Nefes kesici bir sergi, bekleriz

O bir öncü. O bir devrimci. O bir ilerici. Bu ülkenin ihtiyaç duyduğu insanlardan. Bence o bir kahraman. Türkiye’yi muasır medeniyet seviyesine taşımak için bıkmadan, yılmadan, usanmadan çalışanlardan.

Kendi alanındaki yenilikleri Türkiye’ye kazandıranlardan. Eskiden müze deyince aklınıza ne gelirdi? Soğuk, uzak, kara, köhne, sıkıcı ya mecburiyetten ya da başka bir zorlama nedenden zül olarak gidilen yerler. Bu insanlar, müzeleri başka bir yer haline getirdi. Hayatın içine soktular, yaşayan canlı organizmalar haline dönüştürdüler. Onların sayesindedir ki, birbiri ardına sergiler patladı, kuyruklar oluştu ve müzecilik de yükselen bir trend haline geldi. Şimdi müzecilik okumak için kolları sıvayan genç insanlar var. Nazan Ölçer müzeciliğin Türkiye’deki en önemli isimlerinden biri. Ne yapsak hakkını ödeyemeyiz...

Hangi vesileyle, nasıl müzeci oldunuz?

- Sanat hayatımın bir parçasıydı. Çünkü öyle bir ortamda büyüdüm. Duvarlarında güzel resimler, tablolar bulunan bir İstanbul evi. Görmüş geçirmiş bir ev. İnsanda uzun uzun seyretme istediği uyandıran halılar. Eski eşyalar. Ve kitaplar. Onlarca, yüzlerce kitap. Onların kendine has kokusu...

Babanızın mesleği...
/images/100/0x0/55eb49daf018fbb8f8b79033
- Profesördü. O yıllarda, ülkedeki profesör sayısı beşi, altıyı geçmiyordu, onlardan biri de benim babamdı. Ve İstanbul’da, Taksim’deki yüksek tavanlı evimiz, dönemin yazar, çizer, şair ve sanatçılarının uğrak yeriydi.

Kaç çocuk yaşıyor bu entelektüel evde?

- Tek, o da ben! İlkokuldan sonra Avusturya Lisesi’ne verildim. Yatılı olarak.

Okul, burnunuzun dibinde. Niye yatılısınız?

- Annemle babam ayrılmıştı. Öyle olması gerekiyordu. Bütün o ayrılma hikáyesine rağmen, öyle kötü bir çocukluk değildi benimki...

Var mıydı peki, aklınızda büyüyünce müzeci olmak?

- "İleride müzeci olacağım" şeklinde yoktu. Ama müzeler oldum olası huzur verdi bana. Müzelerin içinde kendimi hep iyi hissettim. Babamla Arkeoloji Müzesi’ne gittiğimizi hatırlıyorum. Annemle de giderdik. İleride sanatla ilgili bir şey yapacağım o yıllardan belliydi. Liseden sonra Almanya’ya gittim.

Neden Almanya?

- Babam Almanya’da tahsil etmiş, bilim dilinin, Almanca olduğuna kesinlikle karar vermişti. Avusturya Lisesi’ne verilmemin sebebi de oydu zaten. Münih Üniversitesi’nde iyi bir öğrenci oldum, hep en iyi üçün, en iyi beşin arasındaydım.

Ne okudunuz?

- İlk çağ tarihi, sanat tarihi ve etnoloji.

Sebebi ne bunları okumanızın?

- Birincisi, çok seviyordum, ikincisi Türkiye’de bunları okuyabilmem mümkün değildi...

Babanız ne profesörüydü?

- Eski Türk dili ve edebiyatı profesörüydü.

Geleceğinizin yönlendirilmesinde onun payı ne kadardı, çok mu?

- Çok, çünkü güçlü bir karakterdi. Ama yurtdışında tahsil etme kararı bana aitti. Gerçi ne okumam gerektiği konusunda beni annem ve babam kanalize etti. Çünkü 18-19 yaşındaki bir insan yanlış şeyler yapabilir. Şimdi iyi bir tercih yaptığımı düşünüyorum. Dünya çapında hocaların öğrencisiydim. Sınıfımız, entelektüeller kulübü gibi bir şeydi. Profesör gelir, bir masanın etrafında otururuz, saatlerce konuşuruz, bir yandan da kahvemizi içeriz...

Nesi heyecan veriyor ilk çağ tarihi ya da etnoloji?

- Aaaaaa öyle demeyin! Genç bir insansınız, yaşama ve insanlığa dair pek çok soru var kafanızda. Ve birdenbire, önünüzdeki o kocaman perde kalkıyor. Bundan daha heyecan verici bir şey tahayyül bile edemiyorum.

Tamam okul devam ediyor. Kafanızda, "Hiç mi ileride ne yapacağım?" diye bir endişe yok...

- Hayalim, Türkiye’ye dönüp bir müzede çalışmaktı ama prosedürü nasıldır bilmiyordum. Dönünce, "Müzeler Genel Müdürlüğü’ne uzman alınacak" diye bir gazete ilanı gördüm. İlgilenenleri Ankara’da sınava çağırıyorlardı. "Hah tamam" dedim, evdekiler ise "Ne gereği var?" diyorlar. En başta babam, o kendisi gibi üniversiteye girip akademisyen olmamı istiyor, köhne devlet dairelerinde dirsek çürütmemi mantıksızlık olarak değerlendiriyor. Ama beni yolumdan döndürebilene aşk olsun!

Gittiniz yani Ankara’ya...

- Tabii hem de soğuk bir kış günüydü. Sınav Milli Kütüphane’de. En şık halimdeyim, üzerimde bir kürk manto var. Etrafımdaki insanlardan farklı göründüğüm muhakkak. Sınav soruları da hafif geliyor, bir çırpıda bitiriyorum, beni karanlık, loş bir odaya alıyorlar, bekliyorum. Şartlarımı söylemişim, "Küçük bir çocuğum var, İstanbul dışında çalışamam" demişim. "Tayin yok" diyorlar, "Peki o zaman teşekkür ederim" diyorum, İstanbul’a dönüyorum. İki gün sonra bir telefon: "Türk İslam Eserleri Müzesi’ne tayin oldunuz!" Tabii çok sevindim.

İşe başladığınız ilk gün...

- Unutmama imkan yok! Hálá kış. Ve üzerimde, yine bir kürk manto var. Ama beni snob bir kadın gibi hayal etmeyin, hiç öyle olmadım, hiçbir zaman birlikte çalıştığım insanları küçümsemedim. Fakat Süleymaniye, benim için tamamen yabancı bir yerdi, köprünün öteki tarafına pek geçmemişim, farklı bir formasyondan gelmiştim. Zaten başarılı olduysam da ondan oldum... Müzeden içeri girdim, ıssız, sessiz, bir yer. Kocaman bir soba yanıyor. Ve sobanın başına üşüşmüş insanlar var. Madeni masalar göze çarpıyor. Karanlık, kötü bir yer. Almanya’nın üniversite ortamıyla arasında öyle dramatik bir fark ki. Hatta bir ara, "Deli miyim, işim ne? Yol yakınken dönsem mi?" diye kendi kendime sordum...

O nasıl soruysa, 31 yıl aynı müzede kaldınız!

- Evet. Hiçbir zaman da pişman olmadım. Daha ilk günden çalışma ortamını değiştirmeye başladım. "Bu madeni masaları kaldıralım. Bunlar çirkin," dedim. Büyük ahşap bir masa yaptırdık, herkesin bir çekmecesi oldu, hem etrafında oturup çalışıyoruz, hem sohbet ediyoruz. Sandıklardan kitap rafı yaptık. Birdenbire, orası hoş bir yer haline geldi. 1978’de müdür oldum, 1982’de de İbrahim Paşa Sarayı’na taşındık. Eserlerin bir kısmını da kendi arabamla taşıdım...

Nasıl yani?

- E paramız yok. Bir an evvel de taşınmak istiyorum. Yanımda bir silahlı bekçi, arabamın arka koltuğunu yatırıyorum, günde 15 defa gidip gelerek müzeyi taşıyorum. Büyük eserler kamyonla gidiyor. Ondan sonra Türk İslam Eserleri Müzesi olarak gerçekten önemli işlere imza attık.

Bu kadar uzun süre aynı yerde kalmak, 31 yıl, dile kolay...

- Haklısınız dile kolay. Ama her gün güle oynaya gittim. Her gün yapılacak o kadar çok iş vardı ki. Dünyanın pek çok yerinden sergiler geldi. Sponsorlar bulduk, ki bunların hepsi yeni kavramlardı o zamanlar, Van Gogh’lar, Renoir’lar ilk oraya geldi. İlk kuyrukları orada gördüm. İlk etnoloji eserleri orada sergilendi. Hem de bizzat saha çalışmasından toplanan malzemelerle. Müthiş konserler gerçekleştirdik...

Ha tamam o zaman, memur zihniyeti yok...

- Yok tabii. Birçok kez tayinim çıktı, mesela Topkapı Müzesi’ne tayin edildim. İstemedim. "Daha burada yapacağım işler var" dedim. Türk İslam Eserleri çok kıymetli bir koleksiyondu ama yeterince bilinmiyordu. Dünyanın en önemli halı koleksiyonlarından biri oradaydı. O halıların hepsi 600 yıldır aynı tozun içinde ihmal edilmiş, perişan haldeydi. İş edindim, uzman yabancılar getirttim, imkanlar yarattım, bir restorasyon laboratuvarı kurdum. O paramparça Selçuk halıları, tarihlerinde ilk defa yıkandı, temizlendi, monte edildi, Avrupa’da nasıl sergileniyorlarsa, bizde de öyle sergilendi. Bunlarla uğraşırken, niye gidip başka bir müzeye tayin olayım? Bununla kalsa iyi. O zamanın Kültür Bakanı, "Müzeler Genel Müdürü olmanızı istiyorum. Ankara’ya gelin. Bütün müzeleri size bağlayalım" dedi. Yine kabul etmedim. Bir süre sonra teklifi yineledi. Yine reddettim. Çok şaşırdı, "Bu görev için insanlar, milletvekillerini, bakanları araya sokuyorlar. Neden istemiyorsunuz çok merak ediyorum. Adım MHP’liye çıktığı için mi?" dedi. "Hiç alakası yok" dedim. Keşke insanlar bulundukları makamları sıçrama yeri gibi görmeseler. Herkes yaptığı işi, en iyi şekilde yapmaya çalışsa. O zaman sorununuz kalmaz...

Bu görev teklif edildiğinde 50 yaşındasınız, ama 10 yıl sonra, üstelik bu kadar başarılıyken, sizi emekli ediyorlar. Nasıl bir mantık bu!

- Akıl sır erdirmek zor. "61 yaşında emekli olacaksınız!" dendi.

Ne hissettiniz?

- Elimde tamamlanmamış bir sürü proje vardı ve en verimli yaşımdaydım. Kendimi kötü ve boşlukta hissettim. Sonra yasayı, Cumhurbaşkanı ve Anayasa Mahkemesi reddetti. Göreve geri döndüm. Fakat bir şeylerin bozulduğunu hissediyorsunuz, işin tadının kaçtığını. İnsanların size karşı tavrı değişiyor, sizi gidici olarak görüyorlar. Her şey burukluk vermeye başlıyor, bir kırılma noktası oluyor. Ben de ayrıldım...

Sonrası için planlarınız var mıydı kafanızda?

- Ben İslam Eserleri’ndeyken Ağa Han Vakfı’ndan ve Yakın Doğu’daki bir takım müzelerden teklif gelmişti. Sakıp Sabancı da, bir gün beni Atlı Köşk’e çağırmış, "Gelin bir kahve içelim, aklınıza ihtiyacım var" demişti. Gittim. Köşkün arkasında meyve bahçesi gibi bir yerde, bir armut ağacı altında Sakıp Bey bir iskemleye oturmuştu. Etrafında tavuklar filan koşturuyordu. Köşkün bütün Avrupai havasının bittiği bir yerdi. Bana, çocukluğunun geçtiği ortamı yaratmış gibi geldi. Onu öyle görmek çok hoşuma gitti. "Nazan Hanım, hepimiz ölümlüyüz" dedi, "Bunlar yarın ne olacak? Bu ev, içindeki eşyalar, koleksiyonlar. Buraya bir alıcı gözüyle baksanız, bir müze kurabilir miyim söyleseniz..." "Peki" dedim. Bir süre sonra İslam Eserleri’nden ayrıldığım duyulunca Güler Hanım yemek yemek istedi. Kuracakları müze, üniversiteye bağlı olacaktı. İkna etmeleri zaman aldı ama sonunda kabul ettim...

Niye tereddüt ettiniz?

- Sakıp Bey, dominant bir figürdü. Ben de öyleyim. Ben işime karışılmasını sevmem. Dostluğumuz zarar görür diye endişe ettim. İş veren, iş alan pozisyonunda olmak istemedim. Ama zaten üniversiteye bağlı olacaktım. Sonra Sakıp Bey’e bir mektup yazdım, dedim ki, "Şartlarım var, kabul ederseniz gelirim." Şartım da şuydu: "Bana güveneceksiniz ve karışmayacaksınız, ben de orayı farklı bir yer yapacağım..."

Yaptınız da...

- Daha çok işimiz var. Gerçekleştirmek istediğimiz pek çok hayalimiz var.

Tuhaf bulmuyor musunuz, sizi emekliye ayrıldıktan sonra daha iyi tanır olduk...

- Çünkü devlet memurları konuşmaz, beyanat vermez, ön plana çıkmaz...

Müzenin önündeki uzun kuyrukları görünce ne hissediyorsunuz?

- Çok hoşuma gidiyor. Ne kadar çok insan görürse, o kadar iyi. Elimizden geleni de yapıyoruz. Mesela bir eğitim bölümümüz var, yaratıcı fikirler geliştiriyorlar. Çocuklar yazın anne ve babalarıyla müzeye geldiler, heykel nasıl yapılır öğrendiler. Körlerle ilgili eğitim programlarımız var, onlar dokunarak gezdi. Yine görme özürlüler için Picasso kataloğu yaptık. Çevreyle bütünleşmek için "Komşu Günleri" yapıyoruz. Emirgan’ın hinterlandı Reşitpaşa. Bir gecekondu mahallesi. Dar gelirli insanlar da müzenin önünden geçerken, buranın ne olduğunu merak edebilirler diye, o semtteki bütün kasaplara, bakkallara davetiye bırakıyoruz. Kapılarına afişlerimizi yapıştırıyoruz. Belli günler saptırıyoruz, komşularımızı davet ediyoruz: "Gezmesi sizden, giriş ve çaylar bizden!"

Ooooooo! Bunlar müthiş şeyler...

- Taksiye biniyorum mesela, şoföre Emirgan’a Sabancı Müzesi’ne diyorum. "Abla Picasso bitti, şimdi ne gelecek?" diyor. Bir diğeri "Tüh Rodin’i kaçırdım!" dedi. Burası, insanların "Acaba bundan sonra ne getirecekler, bize ne sürpriz yapacaklar?" diye bekledikleri bir yer haline geldi. Bütün bunlar da çok hoşuma gidiyor..

Yeni çılgın şeyler var mı?

- Olmaz mı? Projeler bittiği zaman insanın hayatı da bitiyor. Bu müzenin bütün kültürlerin buluşma yeri olmasını istiyorum. "Hay Allah biz İstanbul’da bu tür şeylerden mahrum kalıyoruz!" hissine kapılmayalım istiyorum. Şimdi Cengiz Han sergisi var. Efsanevi bir isim. Bizim tarihimizle de çok yakından ilgili. Nefes kesici bir sergi, bekleriz...

ZENGİN ÇOCUĞU MESLEĞİ

Müzecilik,
yurtdışında da uzun zaman "zengin çocuğu mesleği" olmuş. Doğru bir şey değil ama öyle. O tür bir çevrenin, sizi donattığı birtakım faktörler oluyor. O etkenlerle donandığınızda, bazı şeyleri aşmanız daha kolay. Yabancı ülkelerdeki toplantılara gidiyorum. Oradaki yalnızlığımızı görüyorum. Konuları bilmek, dış dünyaya açık olmak, tartışmalara katılmak, o camianın bir parçası olmak ve orada söz sahibi olmak... Bu tür şeylerde çuvallıyoruz. O toplantılarda, devleti temsilen iki-üç kelimeyi bir araya getiremeyen insanların varlığına tanık oluyorum... Türkiye’nin çalınmış eserleri için mahkemelere gidiyoruz. Hevesleniyoruz. Hiçbir sonuç alınamıyor. Çünkü meraklı iki-üç kişinin önayak olması yetmiyor bitmiyor, donanımımızın arkası gelmiyor...
Yazarın Tüm Yazıları