Köpekbalıklarını sevmeyi öğrendim

Türkiye'nin ve dünyanın onca sorunu varken ben Hint Okyanusu'nun ortasında rüya gibi bir adadaydım.

Bu yüzden herşeyden önce herkesten özür diliyorum.

Hepimizin doğduğu bir gün oluyor ya, yaş günü diyoruz ona, hani büyümemizi kutluyoruz, senede bir tane benim de onlardan oluyor, büyüyüp büyümediğimden emin değilim ama o günlerde kendime bir hediye verip, buralardan çekip gitmeyi tercih ediyorum.

Israr edenler varsa, doğduğum için de özür dileyebilirim.

Gibi...

Ölçülü bir girişten sonra, bakın yeteri kadar geri çektim kendimi, iki kere özür de diledim, daha küçülemem, cebinize de giremem, n'apim yani gittim, Kopenhag yerine Vabbinfaru'yu alayım dedim.

Oradayken de Kopenhag kriterleriyle filan ilgilenmedim.

Mercan, su kamlumbağası, vatos, yunus ve köpekbalığı kriterleriyle ilgilenmeyi tercih ettim. Kötü bir yurttaşım yani. Ama iyi bir dünyalıyım. Çünkü o gittiğim cennette su altı biyoloji derslerine girdim, bir elimde meyva kokteylim diğer elimde kağıt kalemim, okyanus canlılarının o ‘‘Yok artık, daha neler!’’ diyeceğiniz dünyasını inceledim.

Duyduğum herşeyi not ettim.

Bin tane soru sordum.

Hatta bir ara hoca, ‘‘Biz genelde misafirlerimizin mesleğiyle ilgilenmeyiz, ama meraktan çatlayacağım, mesleğiniz nedir, bugüne kadar kimsenin sormadığı soruları soruyorsunuz da’’ dedi.

Ben mi, gazeteciyim dedim.

Avantadan prim topladım.

Orada farklı, orada gazetecileri ciddiye alıyorlar.

*

E tuhaf bir şey.

Su altı biyoloji dersleri yani.

Karada öğreniyorsun, suda tatbik ediyorsun. Öyle kös kös dalmıyorsun o zaman, neye dokunacağını, neye dokunmayacağını biliyorsun, mercan denilen şeyin bir bitki değil, hayvan olduğunu çakozluyorsun, renklerine vuruluyorsun, Tanrı'nın varlığına bir kere daha inanıyorsun, suyun altında bile onu hissediyorsun, biraz kafayı yiyorsun tabii, o rengarenk balıklara, hayatın boyunca görmediğin canlılara bakıp ‘‘Allah neler yaratmış’’ oluyorsun, yeryüzündeki varlığını bir kere daha sorguluyorsun, insan türü olarak kendimizi nasıl da herşeyin merkezine oturtup salaklık yaptığımızı farkediyorsun...

Bizden ibaret değil ki bu dünya...

Ama ne yazık ki suyun altında da savaşlar var.

İnsan savaşları yerine mercan savaşlarını öğreniyorsun.

İki güçlü mercanın birbirini alt edemeyeceğince nasıl pes ettiğini, aralarında Berlin Duvarı gibi ince bir hat bırakarak ürediğini gözlerinle görüyorsun. Adamlar sana bütün o canlıların nasıl çoğaldıklarını, yaşadıklarını anlatıyor. Sen akşam bunları dinleyip, sabah denize dalıyorsun.

Olacak şey değil beki ama...

Köpekbalıklarına devasa bir hayranlık besliyorsun. kumun altına saklanmış bir canlının bile kalp atışlarını duyabilecek techizata sahip olduklarını öğrenince de, ‘‘Tanrım ben neredeyim’’ oluyorsun. Bütün o Jaws filmlerinde iflah olmaz ısırgan bir zalim olarak gösterilen o balıkçığın, gerçekte öyle olmadığını, insan etinden zerre kadar haz etmediğini, mecbur kalmadıkça tercih etmediğini farkediyorsun. e haliyle biraz rahatlar gibi oluyorsun. Ama yine de onlarla dipdipe yüzerken üç buçuk atıyorsun, sevgilinin elini daha bir sıkı tutuyorsun. Bugüne kadar o sularda kimseyi yemediklerini hesaba katsan bile, heyecan dozun yükseldiği için, yanılıp burnundan nefes alıp vermeye kalkıyorsun.

Deniz gözlüğün buğulanıyor...

*

Öğle yemeği yerken ‘‘Koşun yunuslar!’’ diyen, akşam üzerleri vatosları besleyen, yetiştirdikleri kaplumbağalara verici yerleştirip sığ sulardan okyanuslara gönderen ve onları uydu aracılığıyla izleyen bir grup insandan söz ediyoruz burada.

Sıradan bir ada değil yani Vabbinfaru.

Banyantree de Maldiv'deki diğer otellere hiç mi hiç benzemiyor.

Bütün o öldürücü konforunun yanı sıra doğallığın da en üst seviyesini yaşıyorsun orada.

Bunun için para ödüyorsun.

Bir hafta boyunca beyaz kumların üzerinde çıplak ayak dolaşabildiğin için. Akşam yemeğinde bile ayakkabı, terlik, giysi gibi kavramsal eşyalardan uzak durabildiğin için. Şehir hayatı bir süreliğine olsun beyninden, aklından kazındığı için.

Seni normal, gündelik hayatından uzaklaştırabildiği kadar uzaklaştırıyor orası. Televizyon yok, müzik yok, okyanusun sesi neyine yetmez, saçını bile taramıyorsun, yaşın oluyor 7, sen kafayı o güzelim doğaya, turkuvaz denize ve onun sana sunduğu güzelliklere takıyorsun.

Bir de sevgiline.

Birlikte olmanın tadını ıcığına cıcığına kadar çıkarıyorsun.

Durumu biraz abartıyor olabilirsin tabii...

Ama hiçbir mahzuru yok.

Hem hayatının tatilini yapıyorsun hem de son derece absürd şeyler öğreniyorsun, duyduğun gördüğün herşey karşısında sürekli ‘‘Allah Allah’’ ‘‘Allah Allah’’ diyorsun, hayretlere düşüyorsun, çeşitli ülkelerden bir takım bilimadamlarının gelip sana daldığın suların, değdiğin hayvanların gizemini anlatması da herşeyin üzerine tüy dikiyor. Ne diyeyim? Aklın uçuyor.

*

Ama tabii benim aklım ilk Vabbinfaru'yu uzaktan görünce uçtu.

Resmen nefessiz kaldım.

Maldiv'lerde Vabbinfaru. Önce Dubai'ye uçuyorsun, sonra ver elini Male. Havaalanında seni bir tekneyle karşılıyorlar, yarım saat kırk dakika uzaklıktaki o gizli cennete götürüyorlar.

Male'yle bile saat farkı var.

Okyanusun ortasında, dünyadan kopuk bağımsız bir cumhuriyet gibi duruyor.

İşte karşında...

Kalbin küt küt atmaya başlıyor.

Ada deyince aklına gelebilecek herşeyin simgesi bu miniminnacık yer. Turkuvaz bir deniz, bembeyaz kumlar ve kafasını suya daldırmış palmiyeler. Sadece 48 adet bungalov var.

O kadar.

Bir ucundan diğer ucuna gitmenin 7 dakika bile almadığı o adada sadece 100 kişi konaklayabiliyor. Buna karşın 150 personel çalışıyor. Sana çaktırmıyorlar ama her an birileri senin yardımına hazır. Biliyorsun da o kişiyi. Bizimki mesela Raşit'ti. Maldiv'lerin Müslüman bir ülke olduğunu söylemiş miydim? Dolayısıyla gereğinden fazla çıplaklıktan hoşlanmıyorlar ama son derece sevimli ve cana yakın insanlar. Orası aşıklar adası. Romantizmin Allah'ı karşınızda. Herşey ona göre hesaplanmış ve gerçekleştirilmiş. Herkes patonsiyel sevgili. Ve mesela size şöyle bir hizmet sunuyorlar: Bir deniz motoru geliyor, sizi alıyor, denizin ortasında bir yere götürüyor. Orası minnacık, bir tek masanın sığabileceği bembeyaz bir kum tepesi. Masayı kuruyorlar, bembeyaz örtülerle gayet şık hazırlıyorlar, üzerini donatıyorlar, şampanyayı koyuyorlar ve iki sevgiliyi bırakıp gidiyorlar, güneş battıktan sonra da gelip sizi alıyorlar...

Fikir hoşunuza gitmedi mi?

Siz galiba biraz müşkülpesentsiniz, siz ‘‘sand bank’’i beğenmediniz, biz size ‘‘intimate moments’’ verelim...

O ne biliyor musunuz?

Siz dışarıdayken iki üç saat önceden odanıza giriyorlar, her tarafı ve herşeyi mumlarla, tütsülerle, aşk moduna göre ayarlıyorlar. İpek saten çarşaflarla odanıza girdiğinizde aklınızda aşktan başka bir kavramın dolaşabilmesine imkan kalmıyor.

Şampanyanız, jakuziniz ve diğer ayrıntılarınız sizi bekliyor.

Bir hafta boyunca her gün üç saat spa'ya gidip masaj yaptırdıktan sonra da normal hayata dönmek için değişik bir masaja ihtiyacı oluyor insanın...

Doğrudan kafanıza vurulması gibi!

Türkiye'ye gelince, uçaktan iner inmez onu da yapıyorlar zaten.
Yazarın Tüm Yazıları