Fener, sen çok yaşa!

HAYIR, yanıldınız işte. Bu Fener, o Fener değil. Bu Fener Haliç'teki Fener. Afferin bize, bu sefer üşenmedik, uzun zamandır hayalini kurduğumuz bir şeyi hayata geçirdik, bir rehber arkadaşımızın (Erdem Özgen) peşine takılıp, Haliç'in altını üstüne getirdik.

Yaşadığımız bu büyülü şehrin, bilmediğimiz (belki de bildiğimiz, ama popomuzu kaldırıp bir türlü gidemediğimiz) yerlerini keşfettik. Tabii ki tam keşfedemedik, haddimize mi, ama en azından denedik. Ve şahane bir pazar geçirdik. Çünkü ayıp oluyordu biliyor musunuz Prag'ı filan tabana kuvvet geziyorsun ama İstanbul söz konusu olunca, hani burnumuzun dibi ya, kaçmıyor ya, gideriz bir gün bütün o kiliselere, singegoglara, ayazmalara, tekkelere, hamamlara nasıl olsa! Böyle deniyor ama olmuyor, bir türlü hayata geçirilemiyor. Du yani. Becerdik. İstanbul'da kendimize turist süsü verdik. Ruhlarımızı atta'ya çıkarttık. En gevşek ve en stresten uzak halimizle geçmişe şahane bir yolculuk yaptık. Adım adım Cibali, Fener, Balat. O daracık sokaklara daldık, zamana meydan okuyan evlere, binalara baktık, bol bol iç geçirdik, kiliselerde mumlar diktik, dilekler diledik, farklı bir İstanbul hissettik, sonunda da kendimize Sultani'de bir balık ziyafeti çektik.

***

Kalkıyoruz bir-iki bir-iki. Buluşma noktası Unkapanı'ndaki Zeyrek Cafe. Orası neresi demeyin, 150 kez önünden geçmişsinizdir. Ben de geçtim. Ama bir kez olsun şurası da neresi demedim. Pantokrator Manastırı Kilisesi'nin (Zeyrek Kilise Camii) önünde çok şirin bir kafe. Hafif bir kahvaltı. Ve turumuz başlıyor. Güle oynaya. Önce şu kiliseye bir girelim. Ayasofya ve Kariye'den sonra en mühim kiliselerden biri. Kentin en önemli Bizans yapılarından biri. Erdem öyle diyor. Erdem 16 yıllık bir rehber, işini çok severek yapıyor, şehvetle tarih anlatıyor, öyle birinden İstanbul dinlemek keyifli oluyor. Ama Erdem ilk defa İstanbul'u Türkçe anlatıyor. Avusturya Lisesi mezunu bu esprili, komik, bilgili, sevimli adam aslında bir Almanca rehberi. ‘‘Hadi devam ediyoruz’’ diyor. ‘‘Yürüyelim arkadaşlar.’’ İki saate yakın yürüyoruz, Panayia Muhliotissa Kilisesi, Fener Rum Kilisesi, Meryem Ana Rum Ortodoks Kilisesi, Bulgar Kilisesi, Aya Yorgi Metokyan Kilisesi, Fener Rum Patrikhanesi, Kadın Eserleri Kütüphanesi. Her yere dalıyoruz, kiliselerin içinde, o yapıları korumakla görevli insanlarla tanışıyoruz, hepsi roman kahramanı gibi, onların hayat hikáyelerini dinliyoruz, rehberimiz Erdem'e sordukça soruyoruz, çok saçma, her şeye şaşırıyoruz, güya biz İstanbul'da yaşıyoruz, Japon turistlerden beteriz, bir de şurada diyerek ha bire fotoğraf çekiyoruz. Bilmem söylememe gerek var mı, Fener olağanüstü bir yer. Yani al sevgilini yanına, vur kendini Fener'in sokaklarına. O Arnavut kaldırımları, evlerin arasına gerilmiş rengarenk mis kokan çamaşırlar, seksek oynayan güzel gözlü çocuklar, dedikodu yapan komşular, çapkın kediler, güneşte uyuyan köpekler... Oh be İstanbul'u seviyorum. Fener'i seviyorum. Fenerbahçe'yi seviyorum. Erdem'i seviyorum. Yonca Ertem'i de. Çünkü onun aklından çıktı bu İstanbul'da turist olma fikri. Ama en çok sevgilimi seviyorum. Gelecek hafta sonu nereye gidiyoruz? Bu sefer İstanbul'un neresini keşfediyoruz?
Yazarın Tüm Yazıları