Şoke oldum!
Sinir oldum!
Kahroldum!
Ben sizin öleceğinize bile inanmıyordum. O kadar “hayat” dolaşıyordu ki içinizde...
Fakat sizden bir şey öğrendim: Yılmamak, kendini bırakmamak, her şart altında kuyruğu dik tutmak. Müthiştiniz, kanserle mücadeleniz boyunca da...
Ve bizim hatıralarımızda hep öyle kalacaksınız... Sizi bu fotoğraftaki gibi hatırlayacağız:
Güçlü, şık, karizmatik, meydan okuyan, muzip, kimseye eyvallahı olmayan, sevecen, bilgili, bildiğini öğreten, yüzde yüzde kendi kendini yaratmış bir adam olarak.
Bu ülkede bir sürü ilke imza attınız, onlarca kitap yazdınız, bizi pek çok yeni kavramla tanıştırdınız. Teşekkürler. Sevgiyle kalın, nur içinde yatın.
Son röportajınızı bana verdiğiniz için de teşekkürler. Arman Kırım Hoca’nın bütün sevenlerine baş sağlığı diliyorum, en çok da ailesine, minik Zeynep’e, diğer yavrularına, eşi Yudum’a ve hayat boyu ona değmiş herkese...
Kutu Cumhuriyeti’nden bildiriyorum
BUGÜN, güneşli bir ruh halinde değilim. Oysa yıkılıyor dışarısı, pırıl pırıl bir Dubai günü.
Önce Arman Kırım’ın ölüm haberi, şimdi de ev taşıyıcılar...
Üzüntüyle birlikte bir sinir var üzerimde. 7 yıl boyunca yaşadığımız evi, paketliyorlar. 5 adam, sabahtan beri, durmaksızın...Alt kat, sanki sulara gömüldü. Her şey paketlere, kutulara girdi. Artık burası bizim evimiz değil, sesimizin yankılandığı bomboş odalar...
Şu anda havada gibiyiz, arafta, bir sonraki eve kadar 2 ay otelde yaşayacağız. Bu satırları, bir zamanlar çalışma odam olan yerden yazıyorum.
Kutu Cumhuriyeti şimdi.
Alya da tutturdu, “Ben bu gece, son kez, evimizde kalmak istiyorum” diye.
Evle vedalaşmak istiyormuş.
Bana normal geldi.
Baba, “Siz ikiniz de delirmişsiniz!” dedi, “Tamam vedalaşalım ama bu bomboş evde nasıl kalırız? Sadece kutular ve bir yatak kaldı. Bundan daha hüzünlü ne olabilir...”
O da haklı.
Manası var mı kanırtmanın?
Yok da...
Hayat da, kanırtınca güzel...
Alya tepemde, “Hadi anne, vedalaşalım duvarlarla” deyip duruyor.
Birazdan öyle yapacağız, tek tek bütün odalara gireceğiz, o yüzden bugün sizi Murathan Mungan’la baş başa bırakıyorum. Ne alaka demeyin, ben ne yazsam zaten onun kadar iyi yazamam. Röportajdan sonra eski kitaplarını yeniden okumaya başladım. Kibrit Çöpleri, minik minik öykülerden oluşuyor. Aşağıdaki öyküler, benim favorilerim.
Buyurun buradan okuyun...
Baba-oğulBaba-oğul olarak hayatımız, babamın her şeyi çok fazla ciddiye alan haliyle, benim hiçbir şeyi ciddiye almayan halim arasında geçti. Daha doğrusu geçemedi. Bu iki halin, birbiriyle geçinemezliği nedeniyle geçemedi.
Onun hayatında, gırgır ne kadar eksikse, benimkinde de o kadar fazlaydı. İkisinin ortası, ancak sonu mutlu biten Amerikan filmlerinde bulunur. Bizde bulunmuyordu.
Bilirsiniz, o filmlerde, karakterler, zamana yayılan nice çatışmanın içinden geçerek, birbirlerine doğru adım adım ilerler ve sonunda ortada bir noktada buluşup kucaklaşırlar. Benim babamsa Amerikalı değil, Tekirdağlıydı ve günün birinde, kendine yakışır bir ciddiyet içinde, kalpten öldü. Ben arsız arsız yaşamaya devam ediyorum. Yaşamak denirse...
Hayat böyle“Ne diyeyim geçmiş olsun! Kendini fazla hırpalama. Ben öğretecek değilim: Neler görüp geçirmiyor ki insan. Hayat böyle!”
Bazı boktan lafların, bu kadar gerçek olması ne kadar kötü değil mi? Tıpkı, “Hayat böyle” demek gibi. Ama ne yapalım ki, hayat böyle...
KonuşamadıklarımızaAçmaya çalıştığı hiçbir konu, konuşmamızı renklendirmiyor, tıkandığımız yeri açmıyordu. Sessizlik, bu durumu fark etmemizi sağlayacak diye, ikimiz de sürekli konuşup duruyorduk. En ilgisiz konulardan bile art arda söz açıyorduk, sırf susmamak için. Susarsak, o sessizliğin göstereceği şeyi görmemek için.
Biliyorduk, soluğumuz tükenip, gözlerimiz birbirine değdiğinde korktuğumuz şeye yakalanacaktık: Konuşamadıklarımıza.