Dünyanın en büyük stil gurusu

Adam o kadar güzeldi ki, çıkıverdi ağzımdan: ‘Keşke gay olmasaydınız!’ Sonra utandım.

Bugüne bugün evli barklı, üstelik çoluk çocuk sahibi bir kadınım ben.

Hem gay olmasa ne olacak?

Hiç işte.

Manası var mı elin adamıyla kırıştırmaya çalışmanın.

Yok.

Bir de üstelik karşımdaki adamın tek özelliği güzel olması değil.

Şaka gibi ama Financial Times ve New York Times’ta köşe yazarı./images/100/0x0/55eb0aecf018fbb8f8a74888

90’ların en önemli dergisini çıkartmış bir adam.

Ciddileştim, kendime gazeteci süsü verdim.

Havalı havalı sanki ben farklıymışım gibi dedim ki:

‘Bunu söyleyen çok kadın var değil mi?’

‘Eskiden vardı, artık umudu kestiler!’

Sanki bir alay sezdim cevabında.

Hiç oralı olmadım.

Yine de duramadım, sordum son bir umutla...

‘Ama bir zamanlar biseksüeldiniz?..’

Cevabı çok net ve sertti:

‘Hayır. Hiç kadın sevgilim olmadı...’

‘Yaaaaaa.’

*

Dünya üzerindeki en cool İngiliz öyle anılıyor.

Onun marka sloganı bu.

Kimse kimseye durup dururken böyle sıfatlar takmaz, bir sebebi olmalı, onun da var zaten.

O sebep Wallpaper.

1996 yılında dünyanın en meşhur dergilerinden birini kuran o, yaratan yani, yoktan var eden. Dergi o kadar tutuyor ki, 50 ülkede birden yayınlanıyor, dünyanın her tarafında İngilizce yayınlanıyor üstelik, Rusya’da Rusça çıkmıyor, İngilizce...

Gerekçesi de şu:

‘Benim yaptığımı anlayabilen insanlar zaten İngilizce biliyordur.’

Bir değer çekincesi de orijinal dergilerin çevrildiği zaman editoryal değerini kaybetmesi.

Farkındasınız değil mi?

Wallpaper’dan bahsediyoruz, yayınlandığı andan itibaren peşinden bir jenerasyon yaratan dergiden, kuşak yani, nesil, nesil...

Walllaper kuşağı deniyor onlara.

New York Times’ta sosyolojik anlamda inceleniyorlar.

İyi de kim bu adam?

Adı Tyler Brule.

Crem Brule gibi bir şey.

1969’da Kanada’da doğuyor, hareketli bir çocukluğu oluyor, çünkü babası futbolcu. Her transfer döneminde yeni bir şehir, eğitim hayatı 10 ayrı okula bölünüyor..

Küçüklüğünden hatırladığı en net şey koliler.

Mutsuz mu?

Hayır.

O günleri gayet güzel anımsıyor.

Tek çocuk ve çok ilgi görüyor.

89’a kadar Kanada’da yaşıyor.

Siyaset bilimi ve gazetecilik okuyor.

Sonra kararını veriyor, televizyoncu olacak, ‘İkinci Peter Jennings’ olarak ekranlara çıkacak, haberleri okuyacak.

Kendi kendine ‘Bunun iki yolu var’ diyor ‘Ya Kanada’da kalırım küçük küçük tırmanırım ya da başka bir ülkeye gider, uluslararası deneyim kazanırım.’

B şıkkını tercih ediyor, Londra’ya gidiyor, BBC’ye araştırmacı-gazeteci olarak başvuruyor.

Kabul ediliyor.

Kabul edilmekle kalmıyor, olay şöyle neticeleniyor:

Tyler Brule, 20 yaşındayken BBC’nin temsilcilerinden biri oluyor.

Uluslararası terör ve dış politikayla ilgileniyor ve doğru zamanda doğru yerde olmaya çalışıyor. Berlin’den, Beyrut’tan, Kuveyt’ten bildiriyor. Gün geliyor sadece BBC’ye bildirmekle kalmıyor, başka televizyon kanallarına da bildirmeye başlıyor.

Bu arada yazılı basına da bulaşıyor, The Guardian’a, Sunday Times’a, Vanitiy Fair’e ve Vouge’a yazılar yazıyor.

Ve 94’te bütün hayatını değiştirecek bir şey yaşıyor.

*

Savaş muhabiri sıfatıyla Afganistan’da...

Birden kendini patlayan bombaların arasında buluyor.

Kurşunlardan biri bir kolundan giriyor, göğsünü sıyırarak öbür kolundan çıkıyor.

O an henüz farkında değil ama bu olay, onun hayatta başına gelen en iyi şey.

‘Ölüm böyle bir şey olamaz’ diyor. ‘Hava soğuk ama ölmek için fazla güneşli. Ve ben Afaganistan’da ölmemeliyim...’

Hastaneye getirildiğinde doktora ‘Ölecek miyim?’ diye soruyor.

‘Hayır’ diyen doktora güveniyor.

O doktor, onun bir an evvel Afganistan’dan İngiltere’ye gönderilmesini sağlıyor.

Bu arada Toronto’daki anne, Afganistan’da Kanadalı bir savaş muhabirinin vurulduğu haberini radyodan alıyor. Hemen anlıyor, vurulan, onun oğludur.

Londra’da üst üste bir dolu operasyon geçiriyor. 25 yaşında ve sol elini kullanamaz halde. Aksiliğe bakın ki, solak. Doktora ‘Ben sağ elimle hiçbir şey yapamam’ diyor. Doktor önemsemiyor ve yaralı savaş muhabiri, 10 gün içinde sol elinden vazgeçip sağ eline terfi ediyor.

Her şeyi daha önce hiç kullanmadığı sağ eliyle yapmaya başlıyor.

Fizik tedavisini üstlenen bir başka doktor ise, sağ elinin antrenmanı için yemek yapmasını öneriyor. Brule de işe yemek dergileri satın almaktan başlıyor. Ve işte o arada kafasına dank ediyor ki, bütün bu dergiler, kadınlar esas alınarak hazırlanıyor.

‘Yeryüzünde yemek yapmaktan hoşlanan tek erkek ben olamam herhalde’ diye düşünüyor, ‘Neden erkekler için böyle dergiler yok?’

Aynı esnada evinde tadilat var, bu sayede bir başka gerçeği de fark ediyor: Dizayn ve dekorasyon dergileri de yalnız kadınlar için.

O an harekete geçmeye karar veriyor.

Bir arkadaşına hayalindeki yapmak istediği dergiyi anlatıyor...

‘İçinde yemek-içmek olacak, dizayn olacak, seyahat olacak. Hem kadınlar hem erkekler okuyacak. Bir stil dergisi olacak. Ve hepimizi saracak...’

‘Nasıl yani saracak?’ diyor arkadaşı.

‘Ne bileyim, şu duvar kağıdı gibi saracak!’

Diyor ve derginin ismi ortaya çıkmış oluyor:

Wallpaper.

*

Evet o dergi, 90’ların kült dergisi, bu şekilde ortaya çıkıyor.

Ama daha henüz Brule bile, bu derginin bütün dünyaya yayılacağını, acayip bir şey olacağını bilmiyor.

Öyle bir patlama oluyor ki, insanlar bütün trendleri Wallpaper’dan takip etmeye başlıyor. Brule da, dünyanın en ünlü stil gurusu ilan ediliyor.

Daha sonra 97’de dergiyi satıyor. 98’de Wink Media’yı kuruyor. 2002’de de Winkorp’u. Ondan sonra da bütün dünyaya reklam, danışmanlık ve konsept hizmeti sunuyor.

Müşterilerinden biri Swissair, ismi dahil her şeyini baştan aşağı değiştiriyor.

Yaptığı her şey, çok ciddi yayın kuruluşlarına manşet ya da kapak oluyor.

Siz beni anladınız...

Değişik ve ilginç bir adam.

Sohbeti hakikaten mükemmel.

Cins bir de.

Parkta tek başına koşmayı seviyor.

Sağlık kulüplerinde değil.

Onlara karşı.

Hayatta marka giymiyor.

Daha doğrusu üzerindeki hiçbir şeyin altı-üstü-sağı-solu-yanı-arkası, yazılı ya da çizili değil.

Bir tek gömleklerinin üzerinde isminin baş harfleri işli.

Onları da Como’da yaşlı bir terziye yaptırıyor.

Başka hiçbir fazlalığı yok.

Fazlalık sayılabilecek tek şey: Baltık Denizi’nde bir adası var.

‘Hayallerimden biriydi. Küçücük bir evim var onun üzerinde’ diyor, hatırlamışçasına ekliyor:

‘Bir de İsviçre’de bir dağ evim...’

İşte bu adam, Çırağan Otel’de düzenlenen Marka 2005’te konuşmak üzere World’un özel davetlisi olarak 1-2 Aralık tarihlerinde Türkiye’ye geliyor.

Kaçırmazsanız sizin için iyi olur!

İSTANBUL KALKIŞA HAZIR

Bu gelişimde İstanbul’da hissettiklerim 10 yıl önce İspanya’da hissettiklerime benziyor. Hissetmemeniz mümkün değildi, İspanya bir uçak gibi kalkışa hazırlanıyordu, havalanmak üzereydi, yükselecekti. Şimdi Türkiye’de aynı şeyi hissettim. Daha doğrusu İstanbul’da. Müthiş bir enerji. Midemde kelebekler filan uçuyor. Pek çok fikir ediniyorum yaşadığınız bu şehirden. Umarım İstanbul’u bu dokusuyla koruyabilirsiniz.

BABAM GAY OLDUĞUMU ÖĞRENİNCE BENİ EVLATLIKTAN REDDETTİ

Gay olduğumu gizlemiyorum. Bu benim için bir mesele değil. Babam gay olduğumu öğrendiğinde, beni evlatlıktan reddetmiş olsa bile. Cinsel kimliğini gizleyenleri de eleştirmem. Kimseyi yargılamam, herkesin kendi seçimidir ve tabii hangi kültürde yaşadığıyla ilgilidir. İngiltere’de sorun değil ama Türkiye’de olabilir. Japonya’da mesela insanların cinsel tercihlerinin zerre kadar önemi yok. Neyse ne. Umurlarında bile değil. Dünyayı dolaşınca bu konudaki toleransın farklı seviyelerde olduğunu görüyorsunuz. Bir de tabii çalıştığınız sektör de önemli. Ben de finans sektöründe çalışsaydım, kendimi daha çok kasmam gerekebilirdi. Ama medya bu tür şeylerin yadırgandığı bir sektör değil. Babama gelince, aramızdaki köprüleri yeniden kurmaya çalışıyoruz...

Tyler Brule’dan İstanbul önerileri

(Brule İstanbul izlenimlerini Financial Times’a köşe yazısı yaptı)

Belki yeni yıl sözleri vermek için erken ama geçen hafta İstanbul’da geçirdiğim 72 saat, beni 2006 için 5 söz vermeye zorladı: 1. Her üç ayda bir İstanbul’a gitmeliyim. Ne kadar muhteşem olduğunu unutmuşum! 2. Mavi Yolculuk yapmalıyım, bahara 6 kişilik bir gulet kiralamalıyım. 3. Türkçe dersler almalıyım. 4. Avrupa’nın ana şehirlerinde bir modern hamam zinciri kurmayı araştırmalıyım. 5. Son olarak da çılbırı sıradışı kahvaltı mönümün bir parçası yapmalıyım.

ERKEKLER DAHA SORUNSUZ

9-10 farklı ülkeden 32 kişiyle çalışıyorum. Brezilyalı, İngiliz, Alman, Japon aklınıza ne gelirse var bizim ekipte. Kadınlar ve erkekler eşit oranda. İş hayatında kadınlar daha rekabetçi. İki cinsin de olumlu ve olumsuz özellikleri var. Erkekler daha sorunsuz.

TOKYO EN TRENDY ŞEHİR

Dünyanın en trendy şehri bence Tokyo. 24 saat yaşıyor. Sokaklar canlı. Şehir sanki nefes alıyor. Kaos var. Fanatiklik var. Müthiş bir mimari. Hem modern hem eski yapılar. Çok heyecan verici. Bir de mahalle kavramı kaybolmamış Japonlarda. Tokyo’da insanlar gettolarda yaşamıyor, geçişken bir şehir. Sadece koskoca alışveriş merkezlerinden oluşan yerlerden nefret ediyorum. Çok ruhsuz geliyor oralar bana.

YAPILMASI GEREKENLER

1 Elements’ten kilim ve lamba al.

2 360’ta akşam yemeği ye.

3 Bağdat Caddesi’nde yürü, yemek ye, yürü, bir şeyler iç.

4 Adalara git, mimariyi incele.

5 Bebek Kahve’de müdavim gibi takıl.

6 Tekneyle gez.

7 Narin’den terlik al.

8 Çılbır yapmasını öğren.

9 Marmaris Büfe’nin tostunu ye.

10 Çukurcuma’da ev bak.

Ama bazen de güzel şeyleri kendime saklarım. Küçücük bir yer keşfetmişim mesela, orayı yazarsam popüler olacak. Gidip duvarlarını boyatacaklar, koltukları değiştirecekler ve aynı yer olmayacak. O yüzden yazmıyorum. Kendimce oraları koruyorum.
Yazarın Tüm Yazıları