Paylaş
İkisi de boşanmış. İkisinin de aynı yaşlarda oğulları var. Ve işte bu ikili, iki buçuk yıldır büyük aşk yaşıyor...
Ludmila Filipova, ‘Bulgaristan’ın Elif Şafak’ı olarak anılıyor. Altıncı romanını tamamladı ama Türkçeye ilk romanı çevriliyor. Romanlarını bir gazeteci gibi yazıyor, ‘Aramızdaki Duvar’ı seveceğinizi umuyorum.
Eski Bulgar başbakanlarından Grişa Filipov’un torunu.
Ludmila ile Tuna’nın birlikteliği resmen tesadüflerin aşkı...
‘Aşk Tesadüfleri Sever’ filmi gibiler!
1- İkisinin de annesi-babası, artık hayatta değil.
2- İkisinin de annesi kanserden, babası kalp krizinden ölmüş.
3- İkisi de boşanmış, aynı yaşlarda oğulları var.
4- İkisinin de bir ablası var.
5- İkisi de hayatta yalnız tipler; daha doğrusu, yalnız var olabilmeyi becerebilen insanlar.
6- İkisinin de dedesi Filibe kökenli. Ludmila’nın dedesi Rusya’dan Filibe’ye göç ediyor, Tuna’nın dedesiyse Filibe’den İstanbul’a. Aynı yıl.
7- Tuna’daki insanı çıldırtabilecek sakinliğin sebebini Ludmila’yı tanıyınca anladım! Sebebi Bulgarlık. Onlar gerçekten uyumlular.
8- 9.9.9’da tanışıyorlar. O günden beri de hiç ayrılmıyorlar.
Ludmila’nın pasaportunu görmenizi isterim, damgadan boş yer yok. Kızı, gümrükte casus filan zannediyorlarmış. “Bir insan neden bu kadar çok Türkiye’ye giriş yapar?” diye şüpheyle soruyorlarmış.
Sebebi aşk!
Evet Ludmila Filipova, fotoğraflarda da gördüğünüz gibi çok güzel bir kadın, porselen gibi bir ten, müthiş bacaklar, etkileyici gözler ve saçlar... Fakat daha da önemlisi, çok zeki bir kadın. Tuhaf bir soğukluğu var insanın hoşuna gidiyor, öyle vıcık vıcık biri değil, samimiyet krizine de girmiyor. Ne dediğini biliyor, tartarak konuşuyor. Tuna Kiremitçi, röportajının sonuna geldi, ben ikisini çok mutlu gördüm, çok yakışıyorlar. Ama mesafeler yüzünden, zor bir ilişki yaşıyorlar, ikisi de çocuklarına çok düşkün, Tuna da, Ludmila da oğlundan çok ayrı kalamıyor. İşte iki âşık, çocuklarından arta kalan zamanlarda ya Sofya’da ya İstanbul’da buluşuyor...
- Son romanınız ‘Anomaly-Anomali’yi nihayet bitirdiniz. İlk romanınız ‘Anatomy of Illusions’ (Aramızdaki Duvar) da, şimdi Türkçe’de yayınlanıyor. Neler hissediyorsunuz?
- Heyecanlıyım. Bu son romanı, hayal ettiğim gibi yazabilmek için çok uğraştım. Bulgarlar, bu romanın en iyi kitabım olmasını bekliyor ve tarihte ilk kez, Bulgaristan’ın en büyük iki yayınevi bu kitabı birlikte yayınlıyor.
- Vayyy! Gerçekten mi?
- Evet. Rakipler ama bir takım gibi çalışıyorlar. İnşallah okurların beklentileri karşılanır. Aynı zamanda, Türk okurlar da benimle yeni tanışıyor. Onları şaşırtabilecek miyim diye de endişeleniyorum.
- Ciddi ciddi ekonomi okuyup üstüne MBA yaptıktan sonra, romancı olmak, best seller romanlar yazmak ve bir sürü dile çevrilmek nasıl bir şey?
- Sana bir şey söyleyeyim mi? Daha çocukken romancı olacağımı biliyordum. Aynı zamanda resme de yetenekliydim. 1989’da komünist rejim yıkıldıktan sonra ailem için zor yıllar başladı. Annemle babam işsiz kaldı, ülke ciddi bir ekonomik krize girdi. “Üniversitede ne okusam?” diye düşünürken, annem, beni ressamların tablolarını sattıkları ünlü bir parka götürdü. “Sanatçı olursan, sonun böyle hazin olabilir ama ekonomi okursan iş bulman garanti olur!” dedi. Annemi dinledim, ekonomiyi bitirdim, ABD’de MBA yaptım, reklam, pazarlama ve yönetim alanında başarı sağladım. Hatta, aileme destek oldum. Ama bir gün, ‘Aramızdaki Duvar’ın ana karakteri Boris Bukov üzerinde çalışma şansım oldu. Onun tuhaf hikâyesi bana ilham verdi. Yazmaya başladım ve bingo, roman Bulgaristan’da çok başarılı oldu, gerisi de geldi. Şu an altıncı romanımı bitirdim.
- Aynı zamanda Bulgaristan’ın eski başbakanlarından Grişa Filipov’un torusunuz. Bu sizi nasıl etkiledi?
- İyi ya da kötü, başbakan torunu olmak, insanın hayatına damga vuruyor. Komünizm döneminde çocuktum ve neredeyse bir prenses gibi büyüdüm; bu, beni kötü etkileyebilirdi. Ama 13 yaşında hayatım 180 derece değişti. Ailem, sosyal piramidin en üstünden, en altına gitti. Çok yoksul bir hayatım oldu. Dedem hapse girdi çünkü yeni kahramanlar, sistemi neden değiştirdiklerini açıklayabilmek için bir ‘suçlu’ aradılar.
- Zor şeyler yaşamışsınız...
- Evet. Ama memnunum. Bana istediğim her şey için savaşmayı o yaşadıklarım öğretti. Kim ne derse desin, 20 yılı aşkın Bulgar ekonomisini yöneten dedemle de gurur duyuyorum. Disiplin konusunda, örnek aldığım kişi odur.
- Bulgaristan’ın en çok okunan yazarı olmak size yetiyor mu yoksa daha fazlasını da istiyor musunuz?
- Tabii ki yurtdışında da tanınan bir yazar olmak istiyorum.
- Ciddi bir pazarlama yönetmenliği geçmişiniz var, hem de reklam ajansı yöneticiliğiniz. Aynı zamanda köşe yazarısınız, televizyonda çalışıyorsunuz, Marketing & Media dergisinin de yayın yönetmenisiniz. Pardon, unuttum, bir de çocuk filmlerinde oyunculuğunuz var. Üstüne üstlük, 2006’dan bu yana her yıl bir kitap yazıyorsunuz! Nesiniz siz, ‘süperkadın’ falan mı!
- Yok tabii ki, değilim. Bir şekilde oldu, oluyor. 2006’dan itibaren, temel işim yazmak. Zaman içinde, diğer günlük uğraşlara ayırdığım vakti azaltmayı ve önceliklerime odaklanmayı öğrendim.
- Bir de çok güzelsiniz. Nasıl göründüğünüz ne kadar önemli?
- Hiç. Görünüşüm, en az vakit ayırdığım şey. Kuaföre gitmekten hoşlanmam. Saçımı senede üç kere kestiririm, taş çatlasa senede beş kez maniküre giderim. Sadece gerekli olduğunda alışveriş yaparım. Ama bak, düzenli olarak spor yapıyorum, ona vakit ayırıyorum.
BİR YAZAR...TÜRK YAZAR...YAKIŞIKLI BİR TÜRK YAZAR...
- Peki ya sevgili?
- Ne olmuş sevgiliye?
- Ona zaman yaratabiliyor musunuz?
- Zaman, kimse için yeterli değil. Hatta, tüm boş vaktimi ayırmaya çalıştığım oğlum için bile. Elimden geleni yapıyorum.
- Sevgiliniz Tuna Kiremitçi’yle nerede, nasıl tanıştınız?
- 9.9.2009’da Sofya’da yazarlar toplantısında. İkimizin de temsilcisi aynı kişi: Nermin Mollaoğlu.
- İlk intiba?
- Bir yazar. Türk yazar. Yakışıklı bir Türk yazar. O kadar.
- Çekingen mi davrandı?
- Tuna mı? Tam tersine? Pek sosyaldi. Ben çok yorgundum, eve gitmek için sabırsızlanıyordum, o ise daha fazla kalmamı sağlama konusunda pek yaratıcıydı. Tekrar buluşmamızı sağlamak için elinden geleni yaptı.
- Sonuç?
- Âşık olduk birbirimize.
- Türkiye’de magazin basını, sizi Tuna Kiremitçi’nin yanında görünce, tanımadıkları için, ‘Müthiş sarışın!’ diye başlık atmışlardı. Bu sizi güldürür mü, kızdırır mı, gururlandırır mı?
- Tabii komik ama inanır mısın, bu, Türk basınına saygı duymamı sağladı. Çünkü Bulgaristan’da medya, ben ve diğer ünlüler hakkında inanılmaz haberler uydurur, hele yanınızdakinin kimliği hakkında bir ipuçları yoksa. Resmen sallarlar. Gerçeği bildikleri halde yaptıkları da oluyor. Türk basını, en azından benimle ilgili hikâyeler uydurmaya çalışmadı, skandal yaratmak ya da kötülemek yerine bana iltifat etti. Bu onların her zamanki haliyse, kutlamak istiyorum.
- ‘Aramızdaki Duvar’da engel tanımaz bir aşkı anlatıyorsunuz...
- Evet romandaki en önemli mesajlarından biri, insanların aralarındaki duvarlara odaklanması. Güzel bir aşka kalbimizin kapıları kapatmamamız gerekiyor. Aslına bakarsan, engel barındırmayan aşk yok. Ama zaten, ilişkilerin en güzel anları, genelde iki kişinin, bir arada her türlü bedeli ödeyerek, aşkları için savaştığı dönemler. Duygular da bu şekilde sınanıyor. Sınırlardan ve sorunlardan korkanlar, duygularına şans tanımayıp onları yaşamak yerine, onları yok etmeyi tercih ediyorlar. Romanım, işte böyle durumları ortadan kaldırmaya çalışıyor. “Bir günlüğüne dahi olsa aşkı gönlünüzde yaşatın” diyor.
- Romanlarınızı gazeteci gibi yazıyorsunuz. Gerçek kişilerin yaşadığı gerçek olayları tespit edip onlarla röportajlar yapıyorsunuz. Sonra da romanlaştırıyorsunuz. İyi güzel de bu çalışma şartlarında her yıl bir roman nasıl çıkıyor?
- Zor oluyor. Bazı romanlarım üzerinde 2-3 yıldan daha uzun süre çalıştım. ‘Aramızdaki Duvar’ın yazımı dört yıl sürdü, düşünme aşaması çok daha uzun. Roman çalışmalarım eşzamanlı sürüyor aslında, birini bitirdiğimde bir sonrakinin hikâyesi, kahramanları ve malzemesi hazır oluyor. Sadece yazıp gözden geçiriyorum.
- Bir kitabınız için de dolaşıp, yazdığınız mekânların fotoğraflarını çekip illüstrasyon olarak kullanmışsınız. Normalde de bu kadar seyahat eder misiniz? Yoksa ‘iş seyahati’ mi bunlar?
- İş seyahati... Tatil seyahatlerini zaten çok sevmiyorum. Bahsettiğin yolculuğu, ‘The Dante’s Antichthon’ kitabının ikinci bölümü için yaptım. Son romanım ‘Anomaly’ için de araştırma yapmak üzere Roma, Oxford ve Washington’a gittim. ‘Scarlet Girl’ romanı için Libya’ya, ‘Glass Butterflies’ için de birkaç Avrupa ülkesine gittim. Genelde romanlarımda yeni tezler ve keşifler sunuyorum ve tartışıyorum. Okurlarım bana güveniyor, bu yüzden doğru şeyler söylemek için, her şeyi kendim kontrol ediyorum.
- Size ‘Balkanlar’ın Dan Brown’ı diyenler var...
- Bu benzetme, romanlarımı okumayan bir gazeteci tarafından yapıldı ve üzerime yapıştı. Gazeteci muhtemelen bana iltifat etmek istiyordu. Çok da umurumda değil ama gerçek değil, çünkü tarzım kesinlikle Dan Brown’dan farklı.
- Osman Sınav, ‘Aramızdaki Duvar’ın haklarını dizi yapmak üzere almış. Eminim çok tartışılacaktır. Türkler iyi mi gösteriliyor, kötü mü diye? Tartışmaların ortasında kalmaktan çekinmiyor musunuz?
- Romanımda iyi karakterler ya da kötü karakterler yok, sadece hayatın farklı şekillerde yönlendirdiği insanlar var. Türkler de kötü değil. Kitaplarım yüzünden tartışmaların ortasında kaldığım oluyor ama ben zaten romanlarımı, sadece okurlara iyi vakit geçirtmek için değil, tartışma yaratmak için de yazıyorum. İnsanları, önemli bulduğum konularda düşünmeye sevk etmek, bazı şeyleri iyileştirmek ya da en azından değiştirebilmek istiyorum. Bulgaristan’da Türklere karşı önyargıdan da hoşlanmıyorum. Ama yeni Türk dizileri sayesinde artık Türkler hakkında daha iyi konuşuyorlar.
- Amerikalı, Avrupalı ve Türk sinemacılar peşinizde. Romanlarınızı film ya da dizi yapmak istiyorlar. Yanılmıyorsam dört romanınızın sinemaya aktarılması söz konusu. İşin sihri nerede? Yazarken sinematografik düşünüyor olabilir misiniz?
- Bence konular ve kurgu yüzünden. Bu ilgiden memnunum. Sinema, romanların, hikâyelerin, mesajların popüler hale gelmesini sağlıyor. Romanlarımdan uyarlanan üç film, yapım aşamasında şimdi.
- Sizin için kullanılan tanımlamalardan bir diğeri de, ‘Balkanlar’ın Elif Şafak’ı. Herhalde siz de Bulgaristan’da çok satıyorsunuz diye böyle bir yakıştırma yapıyorlar. Elif Şafak, Orhan Pamuk okuduğunuz yazarlar mı?
- Evet, ikisinin de romanlarını okudum ve çok beğendim. Bulgaristan’da epey tanınıyorlar. Reşat Nuri Güntekin, Tuna Kiremitçi, Barış Müstecaplıoğlu ve Kürşat Başar okuduğum diğer Türk yazarlar. Hakan Günday’ın tarzı hakkında da epeyce bilgi sahibiyim.
YENİ KİTABIMI NEWTON’UN KEHANETLERİ ÜZERİNE YAZIYORUM
- Son kitabınız Newton’un kehanetleri üzerine. Şok yaşatacakmışsınız bize. Nasıl olacak o? Küçük bir tüyo rica ediyorum...
- Hikâye bence çok ilginç. Newton’un hayatı boyunca Kitabı-ı Mukaddes’teki gizli şifreleri çözmeye çalıştığını çok fazla insan bilmez. Gerçekten de bu şifrelerin belirli kodlarla yazıldığına ve sadece bilimsel yollarla çözülebileceğine inanıyordu. Şifreleri okuyabilmek için de fizik, matematik, optik, mekanik, simya bilimlerini geliştirdi; hepimizin bildiği keşifleri yaptı. Sonunda Mesih’in tekrar gelişinin sırrını keşfettiğini, Mesih’in Hıristiyan inanışını aksine İsa olamayacağını söyledi. 2011’de yeni bir tür ortaya çıkacak ve 2034 ya da 2060 yılına kadar dünyayı değiştirecekti. Vatikan’a bir mektup yazarak ipuçlarını iletti, insanların bu sırrı nasıl anlayıp koruyacaklarını anlattı. Romanda, Newton’un orijinal elyazmasının sırrını ve Roma’da bulunan mektubu bulmaya çalışıyorum. Tüm bu hikâye de, Pentagon’da süren bir projeyle bağlantılı, orada da ‘brain net’ denilen internetin yeni versiyonu tasarlanıyor.
- Çok heyecan vericiymiş.
- Evet öyle...
- Türkiye’de, ‘çok satan yazar’ iyi edebiyatçı olarak değerlendirilmez. Bulgaristan’da nasıl bu işler?
- Bulgaristan’da da bazı eleştirmenler böyle söylüyor, bazıları da aksini. Neyin edebiyat, neyin olmadığını tarihin belirleyeceğini anladım. Şimdi konuşulanlar çok fazla önyargı barındırıyor. Bunları dikkate almamak lazım. Kitapları çok satmayan yazarlar da kendilerini rahatlatmak için bu tür şeyler söylüyorlar. Bugünün klasikleşen yazarlar için de, eminim, zamanında benzer şeyler söylenmişti.
KISKANÇ DEĞİLİM AMA GİTME ZAMANINI GÖSTEREN İŞARETLERİ İYİ TAKİP EDERİM
- Oğlunuzun babası çok varlıklı bir adammış ve ondan ayrılmışsınız. Dedikodu olarak duyduğum şeyler bunlar...
- Ama doğru...
- Birbirinize yakın evlerde oturuyormuşsunuz. Size maddi açıdan da destek oluyormuş...
- Evet.
- Tuna Kiremitçi ile aşkınıza ne diyor?
- Oğlumun babasına çok saygı duyuyorum. Birbirimizin en iyi arkadaşıyız. Aramızda gerçekten büyük bir güven var. Çok da iyi bir baba. Oğlumuza da çok düşkün. Tuna’yla aşk yaşamama itirazı yok ama İstanbul’a taşınmam konusunda olabilir. Haklı olarak oğluyla aynı şehirde yaşamak isteyecektir. Bu da git-gel’lerin devam etmesi anlamına geliyor. Tuna, oğlundan en fazla 3-4 gün ayrı kalabiliyor, ben de öyle. Ve halihazırda ayrı şehirlerde, ayrı ülkelerde yaşıyoruz. O kadar çok Türkiye’ye gidip geldim ki, beni casus zannediyorlar. Pasaportumun her yeri damga, bir türlü Türkçe bilmediğime inanmıyorlar. Tuna da zavallı, sürekli Bulgar vizesi için başvuruda bulunuyor, kolay alınan bir vize de değil...
- Tuna’nın Bulgar kökenli olması sizi birbirinize yakınlaştırıyor mu?
- Zannetmiyorum. Ama ikimizin de Filibe kökenli olması güzel bir tesadüf değil mi?
- Tuna Kiremitçi’nin maceralı aşk ilişkileri, evlilikleri oldu. Biliyor musunuz sevgilinizin eski ilişkilerini...
- Romanlarım için on binlerce yıllık sırları araştırıyorum. Çok önem verdiğim birinin hayatının son 10 senesini öğrenmek benim için çok da zor olmadı. Bilmem gerekenleri zaten biliyorum ve şaşırmıyorum.
- Kıskanç bir tip misiniz?
- Yok hayır. Ama dikkatliyim, ‘gitme zamanı’nı gösteren işaretleri takip ederim. Tabii ki bu anların gelmesini kimse istemez ama gelişini görürsek ve hissedersek, hayatımıza da devam etmeliyiz, öyle değil mi?
- Bu arada, araba kullanmaktan nefret eden Tuna sizin yüzünüzden ehliyet aldı. Ona, “Şoför mahallinin yanında oturmak bir erkek için hiç de seksi değil” demişsiniz...
- Valla bir adam, 37 yaşında ehliyet alıp, iki ay içinde uluslararası yollarda araba kullanabiliyorsa; bu, o adamın istekleri için savaşabileceğini gösterir, ben de buna saygı duyarım.
ROMANI ÇALINDI
- Romanlarınızdan biri de (The Parchment Maze), bir Amerikalı yazar tarafından resmen çalındı!
- Sorma! O roman ve devamı için tam dört yıl çalıştım. 2009’da yayınlandı, film hakları da, aynı yıl Amerikan şirketi ‘Prosperitas Entertainment’ tarafından alındı. Bulgaristan’da yılın en çok satan kitabıydı. Çok mutluyum filan. 2010’nun sonunda çok acayip bir şey oldu: Amerikalı bir film yapımcısı beni aradı, benzer bir fikirden yola çıkıp benzer unsurlar taşıyan bir filmin çekilmekte olduğunu söyledi. Çok şaşırdım! O da şaşkındı! İki yazarın bir kopyalama söz konusu olmaksızın, bu kadar benzer konularda yazmasının imkânsız olduğunu düşünüyordu. Hemen araştırmaya başladım. Romanımı kopyalayan Amerikalı yazar kimdi? Bunu nasıl yapmıştı? Sonunda söz konusu romanın, Danielle Trussoni’nin 2010 Nisanı’nda çıkan ‘Asi Melekler’ romanı olduğunu öğrendim.
- E peki nasıl olmuş?
- Yazarın kocası Bulgar. Romanımın en çok konuşulduğu dönemde Amerikalı yazar, Bulgaristan’da. Üstelik aynı yayınevinde, aynı editörle çalışıyor! Benim editörümle yani! Romanımı üç yıl boyunca takip eden kişiyle. Zaten o da sonradan itiraf etti, “Evet senin romanından esinlendik ama biraz fazla esinlendik” dedi. Diğer roman benim romanımdan bir buçuk yıl sonra yayınlandı ama sonuçta uluslararası alanda, benim romanım ikinci çalışma gibi algılandı. Bu kopyalama işi de pek umursanmadı. Bu tür meselelerde Amerikalıların önceliği var hep, ben de mahkemelerde vakit kaybetmek
istemedim. İnsanların hep adalet için savaşmaları gerektiğini savunurum ama bu konuda çaresizim.
OĞLUM KONSTANTIN İSTANBUL’A BAYILIYOR
Bulgaristan’da çocuklara, anne ve baba tarafından isim verme geleneği vardır. Muhtemelen ülkenizde de öyledir. Ama bizde ölmüşlerin isimleri özellikle verilmez. Oğlum doğduğunda, annem babam ve diğer bütün akrabalarım ölmüştü. Eski eşimin ailesinden bir isim seçmeyi de reddettim. “Peki n’apacağız?” dedi. “Ya herkes ya hiç kimse” dedim. “Herkes!” dedi. “Peki o zaman” dedim, anne ve babalarımızın isimlerinin baş harflerini aldık, hatta kardeşimi ve büyükannemi de işin içine kattık ve ortaya “Konstan...” çıktı. Biz de “O zaman adı Konstantin olsun!” dedik. Geçen bahar oğlum ve babasıyla İstanbul’a geldik. Şehrin eski isminin Konstantinopolis olduğunu öğrenince mutluluktan öldü. En sevdiği şehri sorun, hemen “İstanbul” der. Şaşıracaksın, bir de Gripin grubuna bayılıyor. Hep dinlemek istiyor, hatta bazı şarkılara eşlik ediyor...
Paylaş