Keşke Müzeyyan Senar olmasaydım da bir kocayla bir ömür geçirseydim

O bir Müzeyyen. O bir efsane. O bir abide. Adı geçtiğinde herkesin bir an sessiz kaldığı, saygıda asla kusur etmediği bir isim. Bir ekol. Bir gırtlak.

Bir ses. Bir şöhret. Neler neler gördü 1918’den bu yana. Düşünsenize, Türkiye Cumhuriyeti’nden daha büyük. Ama "Bir ömür başarıyla haşır neşir olmuş bir kadının herhalde hiçbir pişmanlığı yoktur" diye düşünüyorsanız... Fena halde yanılıyorsunuz! O kadar kimselere benzemiyor ki, "Bırak bunları ya" diyor, "Şöhret, para, pul, han, hamam, apartman geçici. Keşke bir adam olsaydı hayatımda da, onunla birlikte yaşlanabilseydim..." Belki de bu yüzden Müzeyyen Senar kendisiyle barışık. O, alkış bağımlılarından değil. O yüzden de bu işleri bıraktıktan sonra kompleks yapmamış. Zaten anlattıklarına bakarsanız, bu mucizevi sesin sahibinin yaşadığı her şey, ona rağmen olmuş. Sahneye çıkmak için o tutturmamış, sesi harikulade diye onu çıkarmışlar. Ta ki Müzeyyen oluncaya kadar. Sonra da, bir ömür öyle geçmiş. Çok esprili. Çok zinde. İnsanın morali düzeliyor, herkesin böyle yaşlanma şansı olabilir mi diye. Son derece güzel bir /images/100/0x0/55eb4699f018fbb8f8b6b2c5vücudu var. Bir de muzip bir tarafı var. Röportaj esnasında sorulara cevap vermeden önce rakısından bir yudum alıyor ve öyle yanıtlıyor, "Bir yerde dostluk varsa, orada rakı da vardır" diyor. Salı gecesi de "Kulüp Rakı ile Taş Plak Gecesi"nde Sepetçiler Kasrı’nda sahne alıyor. Efsaneyi, sahnede çok fazla izleme şansınız yok, fırsatınız var kaçırmayın...

Nasıl bir çocukluk sizinki? Nasıl bir aileniz vardı? Size destek mi oldular, köstek mi?

- Ay sen de mi? Çok anlattım bunları. Kitaplar yazıldı ayol. Gazeteciler yazdı. Ben bıktım, onlar sormaktan bıkmadı. Diyorlar ki, "E yeni jenerasyonlar seni bilmiyorlar, tanısınlar!" Haydaaa, tekrar tekrar al baştan: Bu işlere, çocukken başladım. 12 yaşında. Ben kekemeydim...

Hayatınızla ilgili kaç röportaj verdiniz?

- Bin defa, bin defa!

Hep mi aynı sorular?

- E tabii. Ne soracaksın ki bana. Cemiyet hayatım yok, siyasi hayatım yok, dostum, sevgilim yok. Dedikodu bilmem. Ne konuşayım? Dönüyorlar, dönüyorlar aynı soruları soruyorlar. Boş ver, sen de sor, ben cevap veririm...

"Bir hayat içinde 10 bin hayat yaşadım" diyorsunuz...

- E yaşadım. Benim 70 yaşında oğlum var, sen diyorsun. Torununun torununu görmek kaç kişiye nasip olur? Her şeyi tattım ben. Fakirliği de zenginliği de. Hep aynı kaldım, hiç değişmedim. Ama zenginliği ve iktidarı hazmedemeyenler var.

Siz hazmetmeyi nasıl başardınız?

- Bir özü var insanın. Sağlamsa, yırttın. Çünkü öz değişmez. Ben buyum. Yüreğim bu. Hiç şaşırmadım kendimi. Allah şaşırtmasın. Kapıcıyla da rakı içerim, boyacıyla da, berduşla da. Anlayacağın, ben Müzeyyan Senar’lığı beceremedim.

Kaç doğumluydunuz siz?

- Sen kitabımı okumadın mı? 1918. Tam 88 yaşındayım. Dizimde sorun var ama kireçlenme filan yok. Bak nasıl ayaklarıma değebiliyorum. Sen de yapabilir misin? Kalk ayağa yap. Ah bu Arko kremcinin aklı olsa...

Sizi reklama çıkarırdı, değil mi...

- E tabii. Onun ürününe, benim kadar sadık kim var? Tam 50 senedir Arko krem kullanıyorum. Yüzüme başka hiçbir şey sürmüyorum. Zaten makyaj filan da yapmam. Ne allık, ne fondöten, ne de pudra. Gözlerim de lens değil, iyi bak, iki renk. Bunu da hep sorarlar: "Müzeyyen Hanım, lens mi kullanıyorsunuz?" "Hayır evladım!" Gözlerim Allah vergisi gri- mavi. Bak, ortası da kahverengi. Gelmeden berber kız da sordu. "Ayol yok, sahici, onlar benim benim" dedim. Burnumu yaptırmak istedim. 1960 senesinde. Doktorlar beni kovdu. Neymiş? Ben Müzeyyen Senar’mışım, böyle kalmalıymış. "İyi peki, ne haliniz varsa görün!" dedim.

İnsan bu yaşta geçmişi daha mı iyi hatırlıyor, yoksa unutmaya mı başlıyor?

- Yok yok hatırlıyorum. Hem de çok iyi. Aaaaa rakı var, dur bir yudum içeyim. Buz ver buz. Allah, hálá bu yaşta içirtiyor ya, daha ne ister insan...

Nasıl bu kadar dinç ve diri kaldınız?

- Allah’ın işi. Diriyim hakikaten. Geçmişte çok jimnastik yaptım. Çok iyi balıklama atlarım. Kışın bile denize girerim. Soğuk suyla yıkanırım. Kahvaltıyı kıtırla geçiştiririm, bir tek öğlen yerim, akşam da sadece meyve. Ve sabah akşam mutlaka süt içerim.

Sizin ailede herkes uzun mu yaşamış?

- Maalesef annem 49 yaşında öldü. Meme kanseriydi. Tıp da, o yıllarda bu kadar gelişmemişti.

Hayatınızda annenizin rolü neydi?

- Annemin sesi çok güzeldi, çok güzel şarkı söylerdi. Çok gençtim onu kaybettiğimde. Mezarımız aynı mezardır. Onun yanına gideceğim inşallah. Nasıl olsa öleceğiz. Ama erken ama geç. Ne zaman alır bilmiyorum, istiyorum ki bir an evvel alsın.

Öyle demeyin...

- Derim, derim. Elden ayaktan düşmek kötü, öyle olacaksa alsın canımı. Ben konuşuyorum O’nunla, arkadaşız...

Sizi alacağı-malacağı yok, gayet iyisiniz.

- Alacak, alacak. Alsın da zaten. Bana her şeyi yaşattı. En son sefire de oldum, onu da tattım. Hiç yüzüm kara çıkmadı. Tahsilsizim biliyorsunuz, buna rağmen beni utandırmadı. Kekemeliğim yüzünden okuyamadım ben.

Nasıl olmuştu bu kekemelik?

- Nazar yüzünden oldu. 5 yaşında tutuldum. Düğüne gittim, oynamışım, şarkı söylemişim. Sabah uyandım ki, konuşamıyorum. Her şeyi denedik. Doktora da gittik, hocaya da, minareye çakıl taşı da koyduk. Nafile. Bir tek şarkı söylerken kekelemiyordum. Sonra kendiliğinden açıldı 15 yaşında. Ama hálá çabuk konuşurum tutulmamak için. Korkarım yavaşlarsam kekelerim diye.

Peki babanız?

- Kahveciydi. Doktor çantası da vardı, hiç unutmam, ilk dişimi o çekti. Bak şu dişim. Aynı zamanda bir tür cerrahtı. Yunanlılara bakardı. Onların cinsel hastalıklarını iyi ederdi. Teneke ile altınları vardı. Karıları bitirdi. Sonra sefil oldu. Annem kaçtı, ben de annemi aramaya çıktım...

Niye kaçtı anneniz?

- Çünkü babamı kendi yatağında bir başka kadınla yakaladı. 28 sene babama tahammül etmiş olan annem, "Buraya kadar" dedi ve babamı bıraktı, gitti. Ben de tabii annemin peşinden. İstanbul’da başladık bu işlere.

Genç Müzeyyen nasıl bir kadındı? Deli dolu, çılgın, kural tanımaz ve kendine güveni tam bir kadın mı?

- Deli dolu olduğum doğru. Kendime güvenim de vardı. Çok adam dövdüm ama çok da kazık yedim. Ben inanırdım insanlara. Kabahatim bu.

Çok mu peşinizden koştu erkekler?

- E öyle de denilebilir. Niye di’li geçmiş zaman kullanıyorsun? Geçen gün plajdaydık. Önümüzden benim yaşlarda bir beyefendi geçti, şöyle bir baktım, "Acaba beni tanıyor mu?" diye. Adam geldi, "Bir göz attınız, beni buraya getirttiniz" dedi. Güya gözlerimle ben onu çağırmışım! İstanbul Gazinosu’ndan bahsetti, 1940’lardan söz etti. Bütün bunları anlatırken bir taraftan da elimi tutuyor...

Hoşunuza gitti mi?

- E tabii. Benden iki yaş küçükmüş ama olsun. Ağzından bal damlıyordu.

Ne tür çılgınlıklarınız vardı gençken?

- 1947’de ehliyet aldım. İstanbul’da iki kişide Playmouth araba vardı, bir bende, bir Tatari’lerde, Beyoğlu’nda topu topu 100 araba vardı. O yıllar öyle yıllardı ne trafik, ne de başka bir şey. Ve ben direksiyon sallıyordum. Çok alışılagelmiş bir şey değildi. Severim araba kullanmasını. Hálá kullanırım.

Geçmişe bakınca ne düşünüyorsunuz? "Şu şu aptallıkları yaptım" diyor musunuz?

- Demez miyim? Çok aptallık yaptım. 1933’te sahneye çıktım, daha doğrusu çıkartıldım, 10 lira yevmiye ile. Yemdim ben ailem için. Bu işi hiç istemedim. Ama hayır da diyemedim. Bugün sorarsan, "Hiç mi pişmanlığın yok?" diye, "Var" derim "Müzeyyan Senar olmak yerine, bir kocayla bir ömür geçirmek isterdim." Keşke bir adamla birlikte yaşlanabilseydim. Bugün bir arkadaşımın 66. senelerini kutlayacağız. 66 yıldır evliler. Ne güzel bir şey.

Her şeyi bir kenara koyar mıydınız yani, aynı adamla bir ömür geçirebilmek için?

- Koymaz mı insan, koyar tabii.

Bunun nesi güzel?

- Aaa döverim seni! Bundan daha güzel ne var?

Siz üç koca aldınız değil mi?

- Maalesef maalesef! Birinden dayak yedim ayrıldım. Atatürk’e gidiyorum diye dövüyordu.

Niye?

- İşte ona niye gidiyormuşum filan.

İlk kocanız Atatürk’ü mü kıskandı yani...

- Onu değil, beni kıskandı. 1935’lerden söz ediyoruz. Ben 17, 18 yaşındaydım.

Adama demiyor musunuz, "Saçmalama Ata’yla bir şey yaşacak halim yok!" diye...

- Diyebilir miyim? Ben kendim çocuğum, çocuğum da kucağımda. Sonra Feraye ve Ömer’in babasına rastladım Ankara’da. Onunla da 9 sene geçirdim. Sonunda bir laftan ayrıldık. Çocuğun mektep parası yüzünden. Onu da kapıya koyuverdim.

ÊDemek ki, siz de 60 sene bir adamı elinde tutabilecek kadın değilmişsiniz, baksanıza idare-midare etmiyorsunuz, sinirlenince kapıya koyuyorsunuz...

- İyi ama hep ben baktım. Bana bakan olmadı. Çorap bile alan olmadı. Tuhaf değil mi?

Üçüncüsü, en büyük aşktı değil mi?

- Ooooo. O çok az sürdü. Basın ayırdı bizi.

Nasıl yani?

- İşte öyle. Rahat bırakmadılar beni. Ankara’da Suudi Arabistan sefirine aşık olmuştum. Nasıl da güzel bir adamdı, bembeyaz. Sahnelerden çekildim. Sen misin sahneden çekilen. Hem de elin Arabı için! Kıyamet koptu. Kapıları mı vurmadılar, taşlar mı atmadılar, çirkin karikatürler mi çizmediler, akıl almaz haberler mi yapmadılar. Adamı resmen apar topar yolladılar.

Neden peşinden gitmediniz?

- E çocuklarım küçüktü, gidemedim. Olmadı işte. Yanarım yanarım buna yanarım.

Peki ne oldu adama?

- Kahrından öldü.

BÜLENT’İ DE ZEKİ’Yİ DE BEN SAHNEYE ÇIKARDIM

Bülent Ersoy’un "yaratıcısı" olarak anılmak nasıl bir şey?

- Hayır, yaratıcısı değilim. 1974’te biri bana "Size plağımı getirdim" dedi. "Kızım, şöyle otur" dedim, "Ben kız değil, oğlanım" dedi. "Peki" dedim. Plağını koydu, "İnşallah, bir gün bir şey olursun" dedim, gitti. Altı sene sonra Fahri Bey dedi ki, "Birini dinleteceğim sana, beğenirsen Maksim’e alacağım." Sözünü ettiği kişi Dede Efendi filan okudu, "Harika" dedim ve bunun üzerine Bülent, Maksim’de söylemeye başladı. Ben çıkarttım yani Bülent’i sahneye. Zeki’yi de öyle. Zeki, iki sene yanımda gazinoda çalıştı. Sahneden inerken, "Oğlum çıkıyor" derdim. Bülent’le de Maksim’de çalıştım. Ben herkesle çalışırım. İş bende. Ne kavgamız olurdu ne gürültümüz. Olmaz. Çünkü ben iyiyim. İdare ediyordum onları. Bir sorun mu var üzerini örterim, bir şey mi istiyorlar, yaparım, şarkı meselesi mi var, aman al istediğini oku.

Sizi taklit edebildiği için Bülent Ersoy oldu diyorlar. Bu sevindirici bir şey mi, üzücü mü?

- Taklitle olmaz. Değişemezlerse, taklit olarak kalırlar. Şahsiyet olamazlar. Ama onlar değiştiler. Zeki vibrasyon verdi sesine, Zeki Müren oldu. Bülent de çok güzel okuyordu, ama aynı bendi. Sonra baktım, bağırıyor, yırtıyor kendini, sesini bir şeyler yapıyor ve ben olmaktan çıktı. Ama tabii ki, ikisi de başta hep benim plaklarımdan, long playlerimden etkilenmişlerdi...

ATATÜRK’E 5 DEFA GİTTİM

Atatürk’le göz göze gelmek nasıl bir şeydi?

- Ürkütücü...

Sesi?

- Yüzündeki haşmetin aksine sesi inceydi.

Boyu nasıldı?

- Orta boylu. Erkeklere kısa boylu demiyoruz.

Kılığı kıyafeti...

- Şıktı. Musikiyi pek severdi. Her akşam dinlerdi. Ama ona sadece beş defa gittim.

Şarkı söylerken ona bakarak mı söylüyordunuz?

- Hayır. Çünkü yanında oturtuyordu beni: "İlle de böyle oturacaksın!" Siyah bir defterim vardı, onu açıp "Oku!" diyordu. Ben şarkıyı okurken, o da bana katılıyordu.

BABAN SAĞ MI EVLADIM

Geçen gün marketteyim, biri dürtü beni. "Ben Feraye" dedi. "Memnun oldum kızım" dedim. "Duuuur gitme" dedi. "Efendim?" dedim. Yanında da 8 yaşında kızı ve kocası var. "Babam size aşıkmış" dedi. "Evlenmek için çok çabalamış. Ama evlenememiş." "Eeeee?" dedim. "Sonra da anamı almış. Ama şartlı almış. Oğlan doğurursan boşarım, kız doğuracaksın. Anasını alamadım bari kızıma kızının adını alayım..." Sonra da "Ben Feraye" dedi, 8 yaşındaki kızını gösterdi, "Bu da Müzeyyen." İnanılmaz etkilendim. "Peki baban sağ mı evladım?" dedim. "Hayır, rahmetli oldu" dedi. Ben de "Tüh!" dedim.
Yazarın Tüm Yazıları