Paylaş
Bodrum, Gündoğan’a. İki buçuk yıldır kocasıyla birlikte, mutlu mesut orada yaşıyorlar. Ama dikkatinizi çekerim, emeklilik hayatı filan değil. Domates falan yetiştirmiyorlar, birlikte iş üretiyorlar. Bir buçuk senede iki sinema filmi, bir kocaman albüm kotardılar. Onlara göre ‘merkez’den uzaklaşmak, işten uzaklaşmak anlamına gelmiyor, aksine daha çok çalışıyorlar. Çok güzel bir hayat kurmuşlar kendilerine. Özlem Tekin’le bunları konuşurken fark ettim ki, ne dediğini bilen çok akıllı bir kadın ama isterseniz röportajı okuyun kararı kendiniz verin...
Tekin Ailesi’nde hayat nasıldı?
- Ooo çok sesli. Komik. Eğlenceli. Üç kız kardeşiz. En küçükleri benim. Disiplin de vardı neşe de...
Babanız Türk dili edebiyatı profesörü. Bu sizi nasıl etkiledi?
- Hep akademik bir durumumuz vardı. Kütüphaneler, üniversiteler, kitaplar, burslar, bizim hayatımızın hep çok içindeydi. Ticaretle uğraşan bir ailede büyüyen birinden farklıyımdır o anlamda. Üniversite, okul ve eğitim gözünden bakmışımdır hep hayata.
Babanızın bir de yurtdışı macerası var...
- Evet, evet. Burada üniversiteyi bitiriyor, annem ve büyük ablam Hilal’i de peşine takıyor, ver elini Amerika, 17 sene Kaliforniya üniversitelerinde hocalık yapıyor...
Ne şahane, neden geri dönüyor...
- Çünkü benim adım Özlem! Memleket özleminden dönüyorlar.
Hangi değerler önemli ailede?
- Okumak. Ama, “Otur, ders çalış!” anlamında değil. O anlamda da bir baskı yoktu, bizde zaten ders çalışılması gerekirdi. Hiç kimseye söylemeden ödevinin başına oturan çocuklardık, boş zamanlarında mutlaka kitap okuyan çocuklar...
11 YAŞINDAKİ HEAVY METALCİ
Müzik, sizin hayatınıza ne zaman ve nasıl giriyor?
- Hiç eksilmiyor, hep var. Çünkü ergen bir ablanın olduğu bir eve doğuyorum. Sürekli rock dinleniyor. Sonra evde piyano var, iki abla da çalıyor.
Kıskandınız mı onların piyano çalmasını...
- Tam tersine. Bana da öğrenmek için fırsat doğdu. Benim küçük ablam, öğrendiği her şeyi bana öğretir. Böyle bir huyu vardı, benden önce okulda matematikte yeni bir şey öğrendiyse, benim de öğrenebileceğimi düşünüyorsa hemen gösterirdi. Piyano çalmayı da onlardan öğrendim.
Rock ve heavy metale merak salmak, 11 yaşındaki bir çocuk için normal mi?
- Tabii ki değil! Ama 11 yaşındaki bir çocuğun Deep Purple ve Led Zeplin dinlemesi de normal değil. Ben bir önceki jenerasyondan gelen rock’lara da çok aşina olduğum için, heavy metale de kolay adapte oldum.
Tevfik Fikret’te okumak hayatınızı nasıl şekillendirdi?
- Biraz zor bir okuldur. Çok çalışman gerekir, başka bir şey yapamazsın. Sorumluluğunu bilen bir çocuk olarak hep ders çalıştığımı hatırlıyorum.
Sizi Tevfik Fikret’ten arkadaşlarınız nasıl hatırlar...
- Okulun ilk ve son metalcisi olarak...
Nasıl açıklıyorsunuz o yaşlarda metalci olmanızı. Bir sebebi var mı?
- Yok. Ama o yaşlarda, size ne havalı geliyorsa, onu yapmak istiyorsunuz. Ama müzik bilgim çok sağlamdı, yeni çıkan bütün albümleri bilirdim, onun da etkisi var. Sahne yeteneğim de cabası. Sokaktan çocukları toplar, şarkı söylerdim.
Siz yoksa o simsiyah giyinen heavy metalci çocuklardan mıydınız?
- Aynen! Siyah pantolon, siyah tişört, siyah gömlek, simsiyah makyaj. O, bir duruş. Hem havalı olduğunu düşünüyorsun hem de, “Ben size benzemiyorum!” mesajı çakıyorsun. Yaş ilerledikçe o duruş farklı bir şekilde tezahür ediyor. Herkes güvenli bir hayatın peşinden koşarken, sen kafana göre bir hayatı tercih ediyorsun. Aslında 13 yaşında simsiyah giyinmekle aynı şey...
Hacettepe’de klarnet okudunuz. Konservatuvar yıllarından kalan en önemli şey...
- Güzel müzik yapmayı, dinlemeyi ve icra etmeyi öğrendim.
Neden klarnet?
- Sesi çok güzel bir enstrüman. Şarkı söylemek istiyordum ama şan tekniği ile değil. Doğru bir seçim yaptığımı düşünüyorum. Üniversitede okurken artık sahnedeydim, rock grubum vardı. Bir taraftan okula gidiyordum, bir taraftan da solistlik yapıyordum.
İnsanlar nasıl karşılıyordu peki?
- Konservatuvarda okuyanlar arasında, rock solistliği yapana pek fazla rastlanmaz, daha çok caz tercih ederler. Bir de değişik giyinmeyi severim. O zamanlar iyice abartıyordum. Biraz tuhaf karşılandığımı itiraf etmeliyim.
KIZLARLA OTURUP ÇAY İÇEÇEK BİR TİP DEĞİLİM
İnsan üniversitede okurken rock barlarında çıkınca, erkeklerle ilişkisi nasıl oluyor? Bu kadını çabuk götürebilirsin diye mi düşünür erkekler...
- Onlara sormak lazım, beni ilgilendirmiyor gerçi ne düşündükleri...
İnsan genellikle bilir karşısındakinin aklından geçenleri, kendisini nasıl algıladığını...
- Ben hiçbir zaman kadınsı bir tip olmadım. Sahneye de hep erkek tavırlarıyla çıktım. Yakın arkadaşlarım da çoğunlukla erkeklerdi. Daha rahat ederim onlarla, kankalık denen şey vardır ya, daha güzel iletişim kurarım. Ben öyle kızlarla oturup çay içecek bir tip değilim yani...
Dolayısıyla, bir ‘yavşamaları’ olmadı, onu mu söylemeye çalışıyorsunuz...
- Evet. Bir gönül ilişkisi yaşamak istediysem de yaşadım...
Siz hiç feminen olmadınız mı? Dişi, dişi!
- Olmadım. Hâlâ olamıyorum. İçimdeki kadını bir türü dışarı çıkartamadım. Geri durdu hep. Allah beni böyle yaratmış.
Neden? İnsanlar daha küçükken ‘erkek Fatma’ olur ama sonra normale döner ya...
- Ben dönemedim. Sevmedim. Böylesi daha güzel, daha gerçek gibi geliyor bana. Dişilik numaralarını yapmacık buluyorum. Feminen davranma, kız şeyleri filan... Vakit kaybı...
Anladık kadın olduğunuzun altını fosforlu kalemlerle çizmiyorsunuz, peki arada olmaz mı daha kadınsı olmayı istediğiniz... Canınızın çektiği... Topuklu ayakkabı giymek, biraz kokoş olmak...
- Deli misin, onlarla yürüyemiyorum bile, üzerinde duramıyorum! Varsa bile, bir çekim için filan almışımdır. Bu son oynadığım filmde öyle fırfırlar, uzun etekler filan giyiyorum, feci...
Sonra İstanbul’a geldiniz ve Mimar Sinan yılları... Niye insan konservatuvarın üzerine bir de müzikoloji okumak ister?
- Akademik ailede büyümenin sonucu. Baban hâlâ okulda olduğu için, bir okul bitince, üzerine bir şey daha okuman gerekiyor gibi geliyor. Ama Volvox’ta olduğum dönemdi, yürümedi ikisi, konservatuvarı bitirdiğimle kaldım.
Volvox nasıl bir dönemdi? O yıllarda, kadın rock grubu ne kadar ileri bir şeydi?
- Çoook. Kadınların rock dinlemesi bile tuhaftı o yıllarda, değil ki müzik yapmaları. “Ne biçim çalıyorlar!” demesinler diye de eşek gibi çalışıyorduk. Rock grubu olmak eğlencelidir. Aslında doğru sıfat şu: Havalıdır. Evet, çok havalıydık! Konserden önce bir araya gelmeler, sırayla aynı aynayı kapıp makyaj yapmalar, birbirimizde kalmalar, eğlenceliydi. İki buçuk sene hiç durmadan çaldık.
MEŞHURLUĞUN EL KİTABINA UYMADIM
Ve sonra ‘Aşk Her Şeyi Affeder mi?’ albümünüz çıktı, hatta patladı...
- Evet, 26 yaşındaydım...
Şaşırmadınız mı?
- Yok, hayır. Ben böyle olacağını bilerek yetiştirdim kendimi. “Önce bu işi okulunda öğreneceğim, sonra sahne tecrübesi edineceğim, sonra büyük şehre yerleşeceğim, ondan sonra kendi bestelerimi yapıp, albüm çıkaracağım” Planım buydu. Hep ne yaptığımı bildim yani, bir yerden bir yere sürüklenmedim. Meşhur olmak da beni şaşırtmadı, zaten kendimi hep meşhur hissediyordum. Ve en önemlisi, “Bu meşhurluğu elimden kaybetmemek lazım” türünden bir korkum yoktu...
Nasıl yani?
- Piyasadaki pek çok isim, yetenekli olanları bile, “Aman çok aşırıya kaçmamayım, benzer besteler yapayım da tutsun!” diye düşünür. Ben öyle değilim, istediğim her türlü besteyi yapabilecek yetenekte bir insanım. Ben ne yaşadıysam, onun müziğini yaptım. ‘Aşk Her Şeyi Affeder mi’ de dönemine göre çok ileriydi. Bir kadının çıkıp, rahat rahat söyleyeceği bir şarkı değildi. Kaç yıl geçti, hâlâ söyleyen yok. Bütün rockçılar kendilerini acındırıp duruyorlar rock şarkılarında. Hiç kuvvetli bir söz yazmış ya da yaptığı bir hatayı bağırarak söyleyecek biri daha çıkmadı.
Ağır eleştiri bu aslında...
- Ama gerçek bu. O tip şarkılara insanlar bulaşmak istemiyorlar. Daha orta yol şarkılar tercih ediyorlar. Kimseyi kızdırmayacak, herkesin kabul edebileceği sözleri seçiyorlar. Güya rock müziği, sözler yumuşak yumuşak...
Peki o şarkı neydi? Kadınlara verilen bir özgürlük bir mesajı mı?
- Benim şarkılarımla özgürlük mesajı vermek gibi bir derdim yok, ben yaşantımla örneğim zaten.
Nasıl yani?
- Bu toplumda var olabilmek için herkes gibi yaşamak zorunda değilsin, herkesin yaptığını yapmak zorunda değilsin. Zaten herkes bir kalıbın içerisinde Türkiye’de. Düğüne gidiyorlar ama dans etmiyorlar. Hayat coşkuları yok, biblo gibi giyinip yan yana diziliyorlar.
Sonra ‘Dağları Deldim’... Ve o albümle tavan yaptınız ama çekip gittiniz... Neden?
- Çünkü diğer üç albümde yaptığım şeylerin aynısını yapmam gerektiğini söylediler. “Bu ülkede albüm çıkarınca, Okan’ın programına, Beyaz’ın programına, o zaman Hülya Avşar’ın da programı vardı, ona çıkacaksın, şu kişiye röportaj vereceksin, şu magazin ilavesinde yer alacaksın! Oyunun kuralı bu!” “Niye aynı programlara katılayım, aynı televizyon şovlarına çıkayım ya” dedim. Artık başka bir şey yapmak istiyorum hissi geldi. Rutin geldi, memuriyet gibi geldi. ‘Dağları Deldim’ gibi bir albüm yapan insanın onları yapmaması gerekiyordu. Yapmadım. Amerika’ya gittim ve boks yaptım. O kadar iyi geldi ki. Benim enerji fazlam var. Bir şekilde onu çıkartmam gerekiyor. Heavy metalden gelme benim gibi birini de yoga kesmiyor, n’apiim. Türkiye’de kick boksa başlamıştım, Amerika’da boksa kaydım. Epey bir kaldım.
LEZBİYEN DEMELERİ UMURUMDA DEĞİL
Bir kadın neden boks yapar...
- Feminen bir şey değil ya, ondan cazip geliyor!
Hep maskülen maskülen, arada hiç korkmadınız mı, “Bunlar bana lezbiyen bile derler!” diye...
- Diyebilirler, şimdi bile diyorlardır. Desinler. Umurumda değil. Benim çevrem nasıl yaşadığımı, ne yaptığımı bildikten sonra, problem yok.
Bu sizinki nedir? Düzene isyan mı? Hep, “Hadi len!” gidişi mi?
- Birine kızgınlık değil. “Bu kadarı bana fazla!” diyorum ve gidiyorum. “Gideyim de gününüzü görün” değil yani.
Meşhurluğun el kitabına kafa tutuyorsunuz siz!
- Evet, öyle yapıyorum. “Şu sıklıkta haber olacaksın, şuralarda görüneceksin, şöyle bir arabaya bineceksin?” Ben çok uzağım bu tür şeylere. Ben meşhur kalabilmek için düzene yapışmayı tapon buluyorum.
Arada ‘9, 8, 7, 6, 5’ diye hiç ticari olmayan bir heavy metal albüm yaptınız. Ve sonra aşk geldi. Prodüktörünüz Cem Öcal ile evlendiniz ve küt diye Bodrum’a yerleştiniz?
- Evet.
Niye evlendiniz?
- O bir his, “Hah, işte o bu!” dedik karşılıklı. Daha önce de uzun ilişkilerim oldu ama dememiştim. İş hiç oraya gelmemişti. Bunda geldi. İyi ki de gelmiş.
Bodrum’a yerleşmek erken emeklilik mi?
- Alakası yok! Bodrum’a yerleştik diye domates yetiştirdiğimizi zannediyorlar. Gerçi onu da yapıyoruz ama son bir buçuk yıla iki sinema filmi ve bir de koca albüm sığdırdık. Burası emekli olma yeri değil, yaşamını değiştirmek istiyorsan geleceğin yer...
Niye Bodrum?
- Çünkü İstanbul’da hep kick boks yapmak istiyorum, burada istemiyorum. Çirkin buluyorum İstanbul’daki yaşam şartlarını. Kendime haksızlık olarak görüyorum. Pis hava solumak istemiyorum. Benim en büyük lüksüm, pahalı bir araba değil, temiz hava. Camı açtığım zaman, tertemiz çiçek kokusu gelsin. Orada vıcık vıcık her yer insan dolu, ben tenha olsun istiyorum. Kornalar çalıyor, her yer pis, kedilerin bacağı kopuk, bu tür şeyler görmek istemiyorum. Bıktım ben suratı asık, sinirli, gergin insanlardan. İstanbul benim için bu. Çok sinirli şoförler, her an kavgaya hazır insanlar, bezmiş kadınlar. Mutlu insanlar görmek istiyorum, sağlıklı sokak hayvanları, neşeli çocuklar. Burası öyle?
Herkesin 60’tan sonra yapmayı planladığı bir şeyden söz ediyorsunuz...
- Neden bunun için 60’a kadar beklemek gerekiyor anlamıyorum. Bodrum olması da şart değil, yeter ki sayfiye olsun. Tabii ki serbest meslek gerekir, düzenli işte çalışanlar ne yaparlar bilmiyorum. Ama buralardaki insanlar da boş oturmuyor.
İyi de aynı zamanda siz, meşhur Özlem Tekin’siniz, arada “Benim burada ne işim var!” dediğiniz olmuyor mu? Beyoğlu’nu, rock barları hiç mi özlemiyorsunuz?
- Katiyen. Ankara’dan İstanbul’a taşınınca, “Ay özlemiyor musun Ankara’yı” dediler. Hiç. Ankara bitmişti benim için. İstanbul’a geldim, artık orası da bitti. Ben geçmişte, gece gündüz o kadar gezdim, o kadar eğlendim ki, artık “Kalkayım da bir bara gideyim” aklımın ucundan bile geçmiyor. Bir şeyi zamanında yaparsan, içinde ukde kalmıyor.
Eşiniz Cem, sizin bilinenin aksine çok evcimen ve domestik olduğunuzu söyledi...
- Evet. Deri ceketle pizza almaya gider gibi duruyorum di mi? Yaparım, çok da yaptım. Ama ben aynı zamanda, çok domestik ve evcimenim, şahane yemekler yaparım.
Evcimen olmak, rock ruhunu çiziyor mu? Hani rock, yola getirilemeyen, eğilip bükülmeyen, düzene ayak uydurmayandır ya...
- Valla bizim tanıdığımız bütün rockçılar, evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Ozzy Osbourne’a bak, köpekler, çocuklar... Gençlikte olmaz belki, o zaman daha uçarı oluyor insan ama hayat hep aynı kalmıyor. Rock ruhu biçimde değil, özde. Yapabileceğim bir şey yok, ben hem pizzayı motosikletle alan kızım, hem de evde yemek yapmaya bayılan domestik kadın.
Bodrum’da başka neler yapıyorsunuz?
- Heykel, bonzai. Botanikle de uğraşıyorum. Bahçe üzerine bir sürü kitap okudum, denemeler yaptım. Bayağı kıvırıyorum. Yeni bitkiler ve sebzeler yetiştirmeye çalışıyoruz. Olmuyor, bir daha deniyoruz, sonuncusunda oluyor...
Bu adamı neden bu kadar çok seviyorsunuz?
- Enerjik bir tip. Çok da çalışkan. Biz hiç konuşmadan doğal bir iş bölümü gerçekleştirebiliyoruz. Hayatı paylaşıyoruz, birlikte eğleniyoruz, üretiyoruz, çoğalıyoruz. Bunlar bence aşk...
Beni tanımlayan sıfat Speedy Gonzales
Oyunculuk nereden çıktı?
- Kendiliğinden. Eğitimim yok. Tiyatro bölümünün önünden bile geçmemişimdir. Bir müzikal teklif ettiler, ‘Mucizeler Komedisi’, gerisi çorap söküğü gibi geldi.
İyi de neyine güvenir insan...
- Ben insanı yoran bir tipim, sürekli birilerinin taklidini yaparım, durmaksızın hikayeler anlatırım, anlatırken onların kılığına girerim. Meğer yeteneğim varmış da ben farkında değildim. İşin tuhafı, müzikten kazanamadığım parayı, oyunculuktan kazanıyorum. Ve şu anda oyunculuk daha itibarlı. Müzikte starlık da çökmeye başladı. İnternetten indirmelerden beri sektör çok kötü durumda. Müzik o kadar kolay erişilen ve tüketilen bir şey oldu ki, hiç üstünde durulmuyor, yeni biri mi çıktı, kimsenin umrumda bile değil. Özen kalmadı. Dinleyici de özenmiyor. Ama ben yine de albüm yaptım, yapacağım da, ama çok masraflı oluyor.
Bu son film...
- Nezih Ünen’in filmi, bitmek üzere. Bir buçuk aydır çekiyoruz, bir aşk filmi. Kendimi bir aşk filminde göreceğimi zannetmezdim. Ama güzel oluyor, müzikleri de harika.
Rolünüze ne kadar çalışırsınız?
- Çalışmam. Doğallığını kaybeder çünkü. Metodik şeylere pek inanmıyorum. Müzikte çalıştıkça daha iyi olursun ama oyunculukta öyle değil. Yönetmenle konuşuyorum, neler tasarladığını öğreniyorum, içgüdülerimle role dalıyorum.
Kendinizle dalga geçebilir misiniz?
- Geçerim. Hatta herkesten önce yakalamaya çalışırım gerzekliğimi. Biraz da yırtmak için tabii...
Sizi tanımlayan en önemli sıfat...
- Speedy Gonzales. Benden çok alırsan, overdose’dan gidersin, o yüzden azar azar alması karşımdaki için daha faydalı...
Kocanızın işi zormuş!
- Tabii, niye evlendim sanıyorsunuz!
Özlem Tekin mi? O da kim!
Hayvanları seviyorsunuz ama kendinize özgü yöntemlerle...
- Evet, evet. Vakıf, dernek işlerine asla girmiyorum. O yardımın, yerine ulaşacağından emin olamıyorum çünkü. Ben gözümle gördüğüm, kendi başıma yapabileceğim şeyleri tercih ediyorum. Sokakta yaralı bir kedi görürsün, veterinere götürür tedavi ettirirsin, alırsın bir köpeği kısırlaştırırsın, bugün bir buzağı gördüm mesela, köpekler saldırıyordu, aralarına almış oyun yapıyorlardı, onu kurtarırsın. Budur. Ben böyle şeyler yapıyorum. Yoksa şu bilmem ne vakfının, bilmem ne yararına yemeğine git. Gitmem.
Arada Özlem Tekin’liğinizden sıkılıp başka biri gibi davranmak istediğiniz oluyor mu?
- Özlem Tekin mi? O da kim?
Arabanı bile aşkla yıkayacaksın
Aşk ne ifade ediyor?
- Çok şey. Aşkla yapılan her şey, insanı zenginleştiriyor. Gerisi fasa fiso zaten. Bir şeyi yaparken, yaratırken, kollarken için titriyorsa, aşkla yapıyorsan tamamdır. Arabanı bile aşkla yıkayacaksın. O zaman yaşadığını hissediyorsun. İkili ilişkilerde de açık olacaksın ve korkmadan, çekinmeden yaşayacaksın. Aklı fazla işe karıştırmadan...
Aşk, her şeyi affeder mi?
- Gerçek aşk eder, etmeli zaten...
Paylaş