Bazen bir şey yaşarsın, ciddiye bile almaz, takmazsın, ‘‘Boş ver canım, ne önemi var ki’’ der yoluna devam edersin, kırılmadım, üzülmedim zannedersin ama aradan zaman geçer ve...
Ve...
Ne farkedersin?
Meğer o hadise feci halde içine oturmuş.
Kendine bile çaktırmamışsın ama için oyulmuş.
İncinmişsin sen.
*
Bu aralar benim durumum öyle.
Derim zannettiğimden ince.
Belki de bir kitap projesiyle uğraştığım için böyle, korktum, kimse okumaz diye ürktüm, gelecek hafta çıkıyor da, biraz yorgun düştüm, yoksa normalde hakaretlere, küfürlere, küçümsemelere alışık benim bünyem, ama söylüyorum, bu aralar derim mi inceldi nedir, yoksa domuz gibiyimdir, alıştım artık bin senedir, gelen küfrediyor, giden küfrediyor, gerçi sadece onlar da yok, her yazıdan, her tartışmadan, her belalı işten sonra beyaz kır çiçekleri yollayan da var ama işte insanın derisi, zaman zaman o eski kalınlığını kaybedince, incelince, boşluğuna geliyor, üzülmemesi gereken şeylere üzülüyor, kır çiçeklerini bile göremez hale geliyor ve birdenbire kendine soruyor: ''Bunlar benden ne istiyor? Nedir ulan alıp veremedikleri!''
*
Gibi manidar bir girişten sonra artık itiraf edebilirim:
En son darbeyi mezun olduğum liseden yedim, ki aidiyet duygum fazla gelişmemiştir, ocu bucu değilimdir, hiçbir yere ait addetmedim kendimi, ama Allah'ı var Tarsus Amerikan Liseli olduğum için gurur duyuyordum.
Meğer okul arkadaşlarımın bir kısmı benden gıcık alırmış.
Olay şöyle gelişti: Benim kardeşim de aynı liseden mezun. Ona demişler ki, ‘‘Haftasonu ablan mezun derneğine gelebilir mi?’’ ‘‘Ne olacak yani?’’ diye soruyorum. ‘‘Ben de bilmiyorum bira-mira içilecek’’ diyor.
Da...
Benim durumum parlak değil.
Çok çalışmam lazım çooook.
Ayıklanacak tonla yazı var, meğer ne bela bir işmiş, insanın gözü çıkıyor, gitmeye niyetim var ama bir yanda iş sorumluluğu bir yanda okul mutluluğu. İnsan zor durumda kalıyor. Üstelik, ben sizin zannettiğinizin çok fazla aksine hiç de sosyal biri değilimdir, televizyona çıkmaktan, söyleşi vermekten, mümkün mertebe imtina ederim. Çünkü kendimi birilerine bir şey anlatırken hayal etmekten nefret ederim. Karşılıklı konuşsak olur ama car car anlatmak bana göre değil. Ama bunlar düşmanım değil ya, aynı çatı altında eğitim gördüğüm insanlar. Beni anlarlar. Zannediyorum ben.
*
Öyle değilmiş.
Meğer bu bir söyleşiymiş.
Bir kısım Tarsuslu beni sorguya çekmeye niyetlenmiş. Neymiş? Teşhirciymişim, röntgenciymişim. Yazılarım düzeyli değilmiş, topluma ışık tutmuyormuşum vesaireymiş-mesaireymiş. Yoksa benTürk toplumunu Almanlaştırmaya mı çalışıyormuşum! Israrla toplumumuz tarafından hoş karşılanmayan konuları ele alıyormuşum. Abukluk derecesine varan öznel bir üslubum varmış. Söyleşiye çağrılmayı zaten hak etmemişim. Ben gelirsem oraya gelmezlermiş.
Bütün bu olup biteni açıklayacak normal cümleler bulamıyorum.
Sanki ben ‘‘Allah aşkına size söyleşiye geleyim’’ diye birilerinin boğazını sıkmışım. Ben gidemeyeceğimi nasıl açıklayacağım diye düşünürken bunların yaptığına bakın. Başlarına saksı mı düştü nedir?
Türk toplumunu Almanlaştırmak...
Ve topluma ışık tutmamak...
Bundan daha sersemce bir şey duymadım şimdiye kadar. Ben nasıl Almanlaştırabilirim Türk toplumunu? Bu gücü bana kim verdi? Çüş yani!
Topluma ışık vermek konusunda eleştiri getiren arkadaşa ise söyleceğim iki çift lafım var: Florasan lambasıyla gazeteciyi birbirine karıştırmayın.
Böyle bir iddiam olmadı Allah korusun. Hiç bir zaman da olmayacak. Bu iddiada bulunanların da yüzde 99'unun ışıksız şarlatanlar olduğunu düşünüyorum.
*
Bütün bu akıp giden e-mail trafiği arasında benim dönemimden bir arkadaşım da eksik olmasın, beni savunuyor: ‘‘Sözü edilen araştırmacı gazetecilik ulvi değerlerine maalesef birinci günden ulaşılmıyor’’ diyor. Ben henüz kariyerimin başındaymışım. İleride iyi bir araştırmacı gazeteci olabilirmişim. Kimbilir, tüm bu yaptıklarım, belki de kariyer planlamalarımın bir parçasıymış. Ben amacıma ulaştığımda onlar beni daha çok seveceklermiş. Yani demek istiyor ki, ‘‘Daha önünde zaman var Ayşe'nin. Bizler bu zamanı ona tanımalıyız. Belki bu arada kafasına bir saksı filan düşer de düzelir, doğru yolu bulabilir’’.
Ha ha ha.
Daha çok beklersiniz!
Kim kimi bu kadar pervasızca ve fütursuzca yargılayabilir ki?
Eleştiri bile değil bu, infaz.
Bu hakkı kendilerinde nasıl görüyorlarsa...
*
Neyse canım sıkıldı anlayacağınız.
Oradan saldırı buradan saldırı.
Bilseydim bu kadar kafama çürük domates yiyeceğimi babamın hayal ettiği gibi eczacı olurdum, eczanemin adını ‘‘Gözlük’’ koyardım, içeride gözlük çerçevesi filan satardım.
Kafam rahat olurdu en azından.
Bir tek özel hayatım şahane bu aralar.
Vallahi her sabah şükrediyorum, Allah'tan bütün bu salak şeylerle boğuşmama destek veren bir sevgilim var diye.
*
Peki biraz önce okuduğum mail'e ne dersiniz?
Aynen aktarıyorum:
‘‘Nazara inanır mısınız? Sevdiğiniz erkek ile ne kadar mutlu olduğunuzu sokuşturmadığınız bir yazı yok da son zamanlarda. Hiç mi korkmuyorsunuz nazara gelmekten? Ben eşimle mutluluğumuzdan birilerine ne zaman bahsetmeye kalksam, olmayacak bir terslik oluyor ve kendime söz veriyorum, bir daha asla! Yani yapmayın. Yüzbinlerce insanın nazarıyla rulet oynamayın.’’
Bir bu eksikti.
Bunu da sardınız başıma.
Korkacağım şeylerin sayısı çok artacak.
Ben ne yapayım şimdi, saçımı başımı mı yolayım, yoksa gidip şöyle güzel bir şarap mı açayım?