Paylaş
Daha önce de size anlatmıştım.
Tijen ile Oğulcan’ın evlerine gittiğimi...
‘Yarım Kalan Hayatlar-24’ olduklarını, Vakko’dan gelen 20 bin liranın onların hesabına yatırıldığını...
Dünyanın en güzel, en ışıklı, en ‘ev’ gibi evi.
(Bir kere daha, yıllardır o evin kirasını ödeyen, isminin açıklanmasını istemeyen o muhteşem kadına teşekkürler, Allah razı olsun. Çünkü onların kafalarını sokacak yerleri de yoktu.)
Çok da mutlu oldular gittiğime, bana nasıl hizmet edeceklerini, nasıl ikramda bulunacaklarını şaşırdılar.
Cümlenin doğrusu şöyle olmalı:
Evlerine gelip giden insan sayısı o kadar az ki, misafir geldi diye sevindirik oldular!
Neden evlerine gelmiyor kimse?
Çünkü kimse Oğulcan’ın bulunduğu bir yere girmeye cesaret edemiyor.
Karşıdan baktığında o melek gibi çocuk, hastalığı yüzünden, ansızın, ortada makul bir sebep yokken ‘vahşi hayvan’a dönüşebiliyor.
Durduk yerde kafasını duvarlara çarpmaya başlıyor, elinde ne varsa fırlatıyor, karşısındakine vuruyor, kendi yere atıyor, tepiniyor veya elinizde kaynamış su dolu çaydanlık varken size saldırıyor.
Yanmışsınız ya da o yanmış hiç fark etmiyor. Ne oluyorsa iç dünyasında, kafasının içinde, birdenbire şiddet uygulamaya başlıyor. Sadece kendine değil, başkalarına da...
O GÜZEL EV ONLARIN HAPİSHANESİ
O evde iki erkek evlat ve bir anne yaşıyor.
Küçük oğlan, okula gidip geliyor, onun bir hayatı var. Büyük oğlan yani Oğulcan bu şiddet eğilimi yüzünden hiçbir zaman dışarı çıkamıyor çünkü sokağa çıkınca zaptedilmesi mümkün olmuyor.
O yüzden hep evde.
Dolayısıyla annesi Tijen de evde.
Onunla eve mahkûm.
O güzel ev, onların hapishanesi.
Bazen anneanne eve gelecek de...
Tijencik, 15 dakika nefes alabilmek için kendini sokaklara atacak.
Aksi gibi anneanne de kanser, kemoterapiye gidiyor.
Öyle bir yaşamları var ki...
Neresinden tutsanız, elinizde kalıyor.
Oğulcan’a çok üzülüyorum ama Tijen’e de en az onun kadar üzülüyorum.
Hayat mı bu?
Her ne kadar şikâyet etmemeye, pes etmemeye, hayata sürekli olumlu bakmaya çalışsa da...
Nasıl bir azaptır bu?
20 KİŞİLİK EKİP HAZIR BEKLİYOR
Tijen, biraz olsun Oğulcan’ın şiddet eğilimi kontrol altına alınabilir mi umuduyla Bayındır Hastanesi’ne götürüyor çocuğunu. Bu işlem için hastanenin ve Medline’nın bütün olanakları seferber ediliyor. Eksik olmasınlar!
Da... Bu cümlenin gerçek hayattaki karşılığı sizin zannettiğiniz kadar kolay bir şey değil.
İlk sakinleştiriciyi meyve suyu içinde Tijen veriyor. Bir saat sonra, Oğulcan sersemleyince anestezist doçent doktor Alper Kararmaz ve ekibi, damardan gerekli ilaçları verebiliyorlar. Ancak ondan sonra Oğulcan, tetkiklerinin yapılması için ambulansla Bayındır Hastanesi’ne götürülebiliyor.
Hastanede 20 kişilik bir ekip organize olmuş biçimde Oğulcan’ı bekliyor. Boyun filmi ve beyin tomografisi ile MR’ı çekiliyor, tahlil için kan alınıyor.
Hastanede geçirdikleri iki-üç saat içinde gördüklerinden etkilenen işletme direktörü Cem Talas, tanıtım koordinatörü Filiz Ünaldı, hasta hizmetleri müdür yardımcısı Didem Yaşar, Tijen’e sarılıp sarılıp güç vermeye çalışıyorlar.
İşlemler tamamlandıktan sonra Oğulcan uyandırılıyor ve tekrar ambulansla evine bırakılıyor, yatağına yatırılıyor...
Ve Oğulcan o günü sakin bir şekilde, şiddetsiz geçiriyor.
Beyin cerrahı doçent doktor Celal İplikçioğlu, Oğulcan’ın tetkiklerinin sonuçlarını şöyle iletiyor Tijen’e:
“Oğulcan’ın beynine takılan şantların çalışıp çalışmadığını bilmiyoruz. Uçlarını da göremiyoruz, şantın markasını da bilmiyoruz. O zaman şantın hortumu uzun bırakılmış ama biz şu anda onu da izleyemiyoruz. Ancak kafa içinde herhangi bir basınç da göremiyoruz. İyiyken kafasının içine dair bir bilgimiz olmadığı için bir kıyaslama da yapamıyoruz. Elde ettiğimiz tüm sonuçları değerlendirdiğimizde şu an için cerrahi girişimde bulunmayı uygun görmüyoruz.”
MİLYONDA BİR RASTLANAN BİR VAKA
Tijen ne yapıyor? Bayındır Hastanesi’nden aldığı sonuçlarla birlikte Oğulcan’ı Balıklı Rum Hastanesi’ne, profesör doktor Mansur Beyazyürek’e götürüyor ve ondan şöyle sözler duyuyor:
“Maalesef beyninin üst korteks tabakası harap olmuş. Saldırganlığı bu yüzden. Kötü haber, saldırganlığı daha da artabilir. Bu tip hastalar dünya üzerinde görülebilecek en ağır grup. Yalnızca Türkiye’de değil, dünyada da çok az sayıda karşılaşılan bir hastalık. Oğulcan, milyonda birden bile az rastlanabilecek bir hasta. Bunca yıllık meslek hayatımda bu güne kadar hiç karşılaşmadım böyle bir vakayla. Ne var ki, medeni hiçbir ülkede, devlet, bu tip hastaların aileleriyle birlikte yaşamalarına izin vermez. Çünkü hem hasta için hem ona bakan yakınları için hayati tehlike söz konusu. Ama bizim ülkemizde ne yazık ki elimiz kolumuz bağlı.”
Tijen’in hocadan duydukları bunlar. Yurtdışından getirtilmesi gereken bir ilaç yazıyor, tansiyonu düşürüp halsiz bıraksın da Oğulcan’ın saldırganlığı bir nebze azalsın diye...
Ne yapsın Tijen?
Eve dönüp gündüz gece ağlamaktan başka...
Sonra da ilacı getirtebilmek için girişimlerde bulunmaya başlıyor.
Milyarda bir bile olsa çare uğraşacak, çabalayacak, çırpınacak.
Ne yapacak edecek o ilaca ulaşacak.
Oğulcan onun canı, ciğeri, oğluşu.
O iyi olacak, ayakta kalacak, iki ayağının üzerinde sağlam duracak ve...
Özürlü çocuğuna bakacak.
Ve dua edecek onun arkasında kalmasın diye.
İyi de... Tijen de insan değil mi? Bir nefes almaya hakkı yok mu?
ÇARE ORHAN BARLAS OLABİLİR Mİ
Profesör doktor Orhan Barlas beyin cerrahı.
Daha önce de duyduğumuz bir isim. Ve daha çok çok duyacağımız, duymaya devam edeceğimiz bir isim.
Adanalı, Tarsus Amerikan Kolejli. Memleketimin gurur duyduğu isimlerden biri. Meslektaşlarının uygun gördüğü sıfat: ‘Tıpta çığır açan müthiş doktor!’
Çapa Tıp Fakültesi’nde ders veriyor. Alman Hastanesi’nde çalışıyor.
Ameliyat sonucu saldırganlığı önleyebildiği bir efsane olarak dolaşıyor ortalıkta.
Acaba diyorum acaba...
Hoca...
Oğulcan’a da bir el uzatsa...
Tijen’in hayatına mal olmadan önce...
Özürlü çocuğunun saldırganlığına çare olsa...
Tijenciğin de insan olduğunu hatırlamasına yardımı dokunsa...
Çok şey mi istemiş oluruz hocam!
İpek Hanım’ın Çiftliği’nden ne alınır?
Sevgili Ayşe. Pınar, muazzam bir insan. Uzun zamandır alışveriş yaparım kendisinden. Ne alınır diye sormuşsun. İşte alıp denediklerim ve tavsiye ettiklerim: Menemenlik iç, otlu börek içi, bazlama, çocuklar için karışık kuruyemiş, zeytin, peynir, tarhana, her türlü sebze, turşu ve baharatlar... (Özlem Aysoy)
? Özlem, Özlem. Niye bunca zaman Pınar’dan söz etmedin? Niye keşfettiğin şeyleri benimle paylaşmıyorsun? Neden ben geç kalıyorum? Evet, bana da Pınar’dan bir kutu geldi. Domateslere bayıldım, salatalıkların önünde saygı duruşuna geçtim. Hele turplar! Dilimlerken, kendimden geçtim, bu kadar kütür kütür olur. Köy peynirine âşık oldum. Otlu börek içi, şiir gibiydi. Bazlamayı alıp kaçmak istedim. Ama daha fazlasını da yazmak da istemiyorum. Çünkü senin de bildiğin gibi, Pınar’ın, bu işten para kazanma gibi hevesi yok. Zaten Sezen Aksu’dan Türkan Sabancı’ya kadar herkese yolluyor. Bu gidişle bize de yollayamayacak. Çünkü karşılaştığım herkes, ondan bir şeyler sipariş etmiş. Yandık! Öpüyorum seni.
Bir sürü, bir sürü ‘Yarım Kalan Hayat’ birikti. O kadar çok şeye birden daldım ki bu aralar, yapamadım. Affedin. Bitmez tükenmez bir suçluluk duygum var. Elimde değil, suçluluk duyuyorum, bazen işten bir ay izin almak istiyorum. 30 günde, 30 insan için 20 bin lira kazanmak istiyorum.
O kadar çok talep var, o kadar yaratıcı fikir var ki, “Gel yaz, 20 bin lira verelim, sen de hayatı yarım kalan insanlara ver” diyorlar.
Yapacağım, yine saldıracağım, her şeye... Söz! Yakında.
Ajda kıpkırmızı Ferrari
Geçenlerde konuştuk, kimler geldi kimler geçti diye...
Hayatımıza damgasını vuran pek çok insan, bizim hep ruhumuzda dolaşıyor, onların şarkılarıyla biz coşuyoruz ama... Bizden sonraki jenerasyona kalabilecekler mi?
Onlara da değebilecekler mi?
Bütün o çocukluğumuzun şarkıcıları...
Düşünün: Burada tek tek isim saymak istemiyorum ama sonraki kuşaklara ‘paket’ olarak kalabilen nadir insanlardan biri Ajda.
Kim bilir kaç yaşında ama ne önemi var, hep fıstık, hâlâ fıstık ve yaşsız.
Şarkıları, enerjisi, havası, imajı...
İnanılmaz bir şey ama kaç jenerasyonu geçirdi elinden.
Ve anasını satayım, o hiç yaşlanmıyor.
Hep, herkesi sollayan kırmızı bir Ferrari gibi!
Enerjisine hayranım.
Daim olsun.
Kendisinden çok daha derin tipleri bile resmen ‘gömdü’.
Onun yaşıtları ‘teyze’ oldu, ‘amca’ oldu.
O hep yaşsız.
O gerçekten kırmızı bir Ferrari!
Paylaş