutmak istediniz?
- Aynen öyle. Aynalar ne kadar benzer olsa da yansımaları farklıdır. Benim tuttuğum aynanın, hem kadınları hem de erkekleri eksileri, artıları ve zaaflarıyla yansıtacağını umuyorum.
Ne kadar insan varsa o kadar farklı ilişki biçimi mi var?
- Evet. Dünya üzerinde ilişki biçimi kadar farklılık gösteren bir kavram yok. Ancak bu öykülerde okurlarım, “İşte benim karım” ya da “İşte benim kocam” dedirtecek ortak noktalar bulabilecekler.
Bunlar duyduğunuz, tanık olduğunuz hikâyeler mi yoksa kurguladığınız hikâyeler mi?
- İkisi de. Duyduğum ya da tanık olduğum hikâyeler de var ama kurgu ağır basıyor. Yaşanan bir olayı farklı bakış açısıyla yeniden kurgulayıp mizah öğeleriyle bezeyeceksiniz ki, adı ‘mizah öyküsü’ olsun.
Kitaptaki gözlemleriniz çok zengin. Bu zenginliğin kaynağı ne?
- Gözlem ve araştırmacılık, yazarken izlediğim yoldaki vazgeçilmezlerim! Roman ve klasik öykülerimde, hatta çocuk kitaplarımda bile gerekli incelemeyi yapmadan yazmaya oturmam. Bir tür mükemmeliyetçilik anlayacağınız.
Eğlendiniz mi yazarken?
- Çook... Ben eğlenerek yazmasam, okurum eğlenerek okuyabilir mi? Mizah benim yaşam biçimim. Yaşamın içindeki küçük ayrıntıların gülünecek yanlarını bulup çıkarmak, son derece keyifli.
Bilimsel kaynaklardan yararlandınız mı?
- Tabii ki. Özellikle tıbbi dayanaklara gereksinim duyan öykülerde derinlemesine inceleme yaptım.
Hızlıca okunuyor, diliniz de çok akıcı her zamanki gibi, alıp götürüyor... Yaz şarkıları gibi, yazın kolay okunan kitap mı yapmak istediniz?
-Bu kitap tam bir ‘ara nağme’. Bir önceki kitabım ‘Pembe ve Yusuf’, töreleri konu alan çok sert bir romandı. Bundan sonra gelecek olan ise ondan da sert olacak. Cezaevlerine girip, ağır suçlardan hüküm giymiş kadınları yazacağım. Bu trajik temalar duygu yorgunluğu yaratıyor haliyle. Araya bir mizah kitabı alarak duygularımı dinlendirdiğimi söyleyebilirim.
Zaten çok okunuyorsunuz, bu kitapla daha çok mu okunacaksınız?
- Umarım öyle olur. Ama gözlemlerime dayanarak söylüyorum ki, Türk insanı hüzünlenmeyi ve ağlamayı seviyor. Amacım onları biraz da gülmeye alıştırmak.
Erkeklerde... Peter Pan Sendromu, Dolunay Sendromu, maç manyaklığı, titizlik, emekli koca sendromu, yağmur adam ruhlu koca gibi şeyler anlatıyorsunuz... Bunlar, erkeklerde standart şeyler mi?
- Her erkeğin sendromu farklı. İyi ki hepsi birden aynı kişide toplanmıyor! Ama bu özelliklere arıza gözüyle bakmamalıyız. Günahıyla sevabıyla bizim erkeklerimiz onlar...
Erkekler, bir türlü büyüyemeyen çocuklar mı?
-Evet. Ancak bu tabloda bütün suç biz kadınların! Oğullarına asla kıyamayan analar, birer ‘koca bebek’ teslim ediyorlar gelinlerine. Pirincin taşını ayıklamak da o gariban gelinlere düşüyor haliyle.
Bu kitapta kadınlara iltimas geçtiniz mi?
- Asla! Ama itiraf etmeliyim ki, ‘Ah Benim Kocam!’ diye koyulmuştum yola. ‘Ah Benim Karım!’ diyen erkekler yoktu hesapta. Sonradan sağladık dengeyi. İşin ilginç yanı, erkek ağzından yazdığım öyküler, ilk okuyanlar tarafından daha çok beğenildi.
Temizlik manyağı kadınları, maymun iştahlı kadınları, ruhsal yönü arızalı kadınları, estetik ameliyat meraklısı kadınları, aykırı ve sıradışı kadınları, diyetçi kadınları, öpücükle iş halleden kadınları yazmışsınız... Sizde hangi sendrom var?
- Bunların hepsinden birer tutam alın, bir kâsede karıştırın. İşte ben! Toplum içinde sırt sırta yaşadığımız kadınlardan hiçbir farkım yok benim de...
Kadınlarla daha mı iyi anlaşıyorsunuz?
- Cinsiyet farkı gözetmiyorum. Kadın-erkek her yaştan, her kesimden insanla yıldızım barışık. Ancak ezilen, hor görülen, şiddete maruz kalan, acımasızca katledilen kadınlarımıza karşı da son derece duyarlıyım.
Kadınlar daha mı gelişmiş varlıklar?
- Neye göre gelişmişlik? Beden olarak değilse de ruhsal ve duygusal yönden daha gelişmiş olduğumuzu iddia edebiliriz, ama genelleme yapamayız. Son derece duygusal ve hassas erkeklerimiz de var çünkü. Ancak erkekler de “Her şeyin en iyisini biz yaparız!” havasına girmesinler. Elimiz armut toplamıyor. Akılsa akıl, beceriyse beceri, başarıysa başarı. Baksanıza, “Kadın mizah yapamaz!” diyen sabit fikirli erkeklere inat, mizah bile yapıyoruz biz...
Her erkeğin sendromu farklı. İyi ki hepsi birden aynı kişide toplanmıyor! Ama bu özelliklere arıza gözüyle bakmamalıyız. Günahıyla sevabıyla bizim erkeklerimiz onlar...
İDDİALI İSİMLER SAHİBİNİ ZORA SOKUYOR
İnsanların isimlerinin karakterlerini şekillendirdiğine gerçekten inanıyor musunuz?
- Kesinlikle. Bir dereceye kadar olsa da isimler kişiyi şartlandırıyor. İmza günlerinde yaptığımız sohbetlerde, Naz ve Nazlı adlı okurlarımın gerçekten de nazlı, Melek’lerin sakin ve uysal, Gözde’lerin ise ailesinin gözdesi ve biriciği olduğunu saptayabiliyorum.
Hangi isimleri kesinlikle koymamak gerekir?
- Anaların, babaların bileceği iş. Ama çok iddialı isimler, sahibini zora sokuyor. Yanı sıra, aile büyüklerinin adı verilirken de iyi düşünülmeli. Toplumumuzda hangi gelin, kayınbabasının adıyla oğlunu çağırırken, “Seni gidi eşek sıpası!” diyebilir?
Paylaş