Tamam canım, bir cazibesi var ama...
O kadar da uzun boylu değil...
Biraz Johnny Deep’e benziyor...
Fena da değil...
Ama öyle çok ahım şahım değil...
Diyordum...
Lafımı yuttum!
Onunla karşılaşınca, tanışınca, biraz sohbet edince...
Bütün düşüncelerimi, laflarımı geri aldım...
Evet...
Bence de o Türkiye’nin en seksi erkeklerinden biri...
Pardooooon...
Yanlış anlamayın...
Onu seksi yapan sadece fiziği, bedeni, kaşı gözü değil...
Kimyası, genetiği, biyolojisi ...
Ne kadar loji varsa o kadarı...
Siz de röportajda okuyacaksınız...
İyi aşık...
İyi baba...
İyi oyuncu...
Ailesinin de iyi çocuğu...
Ve bunların hepsinin kökeninde iyi bir ailede büyümüş olması yatıyor.
Onu özgür bırakan, yargılamayan, aldığı kararlara saygı duyan, destek veren öğretim üyesi bir anneyle, endüstri mühendisi bir babanın çocuğu...
Kayak yapmış, tenis oynamış, davul çalmış, rock grubu kurmuş...
Üstelik haybeden değil profesyonel seviyede...
Birikimli, modern, düşünceli, kibar, nazik, cesur...
Sinir bozucu ama insanın temeli böylesine sıfatlar üzerine kurulunca, seksi de oluyor, beğenilen adam da oluyor, popüler de oluyor, sevilesi de oluyor, başarılı da oluyor...
Oluyor da oluyor!
House Cafe’de buluştuk...
Üzerinde jean ve beyaz gömlek ve ayağında lastik ayakkabılar vardı...
Röportaj sırasında umurumda bile değildi ne giydiği...
Ama sonra fotoğraf çekme aşamasına gelince...
Hayalimdeki Mehmet Günsur siyahlar içindeydi...
Söyledim, hiç itiraz etmedi... Böyle de bir hali var, insanı zora koşmuyor, kendini hayatın akışına bırakıyor, gülüyor “Tamam” diyor... Dedi ama nereden bulacağız o siyah giysileri? İnanmayacaksınız ama House Cafe’den çıkıyoruz, önümüze çıkan ve nazımızı çekecek ilk mağazaya, Nişantaşı Network’e giriyoruz, siyah takımı kapıyoruz...
Resmen onun pozitif enerjisi hepimize geçiyor, her şey bir anda oluyor, plansız- hesapsız, kimse bize zorluk çıkarmıyor, Network’çüler de çok kibar, siyahları giyince o aile babası şeker adam gidiyor, yerine başka bir erkek geliyor, hiçbir kadının ilgisiz kalamayacağı bir erkek...
İşte bu güzel adamla soluğu Betûl Mardin’in evindeki mavi odada alıyoruz...
Niye orası?
Çünkü bizim evde Alya’nın kız arkadaşları parti yapıyor...
Neyse ki imdadıma kayınvalidem yetişiyor...
Onun dedesine ait mavi kanepede Mehmet Günsur’u görüntülüyoruz.
Bir ayrıntı daha, çantamdan göz kalemimi çıkarıyorum Mehmet Günsur’a sürme çekiyorum.
Şimdi bu fotoğraflara bakın ve söyleyin Johnny Deep’e benziyor mu, benzemiyor mu? Türkiye’nin en seksi erkeklerinden biri mi, değil mi?
Çocukluk...- Olağanüstü güzel bir çocukluk, güneş hatırlıyorum, ferah, büyük bir ev hatırlıyorum, deniz manzarası hatırlıyorum. Hisarüstü’nde geçti çocukluğum. Annem Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim görevlisiydi, ablam da Boğaiziçi’nde öğrenciydi...
Aranızda kaç yaş fark var?
- 7.
İyi mi anlaşırsınız?- Çooook. Gerçi ben küçükken haydut ve mikropken, ona az eziyet çektirmemişim. Ama beni o istemiş. Annem, ablam ilkokuldayken veli toplantısına gidiyor, ablamın hocası diyor ki, “Tebrikler yeni bir bebek geliyormuş!”, annem “Yooo” diyor, “A olur mu?” diyor kadın, “Zeynep bize bebek odasının perdelerinin rengine varana kadar anlattı.” Bizimkiler, ablamı çekiyorlar, “Ne iş?” diye, Zeynep de diyor ki; “Çok istiyorum, ne yapılacaksa söyleyin ben yapayım.” “Madem öyle” diyorlar, ben dünyaya geliyorum. Zeynep benden ne zaman yaka silkse annem, “Sen istedin valla hiç konuşma!” dermiş. Zeynep’le çok iyi anlaşırız...
O yılların renkleri, sesleri neler?- Kendimi bildim bileli müziğe aşık bir adam oldum. Ne yaptıysam hayatta, fonda müzik var. Çok çok küçüktüm ablamın doğum gününde bir arkadaşı ona bir plak hediye etti. “The Sweet” diye bir grup, 70’lerin glam rock grubu İngiltere bazlı, Zeynep umursamadı bile ama o plak benim hayatımı değiştirdi. Babam hâlâ anlatır, ilk elektro gitar sesini duyduğumda salonun ortasında nasıl transa geçtiğimi...
Bu müzik aşkı nereden geliyor?- Babadan. Caz plakları var, cazcı. Kafka’ya benzeyen bir adam. ODTÜ’lü, endüstri mühendisi, annem de Alman filolojisi mezunu. Gençlikleri acayipmiş, 50’lerin 60’ların Ankara’sı olağanüstü bir yermiş. Tamamen bir üniversite şehri. Pırlanta gibi insanlar... Louis Armstrong, İstanbul’a falan değil, direkt Ankara’ya geliyor konsere. İki dedem de albay, dolayısıyla annemin de babamın da çocuklukları dolaşarak geçmiş. O açılardan da birbirlerini tamamlıyorlar ve inanılmaz bir aşk yaşıyorlar. 67’de İstanbul’a geliyorlar, geliş o geliş, 68’de Zeynep doğuyor, ben 75’te.
Ailenin favori çocuğu siz misiniz?
- Yok yok, ikimizin de farklı özellikleri var. Ben daha sporcuydum mesela, 4 yaşından itibaren yüzme, kayak, tenis. Hatta, profesyonel tenisçi oldum. Sonra bir an geldi, seçim yapmam gerekti, tenise devam edecek miyim, etmeyecek miyim. Tenisi bırakmayı seçtim. O ara müziğe de sardırmıştım.
“Multi yetenek” adamla mı karşı karşıyayız yani...- O kadar değil ama hep becerikli bir adam oldum...
Peki ablanız Zeynep?- Yıllarca bale eğitimi aldı ama üniversitede bir modern dans enerjisi içine girdi. Geyvan Mc Millen’ın öğrencisidir, Boğaziçi Üniversitesi’nde Modern Dans Kulübü’nü kurdu. Aynı zamanda bir akademi manyağı, hayatının sonuna kadar okuyabilir. Mastırını yaptı, doktorasını yaptı. Bir buçuk sene Hindistan’da Hint kültürünün Hint dansı üzerine tesiri konusunda Hint hükümetince verilen bir bursla Yeni Delhi Üniversite’sinde okudu. Aslında sosyoloji okudu, doktorasına Boğaziçi Üniversitesi’nde başladı, Osmanlı’da gösteri sanatlarıydı doktora tezi, sonra Arapça onu çarptı, New York Üniversitesi’nde doktorasının ikinci kısmını Arapça olarak tamamladı.
Vayyyyy. Sizin eğitiminiz ne? - Ben İtalyan Lisesi mezunuyum. Küçükken ailecek arabaya atlayıp tatile İtalya’ya giderdik kayağa. Şimdi düşününce İtalya tohumları ruhuma o zamandan atılmış. Hep çok estetik buldum İtalya’yı, İtalyanları. Lisanları da hoşuma gitti. İtalyan Lisesi’nde okuma hayalim vardı, gerçekleşti...
İtalyan Lisesi’nin diğer yabancı okullardan bir farkı var mıydı?- Diğer okulları bilemem ama bizim bütün hocalarımız dünyayı gezmeyi seçmiş insanlardı. İtalyan hükümeti bir sınav açıyor, o sınavı kazanırsan dünyayı gezerek hocalık yapıyorsun, bizimkiler de öyle tiplerdi. Felsefe hocamız İstanbul’a gelmeden 4 sene Fas’ta çölde çadırda hocalık yapmıştı. Her cuma Çiçek Pasajı’na içmeye giderdik... İki tane resim dersimiz vardı, tiyatro dersimiz vardı, olağanüstü bir müzik hocamız vardı, tabii o yıllarda, kaçmaz, rock grubu da kurduk...
Ne çalıyordunuz?- Davul.
Bu kadar çok şeyle nasıl başa çıktınız?
- 7 yaşındayken araya bir de Sana reklamı aldım, sonra 12 yaşındayken “Geçmiş Bahar Mimazoları” diye bir dizide oynadım. Ama oyunculuk benim için hobiydi. Müzik hep daha önemliydi. Ve o rock grubumuzla bir sürü yerde çıkıyorduk. Ortaköy, Kemancı, Flatline...
Kadınlar nezdinde hep böyle popüler bir adam mıydınız?- O yaşlarda çok farkında değildim aslında, geç büyüdüm ben, hâlâ büyüyorum, sakallarım yeni çıkıyor. Muhtemelen kadınlar bana hep “güzel çocuk” olarak baktılar. Saçlarım belime kadardı. Kovboy çizmeleri giyerdim. Sonradan farkına vardım bana aşık çok kadın olduğunu...
İlk aşk ne zaman?- İlkokul 1, sonra ilkokul 3. Hatta, onu dün rüyamda gördüm. Sonra Orta 1’de kendimden büyük bir kızla beraber oldum. O yıllarda birkaç yaş fark çok önemliydi, bin yıl ileride gibiydi, ona rağmen becerdim o ilişkiyi yürütmeyi. Sonra olgun bir biçimde bitirdim. Küçük bir heriftim ama düzgün bir heriftim...
Annenize, babanıza en çok hangi genlerini aldığınız için teşekkür edersiniz?
- 1) Pozitiflik. Acayip pozitifim. 2) Sabır. Akışına bırakırım her şeyi. 3) İyi niyet. Her işi iyi niyetle halletmeye inanırım.
Biz karımla sarılmışız ve birlikte uçuyoruz... Hissettiğim bu... Aşk bu... Bütünleşmek bu...
İtalyan eşinizle nasıl tanıştınız?
- Adı Katerina Mongio. Belgesel yönetmeni. Benim gibi pozitif bir insan. En umutsuz yerlerde bile umudu, gülümsemeyi arayan biri. Brezilya ile ilgili çok güzel bir belgeseli var, çocuklar lağımda oynuyorlar ama mutlular. İnsanda iyi bir his bırakan bir film. Biz ikimiz de hayatı olumlu tarafından görmek isteyen tipleriz.
O, hayatınızın en büyük aşkı mı?- Evet. Biz birbirimizi yeniden bulmuş gibi hissediyoruz.
Nasıl yani?- Yeni tanışmış gibi değiliz. Sanki o aşk orada hep vardı. Tanışmamıza gelince, ben bir arkadaşımla kısa film yaptım. Bir sürü yere gönderdim, biri de Valencia Film Festivali’ydi. İşte orada Katerina’nıın bir arkadaşıyla tanıştım. İçine doğmuş demek ki, “Benim bir arkadaşım var, onunla mutlaka tanışmalısın” dedi. O kadar ısrar etti ki, hissettim ki bir alt metin var, bana bir şey demeye çalışıyor. Sonuçta festival bitti, beni Lecce’ye davet etti. Lecce de, İtalya’nın güneyinde, tam çizmenin topuğunda büyülü, barok bir kasaba, 100 bin kişi filan yaşıyor. Bir tren bileti alıp gittim, beni işte o sözünü ettiğim kız ve arkadaşı Katerina karşıladı. Katerina ile tanışmıştık.
Ne oldu tanışınca?- Dört gün geçirdik, o dört gün, dört milyon yıl gibiydi. Anlatılamaz bir iletişim. Yıllardır arkadaşı olan insanlar etrafında, onlarla aynı dili paylaşıyor ama bizim tarifi olmayan bir komünikasyonumuz var. Sadece bakışarak anlaşıyoruz. Aşk böyle bir şey. Dil, din, ırk, hiçbir şeyi tanımıyor. Sonra ben onu mavi yolculuğa davet ettim.
Ne özelliği var bu mavi yolculuğun?- Bizim aile geleneğimiz. 40 senedir maaile, mavi yolculuğa çıkıyoruz. Son 20 yıldır aynı tekneyle. Her sene, aile biraz daha büyüyor, çoluk çocuk, bazen iki tekne oluyoruz. Katerina’ya da “Gel” dedim, geldi...
Bu bir test miydi?- Yok canım, daha önce başka kız arkadaşlarım da geldi. Ama Katerina, tekneyi ve bu muhabeti özel olarak sevdi. Evlendiğimizde 7 aylık hamileydi. Ama onun hayatımın aşkı olduğuna ben çok daha önce karar vermiştim, iş güçten evlenmeye fırsat olmadı. Sonra Lecce’ye yerleştik. O büyülü barok kasabaya. Oğlumuz Ali’nin öyle bir yerde büyümesini istedik. Bahçeler... Köpek... Kendi bostanımız, yetiştirdiğimiz sebzeler... Havuz... Zeytin ağaçları... Böyle bir yerde büyüdü... Ama şimdi okul çağına geldi, tekrar Roma’ya taşındık. Bir de Maya var tabii, ikinci çocuğumuz...
Katerina’da başka kadınlarda bulmadığınız ne var?- Tarifi olmayan bir pozitiflik. Ve tabii hayata çok ortak bir noktadan bakıyoruz.
Ona tamamen kendinizi teslim olmuş gibi mi hissediyorsunuz?- Hayır, hayır! Biz sarılmışız, onunla birlikte uçuyoruz, hissettiğim bu...
Son olarak sizin aklınızı başınızdan bu kadar alan kadın çok güzel bir kadın mı?- Evet ama... Güzellik olmaz onu tanımlamak için ilk önce kullanacağım sıfatlar. Yine de çok güzel, 1.85 boyunda, incecik, zaten kemik ölçümü yaptırdık, Ali de Maya da 1.80’i geçecekmiş. Ailenin cücesi ben kalacağım!
Bir sene sonra Buenos Aires’te de yaşayabilirim, dünya benim ülkem...
Müzikle bu kadar haşır naşırken nasıl oyuncu oluverdiniz?- Hamam filmiyle. İtalyan Lisesi’nden sonra Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne girdim, aynı zamanda Roxy’de 9 masalık küçük bir lokantam var...
Mutfaktan, yemekten de anlıyorsunuz...- Evet ya. Boğa erkeğiyim, yemek severim, pişirmeyi severim...
O zaman meşhur filan değilsiniz...
- Yok değilim ama İstanbul gece hayatında tanınan bir tip, “Bak o çocuk” gibi bir durum var.
Aynı anda bir sürü sevgiliniz mi var..- Yok hayır, ben hep uzun süren ilişkiler yaşadım, en kısası iki sene sürdü. Sefaat’te çalışan bir arkadaşım, “Hamam” filmindeki oyuncu kastından sorumluydu. Bana dedi ki, “Başrol oyuncusu arıyorlar.” “Kimmiş yönetmen?” dedim, “İtalya’da yaşayan bir Türk yönetmen” dedi ama o zaman adını bildiğimiz biri değil Ferzan. Kalktık gittik konuşmaya, “İsmim Mehmet ama herkes bana Memo der” diye kendimi tanıttım. Birden Ferzan’ın gözleri büyüdü. “Garip bir adam” diye düşündüm. Biraz konuştuk, İtalyanca bilmem filan galiba onu etkiledi, bana senaryoyu verdi, bir baktım senaryoda Mehmet diye bir karakter var ve kendini, “İsmim Mehmet ama herkes bana Memo der” diye tanıtıyor. Ferzan’ın gözlerinin büyümesi bu yüzdenmiş. Bana rolü teklif etti ama bir şartı vardı, saçlarımı kesmem gerekiyordu. Bir hafta düşündüm. Sonra “Tamam” dedim...
Niye kabul eder insan böyle bir şeyi? Karşınızdakinin iyi bir yönetmen olup olmadığını bile bilmiyorsunuz...- Bilmiyorum ama güzel bir rol, güzel bir hikaye ve benim için güzel bir macera. Bu saçlar uzar nasıl olsa... Öyle düşündüm...
Kafanızdan, “Oyuncu olayım... Meşhur olayım...” gibi düşünceler geçti mi?- Beni ilgilendiren o ekiple birlikte sette olmaktı. Yeni bir şey, heyecan duyacağım bir şey...
Korku?- Olmaz mı? Var tabii. Korkuyu kanalize edilebilirsen bir sürü kapı açıyor. Bir miktar korku olmalı...
Peki saçlara ne oldu? Sakladınız mı?- O dönemki sevgilim sakladı. Ayrılınca da “Al saçlarını!” dedi, bana geri verdi. “Hamam”, benim hayatımda çok önemli bir dönüm noktası oldu. O filmden ötürü İtalya’dan bir tiyatro teklifi aldım. “Bent” diye 79’da yayılan gay akımını anlatan bir oyunda başrol oynamam teklif edildi...
Teması gaylik olan filmlerde, tiyatro eserlerinde oynamak sizi hiç endişelendirmedi mi?- Ne gibi?
“Adımı homoseksüele çıkaracaklar” diye... - Bu tür şeyler umurumda bile olmaz. Ben homofobik biri değilim. İnsanların ne düşündüğüyle çok ilgili de değilim. Teklifi kabul ettim, kendimi 23 yaşında bir İtalyan tiyatrosuyla 4 sene turne yaparken buldum. Oynadığım rol de Ian McKellen için yazılmış bir roldü. Bundan daha onore edici ne olabilir? Adam, İngiliz tiyatrosunun gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden biri. Bu arada grupta benim dışımda herkes gay...
Gaylik ve gayler konusunda tedirgin olmamanıza şapka çıkarıyorum...- Olmadım. Niye olayım?
Ne bileyim, biz öyle her şeye kuşkuyla bakan bir kültürden geliyoruz. Bir de ben çok korkarım, mesela uyuşturucu kullansam kendimi kaptırabilirim, hiçbir şeyi dozunda yapabilen biri değilim. Lezbiyen olur muyum bilmiyorum ama tam heteroeksüel miyim onu bile bilmiyorum...
- (Gülüyor) Ben de bilmiyorum 50 yaşında belki gay’liği seçebilirim ama şu anda karşıma öyle bir erkek çıkmadı!
Merak etmeyin bu laftan başlık yapmam...- Yapma, başıma iş açarsın...
Ve sonra İtalya’da kaldınız...- Evet, hâlâ oradayım. Daha doğrusu hem Türkiye’de hem orada.
Şizofrenik bir durum değil mi?- Meslek icabı öyleyiz zaten. Profesyonel şizofrenleriz biz.
Hiç uyum sorunu yaşamıyor musunuz?- İtalya’ya mı? Hayır hiç. Ben bir sene sonra Buenos Aires’te de yaşayabilirim. Dünya, benim ülkem.
Bir sürü yeteneğiniz var, bir sürü farklı iş yapabilirmişsiniz. Neden oyunculukta karar kıldınız?- Çünkü 1) Sürekli başka biri olmak dünyanın en eğlenceli şeylerinden biri. 2) Ben bir anlatıcıyım, kendimi öyle hissediyorum. Hayatı anlatmanın en acayip yönlerinden biri de oyuncu olmak...
RAHATSIZ BİR ADAMI OYNAMAYI SEVİYORUM“O Şimdi Asker”de karısını depremde kaybetmiş, klostrofobik, alkolik, rahatsız bir adamı oynuyordum. Böyle rolleri çok seviyorum. Fiziksel olarak role bir şey katmayı da seviyorum. Mesela özürlü birini, sağır birini, dilsiz birini canlandırmak... Müthiş deneyimler bunlar. Ağırlık merkezini değiştirsen bile, o bir anda sen olmaktan çıkıyorsun...
YARIN: Ümit Ünal’ın son filmi Ses’te başrol oynadı.... Ses filmi için ne diyor? Türkiye’nin en seksi erkeği olarak anılmasını nasıl değerlendiriyor...