BİLMEM ki, manası var mı size Ruth’dan söz etmemin...
Yine ‘Ne alaka?’ diyenleriniz çıkabilir.
Yine annesinden, kedisinden, sevgilisinden bahsediyor diye dudak bükenleriniz olabilir.
Aman be, korkunun ecele faydası yok. İsterseniz bükün dudağınızı! Zaten içim sıkılıyor.
Bugün beynimin kıvrımlarında Ruth dolaşıyor. Size mi bakacağım...
Ben her şeyi içimden geldiği gibi anlatacağım...
*
Ruth, benim kuzenim. Teyzemin kızı. Altı Alman kuzenimden biri. Benden sadece 2 yaş büyük. Yanaklarında olağanüstü güzellikte gamzeleri olan bir kız.
Çok fazla görüştüğümüz söylenemez, öyle çok yakın omuz omuza bir hayatımız da olmadı, o Almanya’da ben Türkiye’de ama o müthiş gamzeleri yüzünden ben hep onu gülümseyen haliyle hatırlıyorum.
Şu anda ‘Hayatım röportaj!’ diyebileceği şeyler yaşıyor. Durup dururken...
Ne kadar kötü ve felaket şeyler yaşarsanız, röportajınız o kadar keskin, çarpıcı, batıcı olur!
*
Birkaç yıl önce acayip şamata yaptık Ruth’un bebeği oldu diye. Şahane bir oğlan: Adı Paul. Isır yanaklarını, o kadar tatlı. Beyaz tenli, sarı kafa, kel bir oğlan çocuğu. Yaramaz mı yaramaz.
O gözler... Fıldır fıldır. Zeka fışkırıyor. Anneye de pek düşkün. Haliyle anne de ona.
*
Ruth,Paul’u doğurduktan sonra, süt vereceği zamanlar, göğüslerinde bir anormallik hissediyor, sanki kitleler var içinde, elinin altında sert dokulara rastlıyor, hiç alışık olmadığı şeyler.
Haliyle hemen toparlanıp, vakit geçirmeden doktora gidiyorlar. Ve hatırlatırım size, olay Almanya’da geçiyor, Bangladeş’te değil.
Gittikleri doktor rahat, ‘Endişe edecek bir şey yok’ diyor. Bir de üstüne basa basa ‘Süt bezesi bunlar’ diyor.
‘Altı ay sonra bir kere daha kontrole gelirsiniz...’
Bizimkiler rahatlıyor. Aile normal hayatına dönüyor.
*
Normal hayat mı dediniz? Nasıl yani...
Öyle bir şey mi var?
Altı ay sonra ikinci gittikleri muayenede başka bir doktor Ruth’un yüzüne aynen şu lafları ediyor: ‘Bunlar süt bezesi değil kanser! Ve siz geç kaldınız!’
*
Bu ağır cümlelerden sonra, hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Kanser iki memeye de yayılmış.
Keşke altı ay önce müdahale edilebilseymiş...
Yine de acayip metanetliydi benim kuzenim.
Defalarca kemoterapi... O saçların hepsi gitti... Sonra yeniden uzadı... Tedavi üstüne tedavi... Bu arada Paul 2.5 yaşına geldi...
Tam dedik ki, ‘Tamam... Atlattı... Bitti...’ Geçen gün haber geldi:
Kanser, kemiklere yayılmış, artık kurtuluşu yok! 35-36 yaşlarında bir kadın ve birkaç ay ömrü kaldığını biliyor. Ölümü kucaklamaya hazırlanıyor...
*
Bu acılı olayda iki şey beni derinden sarstı.
Birincisi... Bu hikayedeki asıl mahvolan kişi... Kim sizce? Ruth’un kocası mı? Oğlu mu? Yoksa kendisi mi? Aslında hepsi. Ama en çok kim? Kim biliyor musunuz? Annesi. Yani teyzem Uli.
Allah kimseye böyle bir acı yaşatmasın.
Benim annem şu an teyzemin yanında, doğum gününü kutlayacaklar, teyzem hiç oralı değilmiş, ama Ruth tutturmuş: ‘Şunun şurasında ne kadar zamanımız kaldı? Kutlama gerektiren vesileleri bir değil, 100 kere kutlayacağız...’
İzninizle, beni ikinci mahveden şeyi söyleyeyim ve huzurlarınızdan öyle çekileyim...
Ruth, kız kardeşi Elke’ye demiş ki: ‘Benden sonra oğlum Paul, sana emanet!’
Hayatta bundan daha acılı bir cümle olabilir mi acaba? Belki vardır ama ben bilmiyorum.
Duyduğumda hüngür hüngür ağladım. Aklıma geldikçe de fena oluyorum. İki buçuk yaşında çocuğunu bırakıyorsun arkanda...
Ölüyorsun ama huzurlu bile değilsin.
Çocuğuna iyi bakabilecekler mi acaba, onu üzecekler mi, onu mutlu edebilecekler mi?
Sophie’nin seçiminden beter bir şey bu!
Tamam, kocası şu anda çok üzgün ama o da genç bir adam, çok acı çekecek ama günün birinde bir başkasıysa evlenip gidecek, peki bu çocuk kime emanet edilecek?
En yakını kardeşi yine...
Aynı kandanlar hiç değilse...
Hayatta neler geliyor insanın başına...
Hiç düşündünüz mü, bir gün aniden hesapta yokken gitmek zorunda kalırsanız, kime bırakabilirim çocuğumu diye... Ve o ölüm anında içiniz rahat olabilir mi?