Her günü pazar kahvaltısı gibi yaşıyoruz

KÜÇÜK MUTLULUKLARIN RÖPORTAJI
Neco’nun 63 yaşında, yeniden, bir kere daha baba olacağını okuyunca, “Onu mutlaka görmeliyim, ruh halini öğrenmeliyim” dedim. Sebebi yok, merak. Belki de kafamın bir tarafında, hepimizin, ikinci bir hayat şansı olabileceğine inanmak istemem.

Onunla daha bu işlerin başındayken, sevdiği kadının peşinden giden adamken röportaj yapmıştım. Şimdi kontrol etmenin zamanıydı. Ne oldu, ne bitti? Mutlu muydu? Sıkılmamış mıydı? Alışabilmiş miydi? Dönmeyi düşünmüyor muydu? Küçük mutluluklarla yetinebiliyor muydu? Bu röportaj, işte o küçük
mutlulukların röportajı...

Tebrik ediyorum, dördüncü çocuk da yolda...
- Evet, Ömer geliyor Allah’ın izniyle...

Gözlerinizin içi parlıyor...
- Sorma, çok mutluyuz. Coşkulu, gururlu, evde bir bayram havası... Zaten Leylamıza kavuştuğumuzdan beri, hayat bir başka güzel.
/images/100/0x0/55eb233ff018fbb8f8adacb4
Ne kadar oldu minik Leyla?
- 22 aylık. Bıcır bıcır bir şey. Sana ne kadar tatlı olduğunu anlatamam. Güne onunla başlamak, gece üstünü açmış mı diye bakmak, kalkıp örtmek... Hayatı yeniden öğreniyorum Leyloşla. Her gün yiyorum kızımı, Leyla mönüsü var evde, bir gününü kaçırmıyorum, her anını, her detayını görüyorum, hep onunlayım, dibine kadar babalığı yaşıyorum. Ne muazzam şeymiş...

Vayyyy ne güzel! Aşk bu desenize...
- Hem de nasıl! Günde iki kez denize götürüyorum. Evin içinde oyunlar oynuyoruz. Saklambaç, kovalamaca... Balkona bir şişme havuz koyduk, içinde mest oluyor, suya bayılıyor ve de balığa. Ayıptır söylemesi, koca bir balığı bitiriyor. Bana “Tata” diyor. Bütün bir gün cıvıl cıvıl koşuşturup duruyor. Hayatımız, Leyla aşağı, Leyla yukarı... Geçenlerde provada beni izledi, gözleri büyüdü, çok güldüm. O kadar şaşırdı ki şarkı söylememe, her şeye şaşırıyor zaten, dünyaya yepyeni gözlerle bakıyor, onun tazeliği, diriliği, canlılığı bana da geçiyor. Kışları İstanbul’daki evimize gidiyoruz. Ama bu kış iki ciddi hastalık geçirdim...

Hayrola, ne hastalığı!
- İstanbul’a gidince göze geldim galiba. Zona geçirdim. Stresten diyorlar ama benim stresim filan yok ki. Ardından zatürree. Bak, ondan korktum. İki buçuk ay yattım. Allah’tan Leyla vardı, muhteşem bir hayat dopingi...

Büyük kızlarınızın çocukluğunda da bu kadar ilgilenebilmiş miydiniz?
- Çocuk dediğin çok çabuk büyüyor, ne yazık ki onlarla Leyla kadar doya doya yaşayamadım. Sert bir hayat mücadelesinin içindeydim. Tatile gittiğimiz zamanların haricinde, onlarla bu kadar beraber de değildim. Bir baktım, aniden büyüyüvermişler. Leyla ise evin prensesi ve ikimizin de güneşi...

Siz ona bir kardeş çocuğu düşünüyor muydunuz?
- Evet, “Leyla’ya bir kardeş yapalım” diyorduk ama ben 63’üm, daha kaç yıl yaşarım bilmiyorum, İdil ise 43. Yaşımızın farkındayız yani. Fakat istedik ki, Allah gecinden versin, biz göçüp gidersek, Leyla yalnız kalmasın. Bu arada gördüğün gibi aramızdaki yaş farkı bazılarının yazdığı gibi 25 değil, 19 yaş 4 ay...

HAMİLE OLDUĞUNU TEST YAPTIRMADAN ANLADIM

Haaa o zaman Ömer, bir kaza kurşunu değil...

- Değil ama planlı bir çocuk da değil. Biz bir sürü şeyi, hayatın akışına bıraktık. Zaten hayat dediğin çok da ittirmeye gelmiyor. Ben anladım İdil’in hamile olduğunu, daha test filan yaptırmamıştı...

Nasıl anladınız?
- Bizim sabah kahvaltılarımız bir ritüeldir. Ayıptır söylemesi, hayatı pazar kahvaltıları gibi yaşıyoruz. Genelde de ben hazırlarım. Her gün, hiç üşenmem. Gazetelerimizi alırız, sofraya otururuz. Bir keyif, bir keyif, iki saat masadayızdır. Hiçbir Allah’ın kulu beni o masadan kaldıramaz. Karımla kahvaltıdan daha önemli hiçbir şey yoktur o anda. Telefon çalar bakmam, sonra bakarım. Bundan bir süre önce baktım İdil normalden fazla yiyor, gün içinde de daha fazla atıştırıyor, “Sen hamilesin” dedim, “Hadi oradan!” dedi. Ses çıkarmadım. Birkaç gün geçti, baktım test yaptırmış koşa koşa geldi, “Haklıymışsın hamileyim!” dedi...

Siz ne dediniz?
- Hatırlamıyorum ama çok büyük bir sevinç hissettim, sarıldık ve öylece durduk. Şükrettik. İdil sakin bir insandır. Onun sükûneti beni büyülüyor.

Peki oğlan olacağını öğrenince ne oldu?
- Piyango gibi hissettim, hediye gibi! Bütün kalbinle arzu ediyorsun ve Tanrı seni mükafatlandırıyor. Ne diyebilirim...

“O 20 iken ben 83 olacağım” gibi şeyler düşünüyor mu insan...
- Düşünmez mi? İstesen de istemesen de öyle bir muhasebe yapıyorsun. Daha kaç yaz göreceğim, sevdiklerimle bu güzel günleri daha ne kadar paylaşabileceğim? Sağlığım ne kadar el verir? Verir mi? Yaşı ilerledikçe insan, hayatın kıymetini daha çok anlıyor ve yaşamaktan daha çok çok keyif alıyor. Ya da ben öyleyim.

Yani “Bu yaşta yeni bir çocuk cesaret ister, aldırsak mı?” filan gibi düşünceler geçmedi aklınızdan...
- Haşa! Söz konusu değil.

Peki arada şöyle düşünüyor musunuz, ben bu dünyaya çocuk yapmaya mı geldim?
- (Gülüyor) Böyle bir şeyi, bundan 6-7 yıl önce söylesen, güler geçerdim ama şimdi, “Bu dünyaya ben galiba çocuk yetiştirmek için geldim” diyorum. Hoşuma da gidiyor. İnsanın mutluluktan ne anladığına bağlı tabii, ben 63 yaşında iki minik çocuklu olma halini seviyorum. Bu resmin içinde kendimi buluyorum...

SÜREKLİ SALATA YİYİP İNCE KALMAYA ÇALIŞAN KADIN İSTEMEM

Bir haftada ben burada acayip kilo aldım. Siz n’apıyorsunuz?

- Görmüyor musun göbeğimi, ben de alıyorum. Bir de eşin hamileyse, iyice yandın. İdil, erik istiyor, mevsimi değil, buluyorum, kütür kütür, buğulu erikler, ben de her şeyi onunla birlikte yiyorum. Sonra Ömer’e yarasın diye üzüm suyu içiyoruz. O kadar lezzetli ki her şey, alıyoruz tabii kiloları. Ama biliyor musun, sürekli salata yiyip, ince kalmaya çalışan kadın istemem ben. Kadın dediğin, kadın gibi olmalı. Eti butu yerinde olmalı. Nedir o kemiğin üzerine et sarmışsın gibi bazı kadınlar, hepsi aynı model, aynı estetikçinin elinden geçmiş gibi. Hepsi birbirine benziyor, aynı şeyleri yiyor, aynı şeyleri giyiyor. Çok fena. Nerede onların kendi ruhları, kendi kararları, kendi iradeleri? Kendilerini hep birilerine beğendirmek zorunda hissediyorlar. Aynaya bak kendi kendini beğen, başkasından sana ne!

ASLINDA SAHNEYİ SEVMEDİM HEP SEVER GİBİ YAPTIM

Sabah neler yapıyorsunuz...

- Leyla uyanır, ev canlanır. Kahvaltı, sonra bir de kahve içme faslımız var. Böyle basit ritüellerimiz oluyor, vazgeçemediğimiz. Hepsi de karı-koca bizi birbirimize daha yakınlaştırıyor. Kahve içerken karşılıklı o günün mütalaasını yaparız. “N’apalım bugün?” diye konuşuruz. Geniş zamanlarımız var. Birlikte alışverişe çıkarız, pazara gideriz. Ne nerede en ucuz İdil bilir, ben de ne nerede en iyi onu bilirim. Çarşambaları Ortakent pazarı vardır, perşembeleri bizim Bitez pazarı, cumaları Bodrum’un ana pazarı. O taze sebzelere, otlara bayılırız. Yazın hiçbir şey; sen bir de kışın göreceksin nasıl güzel o otlar. Buzdolabımızda birbirinden güzel mezelerimiz vardır. Haftada iki gece çıkarız. Hep küçük küçük mutluluklar. Bugün, vişne likörümüzün alkolünü koyacağım mesela. Güneşte pişen şeftali reçeli yapıyorum sonra, mandalinalardan cin tonikler yapıyorum. Bir gün gel sana ikram edeyim, bahçedeki mandalinaları kullanıyorum, mis gibi kokuyor. Karımla çocuğuma bakıyorum, mutluluktan duygulanıyorum, ağlıyorum. Böyle. Kendimizce yarattığımız bir düzenimiz var. Günler geçiyor. Üç gün Bodrum Marina’da Gelişim Orkestrası’yla sahneye çıkıyorum.

Şahane bunlar, daha ne olsun!
- Tüm bunlar biraz yaşlanmak da tabii. Ama güzel bir şeymiş yaşlanmak. Gençken ne salakmışım diyorum. Dünyayı ben yarattım düşüncesiyle yaşıyormuşum. Bir erkek 40’ından sonra toparlamaya başlıyor, 50’de daha iyi oluyor, 60’ında iyidir, tamamdır. Gerisini bilmiyorum. Ama şunu biliyorum, hayatımın bu döneminde her şeyin tadını çıkarıyorum, kıymetini bilerek yaşıyorum.

Şimdi kendinizi daha iyi sevgili, daha iyi eş, daha iyi âşık gibi hissediyor musunuz?
- Buna, “Evet” demek böbürlenmeye girer ama ne yapayım, öyle hissediyorum. Ben artık daha iyi adam oldum, bunda İdil’in payı çok. Ara sıra geceleri uyanır, onları seyrederim ve şükrederim. Mutluluğumun temel kaynağı onlar.

Bu Neco’nun eski Neco’dan ne farkı var?
- Bunca yıl sonra ne fark ettim biliyor musun, ben aslında sahneyi, şöhreti sevmemişim; hep sever gibi yapmışım.

Sahneye bayılanlardan, sahnede büyüyenlerden değil misiniz yani...
- Yok ya. Ben de öyle bir şey yok. Hiçbir zaman da olmadı. Şimdi bile işimi pek severek yaptığımı söyleyemem ama tabii ki iyi müzik yapmaktan zevk alıyorum ve 40 senelik arkadaşlarımla aynı sahneyi paylaşmaktan...

Siz, aşkı uğruna engel tanımayan adamdınız, artık küçük çocukları olan bir ailenin direğisiniz. Kategori mi değiştirdiniz...
- Kendiliğinden oldu. Ben nereye varacağımı bilmiyordum ki, bu güzellikler hep kendiliğinden geldi. İdil kendini bana teslim etti, ben de ona.

Enerjinizde hiç mi azalma yok...
- Aaa bak o var. Geçen gün kovalamaca oynuyoruz Leyla ile. Her gün saklambaç ve kovalamaca faslımız var. Masanın etrafında iki tur attım, nefesim kesildi. Karar verdim, sıcaklar azalsın, evdeki kadınların gözüne girebilmek için biraz zayıflayacağım, kondisyon yapacağım.

Sizin bir de tekneniz vardı...
- Hâlâ var, bakımını yapıyorum. Ama şimdi yeni bir projemiz var. Ya burada yaşayacağız ya Kaz Dağları’nda. İdil’in memleketi orası. Eski bir aile oldukları için orada arazileri var, küçük bir çitlik yapmak istiyoruz, Ömer bir doğsun da...

Tüm röportaj boyunca, İdil, İdil, İdil deyip durdunuz, amma övdünüz...
- Ama n’apim doğruyu söylüyorum, o, benim nefesim gibi...

Büyük kızlarım bana torun vermeyince kendi bebeğimi kendim yaptım/images/100/0x0/55eb233ff018fbb8f8adacb6

Sizinle, eşiniz İdil’le birlikte olmaya başladığınızda bir röportaj yapmıştık ve “Başka bir hayat seçme hakkım yok mu?” demiştiniz. Seçtiniz ve ne oldu...
- Mutlu oldum Ayşecim! İyi ki, bu hayatı seçmişim. Bir de tabii riyakârlıkları üst boyutlara varmış insanların, o zaman neler söyleyip şimdi ne dediklerine bakınca, kendimi şanslı sayıyorum...

Size “Azgın teke” diyenleri mi kastediyorsunuz...
- Evet. Onlar şimdi bana, “Helal olsun arkandayız, biz yapamazdık, sen yaptın!” diyorlar. Bana birtakım adlar takan, aynaya baktıklarında kendilerinden korkacak kadar çirkin olan bu zavallılara acıyorum. Bu geçen zaman içinde neler gördüm neler. Bir keresinde Bodrum Marina’da, üzerinden markalar taşan, zenginliğini gözümüze gözümüze sokmaya çalışan biri, “Neco Bey, size imreniyorum” dedi, “Muhteşem bir şey yaptınız!” sonra da “Ah ahhhhh...” diye iç çekti. Birden bu ikiyüzlülüğe sinir oldum, “Karınız yanınızda mı?” diye sordum, “Evet” dedi. Döndüm ve “Erkeksen yap o zaman!” dedim ve sonra da hiçbir şey olmamış gibi gazetemi okumaya devam ettim. Beş dakika sonra hesap ödeyip yok oldular. Benim artık kimseye müdanam yok, bıktım artık bu çifte standarttan...

Sizin burada yaşadığınız hayatın inzivadan, kaçıştan, emeklilikten farkı ne?
- Sence emekliye ayrılmış bir halim var mı? Ben, elim ayağım tutarken, gücüm yerindeyken, İstanbul’un dışında bir hayatı tercih ettim. O hayatın başrol oyuncuları biziz: İdil ve ben. İmparatorluğumuzun kraliçesi Leyla, kralı Ömer. Biz bu hayatı her zaman ve her şart altında yaşayabiliriz. Çünkü temelinde aşk var. Kendi kendimize yarattığımız mutlu, küçük bir aile. Sade yaşıyoruz. Çok sade. İddiasız. Allah nazarlardan saklansın.

Saklasın valla. O yüzden mi bileğinizde Fatima’nın eli var...
- Bu bileziği mi soruyorsun? Bunu iki ay evvel Leyla getirdi, “Tak” dedi, “Sen getirdiysen takarım kızım” dedim, oysa bilezik milezik sevmem...

Bana hep, “İyi şeyler yazıyorsun, hiç sevimsiz şeyler yaşamıyor musun?” diye soruyorlar, şimdi ben de size soruyorum: Hiç mi kötü şeyler yok hayatınızda...
- Olması mı lazım? Yok gerçekten. İdil’le biz de herkes gibi kavga filan ediyoruz arada, hiç etmiyoruz sanma ama kavga değil aslında, kavgamsı, yumuşak bir şekilde. Bir-iki dakika sonra birbirimize sarılıyoruz, öpüşüyoruz. İdil, benden daha yalın biri. Ben ona göre rafta durmuş kaşar peyniri gibiyim. Ben daha sosyalim sonra, 46 yıldır bu işi yaptığım için insanlarla ilişki, medyayla ilişki, o bunları bilmiyor, naif, başkaları için yaşamayan biri. Gösteriş sevmez, o kadar natürel ki bayılıyorum. Yaşantımız, böyle bir anlayış üzerine kurulu. Ama Bodrum’da da İstanbul’da da evimiz var, insanlardan kopuk değiliz, sadece kimlerle görüşeceğiz, kimlerle görüşmeyeceğiz onu seçiyoruz.

Nasıl bir evde yaşıyorsunuz?
- İki katlı taş bir binada. Üst katta ev sahibi, altta katta biz. Yerden bir buçuk metre yüksekte çok büyük bir balkonumuz var. Sıfır rutubet bir ev. Altı ay sonra gelirsin, raftaki tişörtün kupkuru. Evimize arkadaşlarımız gelir, kardeşim de Bodrum’a yerleşiyor, burada çoğalıyoruz. Karımla baş başa yemeğe gitmeyi seviyoruz. Memedof’a, Köşem’e gider balık yeriz, Çardak’a gideriz ev yemekleri yeriz, bazen Aktur’da Arşipel’e gideriz. Birbirimize çok düşkünüz.

Sizin iki yetişkin kızınız var, torunlarınız olması gerekmiyor muydu? Onlardan rol çalmış olmadınız mı?
- Valla bekledim bekledim, onlar bu zamana kadar bana torun vermeyince, ben de kendi bebeğimi kendim yaptım. (Gülüyor)

AYAKKABI GİYMEK ARTIK ZOR GELİYOR

Onların tepkisi ne oldu?
- Zeynep çok seviniyor. Eşi Kerem’le Alaçatı’da evleri var, geçen gün de evlilik yıldönümleriydi, atlıyor Alaçatı’dan arabasına, Bodrum’a Leyla’yı görmeye geliyor. Hemen hemen her ay görüşüyoruz. Ayşe uzaklarda, epeydir görüşmüyoruz. Bir gün dönüp bana geldiğinde, onun için sofralar kuracağım, düğün dernek yapacağım...

Kendinizi nasıl hissediyorsunuz İstanbul’da bir Bodrumlu gibi mi, Bodrum’da bir İstanbullu gibi mi?
- Ben artık şu çıplak ayaklarımı bir ayakkabının içine sokmakta bile zorlanıyorum. Burada hayat, bir şort ve tişört. İstanbul’a gidince, giyinmek gerekiyor, o da çok zor geliyor. Çok alıştım buraya, havasına, denizine, mehtabına, sonra Bodrum’un her yerinden güneş ayrı güzel batar. Bir sürü şey var burada insanı çeken, köy hayatı var bir kere, basitlik, sahicilik ama beş dakika sonra Bodrum’un içindesin, medeniyet de soluyabiliyorsun. Hem gelişmişlik hem de ne kadar denersek deneyelim bozamadığımız bir doğa...
Yazarın Tüm Yazıları