O kanlar ne oldu?

Hatırlayalım: Türkiye’deki, hatta dünyadaki en büyük sivil hareketlerden biriydi. Bu ülkedeki binlerce kişi, bir insanın, Oktar Babuna’nın hayatını kurtarabilmek için gitti, kolunu uzattı ve kan verdi. Çünkü genç beyin cerrahı, ölümle pençeleşiyordu.

Lösemi hastasıydı, ilik nakli gerekiyordu. Kampanya, çığ gibi büyüdü, kanlar ve bağışlar toplandı, toplandı. Sonra ne oldu? Dönemin Sağlık Bakanı çıktı, "Bu işte bir iş var. Burnuma kötü kokular geliyor" dedi. Ve birdenbire sihir bozuldu. Yoksa cehenneme giden yol, gerçekten iyi niyet taşlarıyla mı örülüydü?.. Bizler, iyi niyetimizin kurbanı mı olmuştuk?..

Kandırılmış mıydık?.. Bizden alınan ve Amerika’lara yollanan kanlarla, genetik şifremiz mi çözülecekti?.. Türk geninin şifreleri, düşmanlarımızın eline mi geçiyordu?..

Dün Babuna ailesinin Adnan Oktar hakkındaki iddialarını okudunuz. Bu kampanya meselesi de benim aklımı kurcalıyordu. Sordum. Profesör Cevat Babuna yanıtladı. Dün yer yoktu, bugün yayınlıyorum...

HAMİŞ: Hepinizin bayramını kutluyorum.

O kanlar ne oldu?

- Oktar, 1988’de New York Üniversitesi’ndeki beyin cerrahisi ihtisasını tamamladıktan sonra Türkiye’ye döndü ve rahatsızlandı. Teşhisi, M.D. Anderson Kanser Hastanesi koydu: Richter Hastalığı. Yani Lösemi artı Hodgkin...

Lösemiden daha tehlikeli bir şey mi?

- Evet. Şimdiye kadar dünyada 40 vaka teşhis edilmiş. Hastaların hepsi de, hayatını kaybetmiş.

Nasıl bir tedavi uygulandı?

- Çok ağır bir kemoterapi. Başarılı bir sonuç verdi. İnanılmaz sevindik. Hastane, kemik iliği nakli yapılmasına dahi gerek görmedi. Oktar, Türkiye’ye döndü, biz kábus bitti zannettik. Ne yazık ki 6 ay sonra, hastalık tekrarladı. Talimat kesindi: "Kemik iliği nakli şart, yoksa hastayı kaybederiz!" Amerika’da, milyonlarca donörü bulunan bir kemik iliği bankasına başvurduk. Uygun ilik bulunamadı. Avrupa’da araştırdık. Orada da bulunmadı. Kendi halkımız arasından aramamız önerildi.

OTURDUM AĞLADIM

Sonra?

- Sonra, Lösemili Çocuklar Vakfı’na başvurduk. Kemik iliği bankaları yokmuş. Biz tabii vazgeçmiyoruz, sürekli araştırıyoruz. Tıbbi Biyoloji Laboratuvarı’nda organ nakilleri sonucu toplanan 10 bin kadar kan örneği olduğunu öğrendik. Ama bu sayı ümitsizdi. Çünkü bize, 50 binde bir, uyma ihtimali olduğu söylendi. Ne var ki laboratuvar, günde 3-4 örnekten fazlasına bakacak güçte değildi. Çaresizlik içinde, gazeteye ilan verdim. Uygun bir ilik verebilecek donör çıkarsa, donöre 10 milyar Türk Lirası hediye verecektim. Hastanın, genç bir beyin cerrahı olduğunu da, isim vermeden belirttim....

Böylelikle kampanya başlatıldı...

- Evet, evet. Çok ümitli değildim açıkçası. İlk etap, Abdi İpekçi Spor Salonu’nda yapılacaktı. O sabah, erkenden Abdi İpekçi’ye gittim. Sabahın körü olmasına rağmen, dışarıda belki 100 metre uzunluğunda 5’li insan kuyruğu, kanını aldırmak üzere bekliyordu. Gözlerime inanamadım. O kadar duygulandım ki, bir duvarın dibine oturdum, ağlamaya başladım. Ertesi gün, gazeteler bu olayı haber yaptı. Kampanyaya bir isim de vermişlerdi: "Oktar Babuna Kampanyası." O sırada Oktar, Amerika’da bir hastanede Azrail’le boğuşuyordu, bense yaşlı ve yorgun savaşçıydım. Ama umutlanmaya başlamıştım...

"Ben bu işin altından kalkamam" diye hiç düşünmediniz mi? Çünkü kampanya çığ gibi büyüyordu...

- Düşünmez miyim? Sırf bu yüzden, eski bir öğrencim olan Tıp Fakültesi Dekanı’na gittim. "Beni aşıyor bu işler" dedim, sahip çıkacak bir komisyon kurulmasını rica ettim. Nitekim, dekan; ETTİBA Odası başkanı; Tıbbi Biyoloji Laboratuvar şefi ve Hematoloji’den ibaret beşlik bir komisyon, kampanya sonuna kadar görev yaptı ve bütün harcamalar onların kararıyla yürütüldü. Laboratuvar, kapasitesini günde 1000 örneğe yükseltti. Ama günde ortalama 10 bin kan toplanıyordu. Kanlar bozulmasın diye Almanya’ya gönderilmeye başlandı. Derken, Amerika’ya gönderildi...

Bizim kanlar Amerika’ya böyle gitti yani!

- İyi de, kanlar, dışarıya barkod şifreli olarak gidiyordu. Hasta isimleri de, İstanbul’da bir kasada korunuyordu. Demek istiyorum ki, kimse bu bilgileri dışarıda kullanamazdı.

Paralar da toplandı...

- Evet. Para işini vilayet üstlendi. Vilayet yetkilileri tarafından toplanıp Ziraat Bankası’na yatırılıyordu, oradan da İstanbul Tıp Fakültesi Vakfı’na gidiyordu. Bütün harcamalar, Tıp Fakültesi’nde kurulan o komisyon tarafından harcanıyordu. Babuna ailesinin her hangi bir ferdinin kampanyanın herhangi bir yanıyla direkt bir ilişkisi yoktu. Kampanya, Türkiye’nin çeşitli vilayetlerinde, Almanya’nın çeşitli şehirlerinde, Amerika’da, hatta Avustralya’da yürütülüyordu. CNN International, kampanyayı "Yeryüzündeki en büyük sivil harekat" olarak iki defa haber yaptı.

Peki ne oldu da, her şey birdenbire tersine döndü? Kafalar karıştı. Birçoğumuz kampanyaya, hatta Oktar’ın iyileşmesine bile şüpheyle baktık...

- Ne mi oldu? Yeni seçilen bir sağlık bakanı ortaya çıktı, "Burnuma pis kokular geliyor" dedi. "Kanlarımız Amerika’ya gönderiliyor. Genetik şifrelerimizi çözecekler. Bu bilgileri de Türkiye’ye karşı, kimyasal silahlar şeklindekullanacaklar!" şeklinde absürd şeyler söyledi. Bununla da yetinmedi, hepimiz hakkında suç duyurusunda bulundu.

Hepiniz?...

- İstanbul Tıp Fakültesi, tedavi gören oğlum Oktar, ben ve emeği geçen herkes hakkında... Komisyon başındaki Dekan ise, basına ilginç bir duyuru yaptı: "Bu kampanyaya ait bir kuruşluk kötüye kullanılmışlık tespit edilirse, ben kendimi fakülte kapısında asarım!"

Peki sonuç?

- Fakülte 7 ayrı teftiş geçirdi. Bütün teftişler ve tetkikler sonucu, bakanlıktan ailemize gelen (7.04. 2000 tarihli ve 1999/6075 sayılı) yazıyla takipsizlik kararı verildiği duyuruldu. Yani kampanyada hiçbir usulsüzlük bulunmamıştı... Zamanında Sağlık Bakanlığı, Kampanya’ya sahip çıkıp yürütseydi, bugün dünyanın en büyük kemik iliği bankası Türkiye’de olacaktı. Bu durum, Türk halkına büyük prestij, hizmet ve güvence sağladığı gibi büyük gelir sağlayacaktı.
Yazarın Tüm Yazıları