Paylaş
Açıkçası, ben Cansal Elçin’in 30 yıl Fransa’da yaşadıktan sonra transfer ettiğimiz bir oyuncu olduğunu bilmiyordum. Bunca yıldan sonra döndüğünü öğrenince, “Delirmiş bu!” dedim. Hikayesini merak ettim, karşısına dikildim...
* Hayatınızın kaç yılını Türkiye’de geçirdiniz?
- 6.
* Kaç yaşındasınız?
- 36.
* Hayatının 30 yılını yurt dışında geçiren biri Türk müdür, yabancı mıdır?
- Bu kadar uzun süre yurtdışında yaşayınca, kimlik karmaşası yaşıyorsun, bunalım takılıyorsun, tam olarak nereye ait olduğunu bilmiyorsun ama sonra bir gün, bir ampul yanıyor kafanda: İki kültür arasında kalmayı bir eksiklik değil, avantaj olarak görüyorsun, “Ben iki kültüre de aidim” diyorsun. Ben hem Türkiye’de yaşayan bir Fransızım hem de Fransa’da yaşayan bir Türk...
* Hikayeniz nerede başlıyor?
- Tire’de. İzmir- Tire. 30 bin nüfuslu küçük bir köy. Egeliyiz biz. Tipik Egeli aile. Küçüklüğüm çok güzel geçti. Şanslı bir çocukluk. O yüzden enteresan gelmeyebilir anlattıklarım...
* Niye öyle söylüyorsunuz?
- E çünkü siz, hikaye peşindesiniz! Mutlu insanların da, maalesef hikayeleri yavan oluyor! Ama yine de anlatayım: Babam terzi. Fransa’yı da seven bir adam. Biraz da maceracı. 64’te kalkıyor Fransa’ya gidiyor. Annem bana hamile kalınca, Tire’ye dönüyorlar, ben orada dünya geliyorum, bir de 8 yaş büyük abim var. O dönem, bana siyah-beyaz filmler gibi gelir. Semih Kaplanoğlu’nun “Yumurta” filmindeki ev, amcamların evi, biz de tam karşısında oturuyorduk, o mahallede büyüdüm. Babaannem büyüttü. Bayılırım ona. Hâlâ kokusunu, sıcaklığını, gülüşünü hatırlarım. Sabah yedi buçuk sekiz gibi okula giderdim, on iki gibi de dönerdim. Hemen babaannemle öğle uykusuna yatardım. Dünyada uykudan güzel ne var? Ben söyleyeyim, uykuya dalarken, “gu guuuuk guk- gu guguuuk guk” kumru sesleri duymak! Hâlâ kulağımdadır. Bugün bana sorsan, “Senin için huzur ne? Şefkat ne?” “Babaannemle kucak kucağa uyku” derim. Hep yaz, hep güzel havalar, zeytin kokan bahçeler, zeytin ağaçlarının gölgesi, hamak, güzel yemekler, zeytinyağ...
* E o güzelim Tire’yi bırakıp nasıl Paris’e gittiniz?
- Ben zorla gittim de, annem babam para kazanmak için gitti. İlkokul 1 ve 2’yi burada okumuştum, orada tekrar en baştan başladım. Sınıftaki en büyük çocuk bendim. Hiçbir şey anlamıyorum. Anlamadığım gibi, bir kültür şoku yaşıyorum. Herkes okula kot pantolonla geliyor. Karma okuyoruz. Bir de okul, akşam 5’e kadar sürüyor, “Bu ne ya!” oldum. Kumru sesleri, babaanne, uyku artık yok. Alışmak zor oldu.
* Hiç dışlanmadınız mı?
- Allah’tan Fransızlar hoşgörülü, Almanlar gibi ırkçı değiller. Yanımda oturan çocuk Kongoluydu, diğeri Cezayirli, öbürü Avustralyalı, Türk olmanın haber değeri yoktu yani. Yine de ben 13-14 yaşıma kadar içime kapandım. İletişim sorunları yaşadım. Hep geri dönmek istedim. Sonra bir gün, “Ya sen bir kendine gelsene” dedim, “Artık kabul et şunu, hayatın burada geçecek! Kendini bu fikre alıştırsan iyi olur. Adam gibi Fransızca öğren önce...” Ve inanır mısın, öğrendim. İyi notlar almaya filan başladım.
* Peki sonra ne oldu?
- Sonra ailemle yaşadığım o banliyöden Paris’e taşındım. Yaş 17-18. Ve kendi dünyamı yarattım.
* Okuyor musunuz o arada?
- Lisede dil ve edebiyat okudum. Sonra üniversiteye başladım ama 6 ay sonra sıkıldım. Para kazanmak daha cazip geldi. Abimle tekstil işine girdik, 90’lı yıllardı, import-export işinde iyi para vardı. Türkiye’den bir takım mallar getirip Fransa’da satıyorduk. Denizli’den havlu, bornoz, çarşaf, Bursa’dan tekstil... Fransa, cazip bir tüketici platformdu, Cezayir ve Uzakdoğu’ya açılıyordu. Getirdiğimiz şeyleri, büyük zincir mağazalara satıyordum, sonra da gidip bakıyordum, o çarşafı kimler alıyor, müşteri profili nasıl, bu insanlara daha ne getirsek gider. Çok tecrübe kazandım o işten. Ama sonra, ondan da sıkıldım. Para kazan kazan da nereye kadar? Kesmedi sadece para kazanmak. Boşluk hissettim. Hayat boyu tekstille mi uğraşacaktım? Tiyatro derslerine yazıldım. Akşamları gidiyordum. Derken dört senelik bir tiyatro okuluna girdim. Hayatım tiyatro oldu...
* Paranız vardı anlaşılan...
- Yok hayır, sadece abimle tekstil işi yaparken vardı, sonra beş parasız kaldım. Küçük işler yapmaya başladım.
* Ne demek küçük işler?
- Ara işler yani. Krepçide krep yaptım, garsonluk, barmenlik, sonra Ritz’te şoför olarak çalıştım, özel şoförlük de yaptım. Bir taraftan da tiyatro okuyordum, dizilerde oyunculuk, reklam oyunculuğu, önüme ne geliyorsa yaptım...
* Size ne kattı 30 yaşına kadar Fransa’da yaşamak...
- Ben özgür bir adam oldum! Orada içime işledi özgürlük. Sonra tolerans, sonra önyargısızlık kazandırdı bana orada yaşamak. Kimseyi yargılamam. Anlamaya çalışırım. Olduğu gibi kabul etmeye gayret ederim. Fransız eğitimi biraz öyledir. Bir haftalığına bir yere gidersin, kimsin, nesin, nereden geldin, nereye gidiyorsun, ne iş yaparsın, kaç para kazanırsın ilgilenmezler bile. Bu açılardan medeni tabii. Bir de konforuna alışıyorsun, şöyle ki karşıdan karşıya geçerken genellikle ölmezsin, kırmızı ışıkta durur insanlar, kuyruğa girmeyi bilirler, sanata, sinemaya filan saygı duyarlar. İçinde temel bir estetik duygusu oluşur. Her şeye ulaşabilirsin, istersen golf de oynayabilirsin, varlıklı olman gerekmiyor, canının istemesi yetiyor. Türkiye’de olan hiyerarşik sosyal yapı orada yok. “Paran yoksa sen bir hiçsin!” yok Fransa’da, burada öyle...
* Hâlâ orada mı sizinkiler?
- Evet, evet. Ben hariç herkes orada. Abim bir Meksikalı kızla evlendi, üç tane çocuğu var. Fakat şimdilerde tuhaf bir şey oldu, Fransa’ya gidince İstanbul’u özlüyorum, yüreğim sızlıyor, öyle bir özlemek ve geri dönüyorum.
* Konumuzla hiç alakası yok ama aklıma takıldı işte, siz çok mu iyi krep yaparsınız?
- Evet çok güzel yaparım. Ama siz evde aynısını yapamazsınız. Zordur iyi krep yapmak, özel malzeme ve marifet gerekir!
* Özel olarak yetenekli bir adam mısınız?
- Bilmiyorum
bunun cevabını.
Ama benim hayatla alakam var. Derin bir bağım var. Yaşamayı seviyorum. Meraklı biriyim, her şeyi denerim.
* Kadınlarla ilişkiniz?
- 7 yaşında Tire’de bir kızın elini tuttum, aşıktım çünkü. 11 yaşında Fransa’da bir kızı dudaklarından öptüm, yine aşıktım. 17 yaşında filan da bir Fransız kızla seviştim, yine aşk. İyidir kadınlarla aram. Çok uzun sürer yalnız ilişkilerim. Üç sene, beş sene...
* Türk kızları ile Fransız kızları arasında ne fark var?
- Yaklaşım farkı var...
* Nasıl yani?
- Burada ya paralı olacaksın, ya şöhretli ya da iyi bir aileden geleceksin. Oysa Fransa’da “sen” önemlisin, senin kişiliğin önemli, kendin yani, babanın parası, oynadığın rol, soyadın değil. Paris’te “kiosque”ta gazete satan biri olabilirsin ama o işi part time yapıyorsundur, ne bileyim aynı anda bir üniversitede doktora öğrencisisindir, ya da muslukçusundur, ya da haftada iki saat ek gelir için çimleri kesiyorsundur, barmenlik yapıyorsundur...
* Bizim kızlar da bu işleri yapanlara yüz vermezler...
- Deli misin? Vermezler tabii. Ama Fransa’da bir lise hocası, pekala bir marangoza aşık olabilir, evlenebilir, çoluk çocuğa karışabilir. Çünkü o marangozla o öğretmen, müşterek bir kültürü paylaşabilir. Marangozdur ama kültürlüdür. Bizde bu tür şeyleri de göremezsin, gerçi bunun sebeplerinden biri Türkiye’nin üçüncü dünya ülkesi olması. Fransa’nın ekonomik şartları iyi, kişi başına düşen milli gelir bize göre yüksek, o yüzden insanların statüleri ilişkilerine yansımıyor. İşsizlere bile işsizlik parası veriliyor. En kötü durumda bile “insan” gibi yaşayabiliyorlar. Tabii o zaman öncelik para kazanmak olmuyor, “Mutlu olabilmek için ne yapmalı?”nın peşine düşüyorlar. Sadece para kazanarak mutlu olabilmenin mümkün olmayacağını biliyorlar. Tabii bir şey daha var, adamın kira problemi yok, yiyecek problemi yok, açlık sınırında yaşamıyor, “Sokaklarda sürüneceğim” endişesi yok, o zaman onun çok paraya da ihtiyacı yok. İşini yapıyor, geri kalan zamanda “Mutlu olmak için ne yapayım?” diye düşünüyor. Bizim ülkemiz henüz bu durumda değil. Bu da tabii kadın-erkek ilişkilerine kadar her şeye yansıyor.
* Pardon, bu arada siz hangi akla hizmet Türkiye’ye geldiniz?!
- Kader galiba. Tiyatro okulunu bitirdikten sonra “118 No’lu Hücre” isimli bir oyunda oynadım. Çok ses getirdi. Çok başarı kazandım. Ve o oyun sayesinde, cast ajansları benimle ilgilendiler, diziler ve reklamlarda oynadım, hatta Zidan’la bir reklamım var. Madrid’de çekildi. Türkiye ile ilk temasım Ferzan Özpetek’in “Harem Suare” filmiyle oldu, onda da kamera arkasında çalıştım, Fransızlara oyuncu koçluğu yaptım. Sonra tekrar Fransa’ya döndüm. Bir süre sonra Tomris Giritlioğlu aradı, “Yüzbaşı Cemal” rolü için. Ayvalık’ta bir roldü, “İyi peki” dedim. Ben iki ay kalıp Fransa’ya geri döneceğimi zannediyordum. Ama sonra “Hatırla Sevgili” oldu. Arkası da çorap söküğü gibi geldi. Şimdi “Gönülçelen”deki piyanist akademisyenim. Fark ettim ki ben burada mutluyum. Kaldım...
Bana dublaj yapılması sinirimi bozuyor. Bütün arkadaşlarım, hatta dublaj yapan çocuk bile “Kendin seslendirmelisin abi” diyor. Tamam başta Türkçem düzgün değildi ama şimdi düzeldi...
ELİME PARA GEÇİNCE NE Mİ YAPARIM?
Film çekerim. Pek çok kısa film çektim. Engelliler üzerine bir kısa metraj filmimle festivallere katıldım. Derken uzun metraj çektim: “Kampüste Çıplak Ayaklar.” Hayat tecrübesi olmayan, ayağı daha yeni yere basan, genç insanların hikayesi. Mayıs’ta DVD’si çıkacak...
NEYE Mİ İNANIRIM?
İnsanın çok fena bir yaratık olduğuna. Gerçekten öyle. Patetik. Ve zavallı. Bir kere özgür değil, keşke hepimiz özgür olabilsek...
Paylaş