Paylaş
Anlayacağınız adam, vızır vızır çalışıyor. Her ay en az 15 konferans veriyor. İlk fırsatta anne-baba eğitimine ben de gitmek istiyorum. Tabii ki herkes ona, “Çocuğun olmadan nasıl bu kadar ahkâm kesebiliyorsun” diye soruyor, o da “Çocuğum yok ama kendim çocuk oldum!” diye cevap veriyor. Kendi deneyiminden yola çıktığını belirtiyor. Ayrıca, “Bilimsel bilgi, en az deneyimden kazanılan bilgi kadar değerlidir!” diyor... Sizi Özgür Bolat’la baş başa bırakıyorum.
Fotoğraf: Emre YUNUSOĞLU
Eğitimbilimcisiniz, akademisyensiniz ve hurriyet.com.tr’de yazıyorsunuz. Resmen müritleriniz var! Anneler-babalar sizin eğitimle ilgili yazılarınızı müthiş bir ilgiyle takip ediyor. Sizi daha yakından tanıyalım...
-Ben Türkiye’deki insan yetiştirme modelini hem ailelerde hem de okullarda değiştirmek isteyen biriyim. Var gücümle bunun için uğraşıyorum...
Ooooo çok iddialıymış...
-Evet öyle. Dünyanın en saygın araştırma şirketi Gallup’a göre dünyanın mutsuzlukta sondan üçüncü ülkesiyiz. Şu anda 10’dan fazla ülkede savaş var. Biz o ülkelerden bile daha mutsuzuz...
Feci bu! Yetiştirilme tarzımız yüzünden mi?
-Aynen öyle! O yüzden değişmek zorunda.
Siz nasıl yetiştirildiniz?
-Ben işçi bir ailenin oğluyum. Babam işçi emeklisi, annem ev hanımı. Antalyalıyım. Devlet okuluna gittim. İngilizce öğretmenim sayesinde İngilizceyi çok sevdim. O kadar ki, “İleride ne olacaksın” diye soranlara yanıtım hep aynıydı: “İngilizce öğretmeni.” Oysa matematiğim ve fenim çok iyi olduğu için, öğretmenlerim mühendis, doktor vesaire olmamı istiyordu.
ÖZGÜR YİNE BİRİNCİ OLMUŞ!
Baba peki?
-O ne okuyacağıma karışmadı, onun için önemli olan başarılı olmamdı, hatta mümkünse birinci olmam... Babam ilkokul mezunu ama ileri görüşlü. Aydın biri. Evimizde her zaman zengin bir kütüphane oldu. O okuyamamış ya, bizim çok iyi eğitim almamızı istiyordu. Bize her sabah sorardı: “Bugün planınız ne?” Ben daha çocukken günlük, haftalık, aylık, 10 yıllık planlar yapmayı ondan öğrendim. Annemden de duygularımı yönetmeyi öğrendiğimi fark ettim.
Peki siz hep bu kadar parlak mıydınız?
-Evet. Okuduğum sınıfların, okulların en iyi talebesi oldum. Çünkü çok planlı çalışıyordum. Ve her zaman sorumluluklarımın farkındaydım.
Bunu da babanız mı öğretti?
-Evet. Mesela ben, ödevimi yapmadan hiçbir şey yapmazdım. Üzerimi bile çıkarmazdım, yemek de yemezdim. Önce ödev... Çünkü babam inanılmaz bir sorumluluk bilinci vermiş. Onun bana bir şey söylemesine gerek kalmadan ben zaten yapıyordum.
Yani babanız sizi başarılı olmaya mı zorladı?
-Bilinçli olarak değil ama evet zorladı. Bizi elimizden gelenin en iyisini yapmamız için teşvik etti. Ve ben her şeyde birinci olmaya başladım.
E bu iyi bir şey...
-Çok emin değilim. Ailem, akrabalar, komşular, herkes, “Özgür, yine birinci olmuş!” deyince, babamı mutlu görünce, benim bilinçaltıma şöyle bir şey yerleşti: İnsanlar, beni birinci olduğum için, başarılı olduğum için kabul ediyor ve seviyor. Babam da...” Ben de başarımla kabul göreceğimi düşündüm. Ve o andan itibaren de sürekli başarılı olmak için uğraşıp durdum. Sanki sadece başarılı olursam onların gözünde ‘değerli’ olacaktım...
EN DEPRESİF ÖĞRENCİLER HARVARD’DA
Bu kadar başarılı olmanızı zekânıza mı borçlusunuz?
-Yok hayır. Hedefimi çok net koyuyordum, planlıyordum ve günde 8-10 saat çalışıyordum. Kendimi bildim bileli her gün böyleydi. Üniversite sınavına girerken de üniversitede okurken de yüksek lisansta da doktorada da. İnsanlar, “Nasıl başardın?” diyor. Oysa bu kadar çalışan herkes başarır!
Üniversite sınavında Türkiye 56’ncısı olmuşsunuz...
-Evet.
Babanızın tepkisi ne oldu?
- “Canın sağ olsun oğlum!” dedi. Ben de onu hayal kırıklığına uğratmış olmanın üzüntüsünü yaşadım. Oysa birinci tercihimi kazanmıştım. Önümdeki 55 kişiyi geçemediğim için kendimi başarısız hissettim. Bu tabii çok sorunlu bir durum. Kendi değerimi, başkalarına göre belirledim. İşte değiştirmek istediğim anlayış da bu, şimdi okullarda velilere ve gençlere bunu anlatıyorum. Ben övgüye de karşıyım. Babam sürekli başarımı överek farkında olmadan benim başarıyla kabul gördüğüm mesajını veriyordu ve başarı odaklı birine dönüşmeme sebep oluyordu.
Şimdi itiraz ediyorsunuz ama siz, Boğaziçi’ni birincilikle, Harvard’ı 4.00 ortalamayla bitirmiş, üstüne de Cambridge’de doktora yapmış adamsınız! Böyle kaç kişi tanıyorsunuz? İşe yaramış işte! Babanızın förmülünün yanlış olduğuna nasıl hükmediyorsunuz?
-Başarı, para, statü, mevki, bunlar ‘bandaj çözüm’, yani geçici. Biz esas içeride kanayan yaraya bakalım.
İÇ HUZURU OLSUN YETER
Bu başarılarınız bir işe yaramadı mı yani?
-İşe yarayan nedir biliyor musunuz? Tek başınıza kaldığınızda, huzur ve şükür duygusunu hissedebilmek. Var olan durumu olduğu gibi kabul etmek. Şimdiki aklım olsa o okullara gireceğim diye kendimi parçalamazdım. Çok bir şey ifade etmiyor aslında. Dünyanın en depresif öğrencileri Harvard’da. Neden? Çünkü hepsi başarı odaklı. Oraya giriyor ama aynı anda depresyona da giriyor. Sizin için hangisi önemli: Çocuğunuzun okuldaki başarısını mı, yaşamdaki başarısını mı? Robin Williams niye intihar etti? Hollywood’un en ünlü, en başarılı insanlarından biri niye intihar ediyor? Çünkü içindeki boşluğu, dışarıdan gelenler; başarı, para, şöhret dolduramıyor. Yetmiyor. Kimseye yetmez. Benim çocuğum ne olsun biliyor musunuz? Bir kafede çalışsın, yeter ki iç huzuru olsun.
BEN DEĞERLİYİM
İnsanları başarıyla, parayla, mevkiyle kabul etmeyin. Değerleriyle, prensipleriyle, ilişkileriyle edin. Çocuk desin ki, “Ben sadece ben olduğum için değerliyim! Çünkü ben benim. Benim değerlerim var, iyi bir insanım. Dürüstüm. İnsanlar bunun için beni sevsin. Harvardlı olduğum için değil!” Babamın kurbanı olduğumun Harvard’da okurken farkına varmaya başladım. Babam da doğru yaptığını zannediyordu. Ben yıllar içinde, ‘dış kabulü’ bırakmam gerektiğini öğrendim. O gün bugündür devam, epey yol aldım ve eğitimbilimci oldum.
‘ARKADAŞIN KAÇ ALDI’ DİYE SORMA!
Çocuklarımıza ne demememiz lazım?
-“Arkadaşın kaç aldı?” Sormayın bu soruyu! Buradaki sıkıntı şu: “Ben senin değerini başkasına göre belirliyorum...”
Başka?
- “Üzülme!” demeyin. Niye üzülmesin? Üzülsün. Üzüntü, olumlu duygular kadar hayatın parçası. Önemli olan olumsuz duyguları bastırmak değil, yönetebilmektir. Çocuk olumsuzluk duygusunu ifade edemediği zaman, değersizlik duygusu oluşur.
Her türlü duygusunu bize ifade edebilmesi için mi uğraşmalıyız?
-Evet. Ve adını koymasını istemeliyiz. “Şu anda ne hissediyorsun?” “Ve neden böyle hissediyorsun?” Bunları sorduğumuz zaman, o an, olumlu ya da olumsuz olmaktan çıkar, bir öğrenme anı olur. Çocuk öğrenir ve oradan ve bir şey kazanmış olarak çıkar...
KENDİNİZE BAĞIMLI YETİŞTİRMEYİN
Başka neleri yanlış yapıyoruz?
-Anne diyor ki mesela, “Yemeğini yemezsen, çok üzülürüm!” Bu da yanlış! Çünkü çocuk o zaman şöyle düşünüyor: “Ha benim yemek yemememin benimle ilgisi yok, annemle ilgisi var!” Olay, annemin üzülmemesi. Benim üzülüp üzülmemem önemli değil. O zaman ne oluyor? ‘Değersizlik duygusu’ başlıyor. Değersizlik duygusunu kapatmak için de dışarıdan mekanizmalar devreye giriyor. Başarı, statü, mevki gibi. Onlar da her zaman işe yaramıyor.
Başka?
- Aileler, kendilerine bağımlı çocuk yetiştiriyorlar. Tamam insanın yavrusu, kendine bağımlı doğuyor. Bir fil de iki yıl anneye babaya bağımlı. Ama bir istiridye değil mesela. Annelik babalık da şu olmalı: Size bağımlı doğan çocuğun, bağımlılığını en sağlıklı şekilde azaltmak. Ama övgü, bu bağımlılığı arttırıyor. Oysa, amaç azaltmak olmalı. Bakın ödül vaat etmek de yanlış. “Sınıfını geçersen, bisiklet alacağım!” diyor anne. Amaç ne? Sınıfı geçmek. Araç ne? Bisiklet. Ama işte, burada amaç, bisiklet oluyor. Okulu değersizleştiriyoruz.
CEZA YOK BEDEL ÖDETME VAR
Peki ceza? Çocuk bir şey yapınca ceza da mı vermeyeceğiz?
-Ceza yok, bedel ödetme var. Çocuk eve geç geliyorsa, aç kalır ya da yemeğini kendi hazırlar. Ama mesela televizyon seyreden çocuğunuzu yemeğe çağırıyorsunuz gelmiyor, televizyon izlemeye devam ediyor, siz de gidip televizyonu kapatıyorsunuz... Bu da yanlış!
Neden?
-Çünkü bu bir ceza. Bedel ödetmek değil. Mesela siz uçağı kaçırınca, elektriğiniz kesiliyor mu? Hayır. Mantıksız, ilişki yok. Yemeksiz kalsın o akşam. Yemek yiyemesin, bedel budur. Bedelden önce de kurallara bakmak lazım. Kurallar net olacak. Mesela bir yemek yeme saati olacak. Çalışma saati olacak. Ama bizim ailelerimizde ne yazık ki kural da yok.
Siz anne babalara altı haftalık eğilimler veriyorsunuz. Bunları mı öğretiyorsunuz?
-Evet, “Terbiye yöntemiyle çocuk yetiştiremezsiniz!” diyorum. Mesela ‘görgülü çocuk.’ Bir övgü olarak değerlendiriliyor, oysa ‘görgülü çocuk’ tamamen başkaları için yaşayan çocuk demek.
Biraz açar mısınız?
- Çocuk yetiştirirken, dış odaklı övgü, ödül, ceza ve rekabet gibi kavramları kullanırsanız, o çocuk kendisi için değil, başkaları için yaşamaya başlar. O zaman da birey olamaz. Çocukta karakter oluşturamazsınız. Karakter oluşturmak için güçlü bir değerler sistemi oluşturmak gerekir. Çocuk şunu soracak: “Ben neye inanıyorum? Benim için doğru olan ne?” Kendi değerlerine göre hayatını şekillendirecek. Ama o diğer mekanizmaları kullanırsanız, “İnsanlar ne düşünüyor acaba?”ya takılı kalır. Ve “Diğer insanlara yakalanmadan nasıl yaparım?”ın peşine düşer. Yani şu olur: “Patron gidince müdür gidince çalışmaz! Trafik polisi yoksa kırmızı ışıkta geçer. Görecek kimse yoksa yerdeki çöpü kaldırmaz!” Bizde ne yazık ki çocuk yetiştirme böyle. Başkaları için yaşayan çocuklar yetiştiriyoruz, bireyler değil. Ben, “Çocukları kontrol mekanizmasıyla yönetmeyin. Çocukta değer ve karakter oluşturun!” diyorum.
İyi de bunu yapmanın yolu ne?
-Dört farklı mekanizma söz konusu. Bir tanesi, mesela çocuk yaptığı resmi size gösterdiği zaman, bir yargıda bulunmamak. “Güzel olmuş!” demek bile bir yargı. Dememeniz gerekiyor. Ona soracaksınız, “Sence nasıl?” diye: “Sen nasıl buluyorsun?” O bir özdeğerlendirme yapsın. Birincisi bu. İkincisi, tamam çocukların anne-babalarının onayına ihtiyacı var. Her insan onaylanmak ister çünkü bizler sosyal varlıklarız ama ben çocuğumu yargılamadan da onaylayabilir miyim acaba?
NE YAPTIĞINI GÖRDÜM!
Mümkün mü bu?
-Mümkün. Alya yatağını toplamış mesela. Tatlı tatlı, “Ne yaptığını gördüm!” diyebilirsiniz. O zaman n’oluyor? Onu övmemiş ama yaptığını fark etmiş oluyorsunuz.
İyi de “Bravo” “Aferin kızım!” “Güzel kızım!” “Becerikli kızım!” diyemeyecek miyiz yani?
-Birincisi ‘özdeğerlendirme şansını çocuğa vermek’ dedik. İkincisi ‘tanıklık’ dedik. Üçüncüsü de sizin ‘geri bildiriminiz.’ Mesela çocuk bir iş yaptı. “Aferin, çok güzel olmuş!” övgüdür. Demeyin. Çocuğunuz, sizin yargınıza bağımlı kalır. Ama şunu diyebilirsiniz: “Aferin! Yaratıcı ve farklı renkler kullanmışsın!” “Aferin, perspektif vermişsin!” N’pıyorsunuz? Yargınızı değil, gözlemlerinizi paylaşıyorsunuz...
ASLA YARGILAMA
Çocukları hiç yargılamayacak mıyız? Ya da insanları?
-Benim felsefem şu: İnsanlar sizden talep etmediği sürece onları asla yargılamayın! Ben derim ki, “Ya Ayşe saçım nasıl olmuş?” O zaman tamam. Ya da ben uzmanım bir konuda. “Hocam, proje nasıl olmuş?” diye benim uzman olarak yargım talep edilir, o zaman söylerim.
İNSAN SÜREKLİ ZEKİ, YAKIŞIKLI VE GÜZEL OLAMAZ
Anne ve babalar neleri yanlış yapıyor?
-“Güzel kızım, yakışıklı oğlum, yetenekli çocuğum, zeki çocuğum” demek yanlış!
Neden?
- İnsan sürekli zeki, sürekli güzel, sürekli yakışıklı olamaz da ondan. Bunlar dış faktör. “Güçlü oğlum” da denmemeli. İnsan sürekli güçlü de olamaz. Ama “Duyarlı oğlum” deyin, “Çalışkan oğlum” deyin.
İnsan sürekli çalışkan olur mu?
-İnsan, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışabilir. Çalışkanlık budur. Bu da insanın kendi elindedir.
İnsanın çocuğuna, “Seninle gurur duyuyorum!” demesinin nesi yanlış?
-Bir çocuğun görevi anne babayı gururlandırmak değil! “Seninle gurur duyuyorum” dediğiniz zaman, çocuk zannediyor ki görevi, anneyi-babayı gururlandırmak. Ve gururlandıramayacağı şeylerden kaçıyor. Diyor ki, “Ben şu şu işi yaparsam ve beceremezsem onları gururlandıramam!” O yüzden o işi yapmaktan vazgeçiyor. Oysa bizim amacımız, anne-babanın yargılarından bağımsız bir çocuk yetiştirmek olmalı. “Annemi üzmemek için şunu şunu yapmadım!” diyen gençler var. Bir insanın hiçbir duygusu bir başkasına bağlı olmamalı... Yani önce şuna karar vermek gerekiyor: İstediğimiz bize bağımlı bir çocuk mu yetiştirmek, bir birey yetiştirmek mi?
ÖVMEK DE KONTROL ETMEK DE KÖTÜ
Sevgi ihtiyacı olan anne-babalar, çocuklarını bilinçaltında kendilerine bağımlı kılarlar. Sürekli överler. Sürekli kontrol ederler. O zaman da o çocuklar anne-babaya bağımlı olurlar. Kendi sevgi eksikliklerini çocuklarının sevgisiyle kapatmaya çalışır bu anne-babalar. Aslında çocuklarını kullanırlar.
ÇOCUĞUN OYUNCAĞINIPAYLAŞMAMA HAKKI VAR!
Öyle kurallar konmalı ki, çocuklar için de mantıklı olmalı. Mesela, “Oğlum oyuncağını paylaşsana!” diyor. Paylaşmıyor diye kızıyor. İyi de sen hayatta her şeyini paylaşıyor musun ki, çocuğun paylaşmasını istiyorsun? Çocuğun, oyuncağı paylaşmama hakkı var. O, bir birey. Okullarda ne oluyor mesela? Çocuk sıkıntı yaşıyor. Öğretmen hemen çocuğun kulağından tutuyor müdürün odasına götürüyor. Çocuğa verilen mesaj ne? Sen birey değilsin! Hep bir kontrol mekanizması söz konusu. Birbiriyle tartışan iki çocuğa şu denemiyor. “Haydi bakalım, siz sorunlarınızı kendi aranızda halledin!” Ya da çocuk sıkıntı yaşıyor, hemen anne-baba çağrılıyor. Sürekli çocukların birey olması engelleniyor...
HAMİŞ:
Özgür Bolat’ın anlatacağı o kadar çok şey vardı ki, burayı sığmadı.
Devamını bloğumda, armanayse.com’da okuyabilirsiniz…
*İnsanlar sevdikleri işi yapmazlar, iyi yaptıkları işi severler
*Kardeş kıyaslaması nelere yol açar
*Okullarda neden not sisteminin olmaması gerekir…
*Bir başkasıyla rekabet etmek kötü. Doğrusu, insanın kendisiyle rekabet etmesi…
Paylaş