Paylaş
Her geçen yıl, ay, hatta gün benim için bitiyor.
Yok oluyor, “Görevimiz Tehlike”nin mesajları gibi, kaset kendi kendini imha ediyor.
Öğrendiklerim ekleniyorsa ne ala, eklenmiyorsa ne gam...
Ben yola devam ediyorum.
İleri bakıyorum, hep ileri.
“Ne şahane bir yazdı!”
“O yıl başını hatırlıyor musun?”
Yok, böyle şeyler benim belleğimde. Hatıralar akın etmiyor beynime. Geçmiş, sular altında kalıyor. Kapanıyor, derinlere gömülüyor.
Bazen üzülüyorum çünkü kendimi Alzheimer’lılar gibi hissediyorum.
Hafızam da zayıf herhalde.
Geçmişte anlattıkları o kadın ben miyim, onu da bilmiyorum.
“Öz”üm duruyor ama sürekli, dönüşüyorum, değişiyorum.
Ben bugün varım, şimdi...
Yarını bilmiyorum.
Geçmiş de Niyazi oldu zaten.
O yüzden biraz “tarihsiz” ve “köksüz”üm.
Kendimi bir grupla, bir cemaatle, bir ideolojiyle birlikte anamıyorum. Hiçbir yere tam ait hissedemiyorum.
Ailem önemli, eski çekirdek ailem, onlara da her zaman hak ettikleri ilgiyi gösteremiyorum, çünkü koşuyorum hayatta, sebebini ben de bilmiyorum, durmaktan korkuyorum; bir de benim kurduğum aile var, sevgilim, kızım, yakınlarım, birkaç kişilik dostlarım, onlar da “şimdi”m.
Ama onun dışında gayet “ölümlü” hissediyorum kendimi. Bugün çekip gidecekmiş gibi.
Yapmam gerekenleri yapıyorum ve koşuyorum.
Geçmişe yolculuk
Böyle bir insanın 25 yıl önceki arkadaşlarıyla buluşacak olması nasıl bir histir sizce?
Mutluluk, coşku?
Bilmem.
Heyecan, stres?
Kısmen.
Korku?
Evet, en çok korku!
Geçen hafta boyunca korktum, çünkü o hafta sonu, 25 yıl önce mezun olduğum okulun, Tarsus Amerikan Lisesi’nin “reunion”ı vardı, “homecoming”, “yuvaya dönüş”.
Saçma sapan bir ruh hali içindeydim.
“Yuva”ya dönmek istiyor muyum, istemiyor muyum pek emin değildim.
Kime neyin havası
Şimşek hızıyla aklımdan, “Güzel görüneyim” diye geçti.
Gazeteci Ayşe, topuklu ayakkabı giyiyor, dar tight’lar giyiyor, daha zayıf, modern ve şehirli görünüyor, önce öyle gideyim istedim. Beni öyle görsünler, “İşte ben buyum, geçen yıllar pek koymadı bana, hâlâ iyi ve güzelim!”
Son anda, “Manyak mıyım ben!” dedim, okuluma gidiyorum, kime neyin havasını atacağım.
Bir kargo pantolon ve tişört giydim, altına da lastik ayakkabılar. Süs, püs hiçbir şey yok.
Yanımda da tatlı kuyruğum, kızım Alya vardı.
Ve girdik okula...
Yeğenim Lara Apa, eniştem Kazım Apa, bizim dönemden Aslı Atahan ve Cem Akçalı’yla beraber.
Ah Stickler ahh
Okul, olağanüstü güzeldi.
Dikdörtgen bir panayır yeri düşünün.
Kocaman ve yemyeşil.
Ruhunu biliyorum
Ve işte 87 mezunları.
Teker teker karşımdalar.
Teşekkürler TAC
Ve biz geçen hafta sonu, işte o birbirimizin ruhunu bilenler, bir arada çok eğlendik.
Güldük.
Birbirimizle dalga geçtik.
İçtik. Okul tezahüratlarını ettik. Sadece biz yoktuk tabii, bütün mezunlar vardı, 5 yıllık, 10 yıllık, 15 yıllık, 20 yıllık, 25 yıllık, 30 ve üzeri...
Herkes üzerlerinde mezun oldukları yılın okul tişörtleriyle çocuklar gibiydi.
Koca koca adamlar, kadınlar ama aslında küçücük çocuklar!
Gerçekten unutulmaz bir yolculuktu benim için. Zaman makinesine girmek gibi.
Bir ara, ilk aşkımı gördüm, tanımadım önce, nasıl bir sersemliktir benimki onu da anlamadım ama gerçekten tanımadım, oysa pek değişmemişti, aynı hoşluktaydı.
Bir süre ne diyeceğimi bilemedim. Sonra, “Gel seni kızımla tanıştırayım” dedim.
Alya’ya, “Bak, bu kim biliyor musun?” dedim, bizimki en afacan haliyle baktı bana, “İlk aşkım” dedim, bir an afalladı, sonra “Ama tabii ki bitti, şimdi babaya âşığım” dedim.
Alya yeniden oyuna daldı, çok da oralı olmadı.
Hepimiz orada, bir dönem hayatımıza giren, beğendiğimiz, hoşlandığımız, sinir olduğumuz, kavga ettiğimiz herkesi gördük.
O gün hepimiz 13 yaşındaydık!
Teşekkürler TAC, bana, bize verdiğin her şey için...
Paylaş