Bu kadar herkesin kahraman olmaya hevesli olduğu bir ülkede bir insanın kendini bu kadar geriye çekmesi anlaşılabilir bir şey değildi. Bu röportajı yapmamın asıl nedeni de buydu: Neden? Bu soruyu sormakta geç kaldığımı kabul ediyorum. Ama elime geçti de ben mi sormadım! Ancak yakalayabildim. Ne var ki, itiraf ediyorum, ben bu adamı çözemedim. Bakalım siz çözebilecek misiniz...
- Arı Grubu mu? - Evet... - Kemal Bey’i bağlar mısınız? - Tabii. Kim arıyor?
- Ayşe Arman ben. Hürriyet’ten arıyorum. Röportaj talebinde bulunmuştum. Beni arasın demiş. ‘Sanırım özel hayat yok, karımla ilgili sorular yok’ diyecek, beni kahredecek! Siyasi bir röportaj yapmamı hayal etmiyordur değil mi? Biliyorum, bütün bunlar sekreteri olarak sizi ilgilendirmiyor ama işte benim de böyle bir sorunum var, karşımdakine hayat hikayemi anlatmadan, rahat edemiyorum. Kusura bakmayın...
- Rica ederim, hemen kendisini bağlıyorum...
*
Kim demiş röportajcılar heyecanlanmaz diye!
Bal gibi heyecanlanıyorum.
Bak, işte kalbim küt küt atıyor.
İyi bir şey mi 5 aylık hamileyken bu kadar heyacanlanmak?
Değil.
Kalbe zarar.
Bebeğe zarar.
E uzun zamandır istediğim bir röportajdı, bir türlü olmadı, normal yani heyecanlanmam...
Hadi oradan!
Sadece bu mu?
Değil!
Bir de önemsemiyor musun adamı, gözünde büyütmüyor musun, karizmasından etkilenmiyor musun?
İnkar edecek halim yok...
Evet, etkileniyorum.
Ama bir aksilik var bu işte, hissediyorum.
Bir şeyler ters gidecek...
Ne var ki korkunun ecele faydası yok.
Boru mu?
Kemal Derviş bu!
Vaz mı geçeceğim?
Delirdin mi?
Bunca zaman beklemişim, ne olursa olsun o röportaja gideceğim!
*
Aman Allah’ım neler oluyor...
20 dakika sonra telefonu kapattığımda, mutluluktan ölmek üzereyim.
Bir de suçluluktan...
Ben şartlar-şurtlar beklerken Kemal Bey benimle bir tatlı konuştu, bir uyumlu konuştu...
Vay be dedim.
Hiç de korktuğum gibi olmayacak.
Kaymaklı ekmek kadayıfı bu!
Konuşmasına bakılırsa Kemal Bey, benim onunla röportaj yapmadan pek bir mutlu olacak.
Bir de ‘Karınızla ilgili soru sormamı istemiyorsunuz değil mi?’ deyince, ‘Benim karım yok’ demez mi?
Allah Allah, Catherine yengeyle ayrıldılar mı?
Ne zaman acaba?
Bak bu büyük haber, patlatırım!
‘Arı Hareketi’nden de ayrıldım’ dedi.
Bu da neyin nesi?
Hiçbir yerde tutunamıyor bu Kemal Bey!
Ama nasıl şeker...
‘Ben ön planda olmaktan hoşlanmayan biriyim’ dedi.
Bilmez miyim?
‘Röporatajı nerede yapacağız?’ deyince beni ofise davet etti, Arı Grubu’na yani, ben de ‘Orası çok formel değil mi?’ dedim.
‘Siz konuklarınızla genelde nerede konuşuyorsunuz?’ dedi.
Muzip bir cevap verdim:
‘Benim evimde... Onların evinde... Ya da bir otel lobisinde..!’
‘Ayşe Hanım sizsiniz değil mi? Ben Kemal Köprülü...’ diyor.
Ne?
Neeeeeee?!
Köprülü mü?
Kemal Köprülü mü?
Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor.
O an durumu çakozluyorum.
Bir suçlunun telaşıyla hızla telefonu kapatıp, yanımdaki sevgilime dönüyorum, ‘Ben ne yaptım biliyor musun’ diyorum, ‘Yanlış Kemal’le konuştum... Yanlış Kemal’le randevulaştım...’
Aynı ofiste çalıştıkları için sekreter yanlış Kemal’i bağlamış.
Peki şimdi doğru Kemal’le röportaj yapmayı nasıl başaracağım?
Başardım.
Başarırken de, kafamı gözümü yardım.
Kendisine Kemal Köprülü’ye nasıl Kemal Derviş muamalesi yaptığımı anlattım.
Zarif adam, kibar adam....
Sadece güldü.
Bu da Kemal Derviş’in özelliklerinden biri.
Biraz mesafeli.
O mesafenin doğal sonuçlarından biri de okuyacağınız röportajın şartlı olması. Birtakım sorulara yanıt vermek istemedi.
Onlar iptal edildi.
İşte böyle efendim, bu hikaye de burada bitti!
HAMİŞ: Bu kadar tantanadan çıkan bir başka sonuç da: Yanlış Kemal’e (kızmaz umarım böyle söylediğime!), bir röportaj borcum olduğudur...
8 KİLO ALDIM
Ne yazık ki Türkiye’de düzenli spor yapamaz hale geldim. Sanıyorum, stres de yemek yediriyor. Tam 8 kilo aldım. En büyük sorunum bu. Aldığım kilolar yüzünden bel fıtığı oldum. Ama vereceğim...
20 AY KAMERALI KABUS
Türkiye’ye geldiğimde eşim ve ben 20 ay kabus yaşadık. Tabii biz de hata yaptık: Zemin katta bir daire kiraladık! Her an kameralarla burun buruna olmak şaka gibiydi. Perdeleri bile açamadık. Müthiş bir gerginlik. Bu açıdan o dönemi mutlu geçirdiğimi söyleyemeyeceğim.
Türkiye’ye 52 yaşında geldim yani ben 52 yıl kamerasız yaşadım. Arada kameralı bir 20 ay var. Allah’tan şimdi yine kamerasız yaşıyorum.
Bir gün Sedef Adası’nda bir dostumun evinde kalmak istedim. Ama en yoğun günler. Filmlerdeki gibi, resmen arabanın içinde yere yattım ve gazetecileri atlattım. Kimse farkına varmadı. Bütün gün adada tenis oynadım, yüzdüm, sonra tekar aynı şekilde eve döndüm. Bu tür numaraları da öğreniyorsunuz. Ve bir daha asla zemin katta ev tutmamaya ant içiyorsunuz.
Zina konusundaki tartışmaları kadınları korumak olarak algılayanlar var. Bence çok yanlış. İki insanın ilişkisinin içinde, şiddet olmadıkça devletin yeri yoktur. Devletin karışması son derece yanlıştır ve laikliğin temel anlayışına karşıdır. Laikliğe göre bu tür inançtan veya ahlaktan kaynaklanan sorunları insanlar kendi aralarında halleder. Tabii başkasına şiddet söz konusu olursa, orada ceza hukukunun yeri vardır. Ama yoksa insan ilişkilerinde devletin var olmasını ben doğru bulmuyorum.
KEMAL DERVİŞ’E GEÇ KALMIŞ BİR SORU
- Siz bir gün lider olacak mısınız?
- Güneş ne güzel batıyor!
Olağanüstü bir dönemde küt diye hayatımıza girdi. Tepeden inme. Öyle kaliteleri vardı ki, büyük çoğunluğun hayran olmaması mümkün değildi. 25 yıl Amerika’da yaşamış bir insanın bu kadar mükemmel Türkçe konuşması bile yeterdi. Herkes ondan söz etti, herkes ondan bir şeyler bekledi. O, o zor günlerde hepimizin umudu oldu. Ama sonra koalisyon dağılıp, tam seçimler sırasında İsmail Cem ve Hüsamettin Özkan’la yeni bir oluşum kurmaları beklenirken CHP’ye katılması, yaşanan ilk şok oldu. Sonra da gerisi geldi. Seçimlerden sonraki dönemde hiçbir zaman fotoğrafın önüne çıkmamayı tercih etti. Bu kadar herkesin kahraman olmaya hevesli olduğu bir ülkede bir insanın kendini bu kadar geriye çekmesi pek de anlaşılabilir bir şey değildi. Bu röportajı yapmamın asıl nedeni de buydu: Neden? Bu soruyu sormakta geç kaldığımı kabul ediyorum. Ama sadece ben suçlu değilim. Elime geçti de ben mi sormadım! Ancak yakalayabildim, ancak sorabildim. Ne var ki, itiraf ediyorum, ben bu adamı çözemedim. Bakalım siz çözebilecek misiniz...
.Türkiye’ye geldiğinizde fotoğrafta en öndeki adamdınız. Şimdi ise sizi fotoğrafta görmek için zorlanıyoruz, arkalarda duruyorsunuz. Nedir bunun sebebi?
- E kriz vardı o zaman, panik vardı, faizler yüzde 5000’di, her şey belirsizdi, insanlar şaşkınlık içindeydi, yani olağanüstü günlerdi. Böyle zamanlarda insanlar birilerini fotoğrafın en önüne yerleştirmeye çok meraklı oluyor, ama anlaşılır bir şey bu, bu onları rahatlatıyor. Bugün ise olağan günlerdeyiz, böyle şeylere artık gerek yok, Allah’a şükür dememiz gerekiyor!
.Olağan günlerde arkada, olağanüstü günlerde öndesiniz öyle mi!
- Yooo, anlatmaya çalıştığım şu: Ben olağan günlerde, olağan bir biçimde yaşamaktan mutlu olan bir insanım. Fotoğrafların önünde olma derdim yok, zaten böyle bir isteğim de yok!
.Biz sizi tam olarak tanıyabildik mi?
- Bilmiyorum ki. İnsanın kendini bile tam olarak tanıyabilmesi zor. Ölüm gününe kadar hepimiz bunun için uğraşıyoruz. Bir başkasının bizi tanıması daha da zor. O kişi eşimiz bile olsa. Ve siz bana bir toplumun bir insanı tanımasından söz ediyorsunuz. Ben kendimi tam tanıyamamışken, Türkiye beni nasıl tanıyacak? Sadece şunu söyleyebilirim: Olmadığım gibi görünmeye çalışmadım hiç. Tamamen olduğum gibiyim ve son derece olağan biriyim!
TEK BAŞINA KURTARICI MURTARICI OLUNMAZ
.Siz bizim için başlangıçta bir ‘kurtarıcı’ydınız. Sonra ne oldu da, arkanıza aldığınız rüzgarı dağıttınız?
- Bir insan tek başına kurtarıcı-murtarıcı olamaz. Hele bugünkü çağda. Bir kere bu gerçekçi değil...
.İyi ama arkanızda gerçekten acayip bir rüzgar vardı, beyaz bir yelkenli gibi sessiz ve derinden ilerliyordunuz...
- Valla, o yelkenler, o rüzgarlar biraz tartışmalı! Arkasında bu rüzgarların olduğunu sanan çok insanla tanıştım ben siyasette. Başkalarının gazıyla bir şeyler yapmaya çalıştılar, hepsi de sükutu hayale uğradı. O kadar kolay iş değil o. Ciddi bir birikim ve tecrübe gerekiyor... Ben Türkiye’ye gelmemezlik etmedim, geldim, canla başla çalıştım, belli bir görevi de yerine getirdim. Müsteşarımızla, diğer bürokratlarımızla bir takım olarak, çok büyük bir felaketin daha az bir maliyetle atlatılmasına ön ayak olduk...
.Siz isteseydiniz üçlü koalisyon devam edecekti. Neden dağıttınız? Türkiye’nin önü mü tıkalıydı da böyle davrandınız?
- O koalisyonun ömrü 3 nedenle bitti: 1) Bu üç parti arasında Türkiye’nin geleceği konusunda bir görüş birliği yoktu, çok ayrı dünyaların insanlarıydılar. 2) Bülent Bey hakikaten çok yorulmuştu, o zor koalisyonu bir arada tutabilmesi mümkün değildi. 3) Ve ekonomik nedenler... O kriz döneminden sonra mutlaka güven verilmesi gerekiyordu. İnsanlar panik içinde ‘Ne zaman seçim olacak? 12 ay sonra mı 18 ay sonra mı?’ diyordu, bu tür spekülasyonlar da ekonomiye zarar veriyordu. Zaten memleketteki desteği yüzde 15’in bile altına düşmüş bir iktidarın devam edebilecek gibi sunulması yanlıştı. Kaldı ki, koalisyonu ben bitirmedim. ‘Seçim olabilir, bu dünyanın sonu değildir’ dedim. Bitiren Sayın Bahçeli’dir, ‘Seçime gidelim’ diyen o...
.Sonra Türkiye halkının büyük çoğunluğu tarafından onay gören İsmail Cem + Hüsamettin Özkan + Kemal Derviş formülünü de teptiniz. Neden? Çoğunluk bunun bir çözüm olduğuna inanıyordu. Siz neden inanmadınız?
- Ben Cumhuriyet Halk Partisi’ni dışlayan bir formülden yana hiçbir zaman olmadım. Belki de 70’li yılların Cumhuriyet Halk Partisi’nin özlemi vardı bende. Kendim için bir şey istemeden her zaman düşüncem şuydu: Yelpazenin sol tarafında herkesin bir araya gelmesi. Olamadı tabii...
.O dönem arkadaşlarını satan adam gibi algılandınız...
- Evet çünkü öyle sunuldu...
.Siz yarı yolda bırakır mısınız insanları? Böyle bir huyunuz var mıdır?
- Hayır, hayır katiyen. O dönem şöyle bir şey yaratıldı: Beni zorla YTP formülüne mahkum etmek için, ‘Yapmazsan ihanet etmiş olursun!’ tehditleri savruldu. Tabii itibar etmedim...
.İki kişinin (İsmail Cem + Hüsamettin Özkan) siyasi hayatını bitirmiş olmanın sorumluluğunu ne derece üstleniyorsunuz?
- Yok öyle bir şey. Böyle bir sorumluluk hissetmiyorum. Benim umudum İsmail Bey’le Deniz Bey’in aynı çatı altında çalışabilmeleriydi. Çok üzüldüm olamadığına...
.Hastalandıktan sonra İsmali Bey’e geçmiş olsuna gittiniz mi?
- Telefonda görüştüm birkaç kere. New York’ta tedavideyken aradım. Neticede biz kavgalı ya da kanlı bıçaklı değiliz. Ne o öyle bir insan ne de ben...
.Peki, Türk halkının o dönemdeki umutlarını boşa çıkardım diye hiç vicdan azabı duymadınız mı? Mesela siz benim güneşimdiniz, geleceğe umutla bakma sebebimdiniz! Bana bir borcunuz var diye düşünüyorum. Yoksa yok mu?
- Şunu söyleyebilirim: Türkiye’yle, sosyal demokrasiyle ve ekonomiyle ilgili konularda gece gündüz çalıştım ben... Hálá da çalışıyorum. Elimden geleni yapıyorum. Ama insanlar olmayacak şeyleri umut ediyorsa, bu onların sorunu, benim değil!
BEN ‘O ADAM’ DEĞİLİM, BEN KEMAL’İM
.Tamam ben aldım cevabımı. Siz ‘o adam’ değilsiniz!
- Değilim tabii. ‘O adam’la kimi kastettiğinizi bilmiyorum ama ben Kemal’im! Bu yaştan sonra da değişmem zor. 25 yaşında olsam neyse, ben 55 yaşındayım. Kişiliğim oluşmuş ve oturmuş durumda...
.Belki de bizim hatamız! Belki de biz size efsaneler atfedip hayaller kurduk!
- Olabilir. Belki de krizin verdiği olağanüstü hisler, panikler, abartılı bir imajın doğmasına sebep oldu...
.Ama insanın içinde bir cılız ses de şöyle demez mi: ‘Yok, aslında ben o adamım!’ Herkes kahraman olabilmek için can atarken, siz olmadığınızı kanıtlamak için kendinizi paralıyorsunuz!
- Ama ben hakikaten olağan bir insanım. Şanslıydım ki, iyi eğitim gördüm, dünyayı çok dolaştım, pek çok farklı ülkede çalıştım, deneyim kazandım.
.Şu yalan mı yani: Siz Türkiye’nin yakın tarihinde Adnan Menderes, Karaoğlan ve Özal kadar büyük şeyler beklenen bir kurtarıcıydınız. Ama siz kurtarmamayı tercih ettiniz!
- Yok yok, çok abartılı bunlar. Bu saydıklarınız çok olağanüstü insanlar. Söylüyorum ben olağan bir adamım!
.Bir gün lider olmayacağınıza kesinlikle inanıyor musunuz? ‘Ben olamam kardeşim’ deyin, ya da ‘Olurum.’ Biz de bilelim...
- Güneş ne güzel batıyor...
.Anlayamadım...
- Öyle bir iddiam yok. Fikir düzeyinde bu ülkede bazı kavramları oturtma açısından öncü olabilirsem ne álá ama ben şahsi liderlik ya da şahsi bir otorite kurma isteğinde değilim...
AMERİKAN CASUSU LAFLARINA GÜLÜYORUM
Sizin için ‘Amerikan casusu’ en çok kullanılar sıfatlardan biriydi. Kendinizi bu suçlama karşısında nasıl savunuyorsunuz?
- Savunmuyorum ki. Gülüyorum. İstanbul’daki bazı çevreler, Irak savaşı esnasında ‘Amerika’ya destek vermemiz ekonomi açısından iyi olacak. 30 milyon dolar kredi bize nasıl ilaç gibi gelir’ düşünceleri geliştirirken ben çok nettim. Tabii ki toplum olarak, özgürlük olarak Amerika’ya karşı değilim. Ama güce dayalı, tek taraflı, Birleşmiş Milletler’i de dışlayan kuvvet politikasını hiçbir zaman tasvip etmiyorum, etmem.
KADINLAR MUTLULUK KAYNAĞI
Siz ağzınızı her açtığınızda temkinli mi açarsınız?
- Keşke! Arada bir olmadık laflar kaçırıyorum... Dil çok önemli bir araç hayatımızda. Dili dikkatli kullanmak ve kendimizi iyi ifade edebilmek gerekiyor. Ne yazık ki bu her zaman mümkün olmuyor.
Normal hayatınızda da böyle misiniz?
- Nasıl?
Temkinli, ihtiyatlı ve geri durmayı seven...
- Evet düşünerek konuşmayı severim!
Zaman zaman bu yüzden sıkıcı olduğunuz fikrine kapıldığınız oluyor mu?
- İnşallah, çok da fazla düşünmüyorumdur! Ama beklettiğimi sanmıyorum insanları. Hızlı olmaya çalışıyorum.
Peki ne kadar yakışıklı ve hoş bir adam olduğunuzun farkında mısınız?
- Böyle düşünmeniz beni mutlu eder. Tabii bu sizin değerlendirmeniz...
Siz böyle değerlendirmiyor musunuz?
- Güzellik diğer insanın gözünde. Yorum yapmak bana düşmez!
Gençken olmak istediğiniz adam bu muydu?
- Bir spor şampiyonu olmak isterdim...
Tenisçi yani...
- Evet, dünya tenis şampiyonu mesela...
Kadınlarla aranız söylendiği kadar iyi mi?
- Kadınların her alanda çok önemli olduğuna inanıyorum. Hem bireysel mutluluk açısından hem de bir toplumun ileri gitmesi açısından...
‘Bana kişisel değil kamusal sorular sorun!’ diyen bir adamın bu soruya daha heyecan verici cevap vermesini beklemem salaklıktı zaten!
- Türkiye’nin çağdaş bir toplum olması ancak sizler sayesinde olabilir. Çok önemsiyorum kadınları. Her alanda. Kadınlar mutluluk kaynağı. Daha ne diyeyim?
HEM ÜLKEME BAĞLIYIM HEM DÜNYA VATANDAŞIYIM
Anne Alman... Yurtdışında bir eğitim hayatı... 25 yıl Amerika... Siz hayat boyu kendinizi melez gibi mi hissettiniz?
- Ben Türkiye’ye ve İstanbul’a çok bağlı büyüdüm. Bir asker ailesinden geliyorum. Büyükbabam ve amcalarım asker. Bir tanesi Türkiye’nin ilk havacılarından. Babam ise Türkiye’yle ilgili konularda konuşurken gözleri yaşaran biriydi. Evet annem Alman ama o da hep Türkiye’yi çok sevdi. İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’ye gelmiş, üstelik Almanya’nın cehennem gibi olduğu bir dönemde. İstanbul’a gelince kendisini cennete gelmiş gibi hissettiğini söylerdi...
Sonradan Müslüman oldu mu?
- Yooo hayır. Ama bizi camiye de götüren bir annemiz vardı. Evimizde Noel de, yılbaşı da, bayramlar da kutlanırdı. Melezlik sorusunun cevabına gelince, yaşam tarzım beni dünya insanı haline getirdi ama ülkeme bağlılığım hep devam etti. Zaten bu ikisi, birbiriyle çelişen şeyler değil.