Bunların hepsi geçecek!

Ferzan Özpetek röportajı dünden devam ediyor...

Türkiye’de kalsaydınız...

- Kim bilir. Belki daha iyi bir şey olurdum...

"Lokal" mi kalırdınız?

-
Bu sorunun cevabını bilemem. Sadece şunu biliyorum: Evrenselliğe, lokalle ulaşıyorsun. Ben, evrensel olacağım diye İngilizce bir film yapmak istemem mesela. Bir Amerikan şirketi geldi Roma’ya, "Sizinle film yapalım" dediler, "İşte böyle bir roman var, hikaye şu..." Hay hay, her şey gayet iyi. Taa ki bunlar, "Oyuncular İngilizce konuşacaklar" diyene kadar. Ne saçma bir şey! Neden İngilizce konuşacaklar? Olay İtalya’da geçiyor, tabii ki, İtalyanca konuşacaklar. "Ee yok, bize uymuyor" dediler, "O zaman allahaısmarladık!"

İtalya’da ne kadar yaşadıktan sonra Türk olmanızın bir önemi kalmadı? Yani ne zaman milliyetiniz, bir "engel" teşkil etmez hale geldi...

-
O iş de karışık mesela... Bir türlü aşılamıyor. Bu da bazen beni yoruyor. Doğduğum ülkeden alabileceğim bir destek var, onu almıyorum. Başka bir ülkede yaşıyorum ama o ülkede de sürekli kendini ispatlaman gerekiyor...

Nasıl yani?

- Bir sürü yerde, İtalyan olarak kabul ediliyorum. Ya da "Türk asıllı İtalyan yönetmen." Fakat benim yaptığım bir filmin Oscar’a gönderilmesi söz konusu olunca, birdenbire "Türk yönetmen" oluveriyorum. Mesela Oscar filmleri için oylamaya gidiliyor, herkes "Karşı Pencere" diyor. Ama seçici kurulda solcu aydın bir hanım var, onun bir başkasıyla konuşmasına şahit oluyorum: "Ben Ferzan Öztepek’in filmini çok sevdim. Oscar’da ilk 5’e de girebilir. Ama o neticede bir Türk" diyor, "Ve ben, ne yazık ki ülkemi temsil etmesi için bizden olmayan bir yönetmenin filmini göndermeyi, kendime yediremiyorum." Anlatabiliyor muyum? Zor. Bunu aşmak çok zor.

Peki siz, kendinizi nereye ait hissediyorsunuz?

- Ben Doğu Roma’nın başkentinde doğdum, Batı Roma’nın başkentinde yaşıyorum. İkisine de aidim, ikisine de ait değilim. Ama mutlaka milliyetçi bir yanım var, Türkiye hakkında kötü bir laf söylendiği zaman, haklı olsalar bile, deliriyorum. Kendimi de şaşırtan, saçma sapan bir gururum var. Ben kendimi Osmanlı torunu filan gibi hissediyorum. "Benim DNA’larımda Osmanlı var" diyorum.

Ve sonunda başarı geliyor...

- Yooook. Öyle kolay gelmiyor!.. "Hamam" filmini yapmaya çalışıyorum. Her gittiğim kapı kapanıyor. Filmde hem Türkçe konuşuluyor hem İtalyanca. "Böyle yapma" diyorlar ama ben vazgeçmiyorum. Yönetmen yardımcısı olarak iyi para kazanıyorum, evim var, param var, güzel arkadaşlarım var, niye hayatı zorluyorsun? Sebebi yok işte, zorluyorum. Ancak 5 yıl sonra, filmi kendi istediğim gibi çekiyorum...

Kaç yaşındasınız o zaman?

- 36, 37. Çok da genç değildim. 5 haftada çekiyorum. İtalya’da montajını yapıyorum, ama dağıtım şirketi istemiyor. Hoppala! Venedik Film Festivali’nde gösteriliyor, "Bizim stilimiz değil" diyorlar. Berlin Film Festivali’nde gösterilecek, bir gazeteciyle konuşuyorum, "Siz film yapmasını bilmiyorsunuz. Bu filmden hiçbir şey anlaşılmıyor" diyor. Tabii moralim fena halde bozuluyor. Cannes’a "tanrı" olarak adlandırılan bir adam geliyor: Pierre Henri Delau. Herkes heyecan içinde. 60’a yakın İtalyan filmi seyrediyor, hiçbirini beğenmiyor, "Bu sene İtalya’dan film almayacağım" diye ayrılacakken, ona filmleri gösteren makinist, "Burada bir film var. Berlin için gönderdiler, bir Türk’ün filmi. Görmek ister misiniz?" diyor. Filmi takıyor; kader işte, diğer filmleri 10 dakikada durduran Pierr Hendi Delous, Hamam’ı sonuna kadar seyrediyor. Makinist, tık tık tık, onun ayak seslerini duyuyor, geliyor ve makiniste şöyle diyor: "Bu şirketin numarasını ver, bu film muhteşem!"

Siz peki o anda ne yapıyorsunuz?

- Ben intiharın eşiğinde bir adamım! Bir senedir film yapmıyorum, param yok. İçimden yönetmen yardımcılığına dönmek gelmiyor. Ama başka çarem de yok. Boktan bir komedi teklif etmişler, kabul etmem gerekecek. Ve birden, Cannes’den bir telefon geliyor: "Filminizi festivalde göstermek istiyoruz, onayınızı istiyoruz." Bu telefonun akşamına benim bütün hayatım değişiyor...

İtalyan sinemasını kurtaracak 3 yönetmenden biri olarak anılmak, Pedro Almadovar’la kıyaslanmak... Madonna’nın "Ben o adamın filminde oynamak isterim" demesi... Bunlar son derece tehlikeli şeyler. Kendinizi nasıl koruyorsunuz?

- İçimden hep şöyle diyorum: "Bu çok hoş, bundan şimdi zevk al. Ama yarın bu, olmayacak. Bu geçici, bu geçici, bu geçici..."

Peki yarına kalan ne?

- Yarına kalan sevgilimin bana gülümsemesi, beraber bir yere gitmemiz, güzel bir filmi birlikte seyretmemiz.... Yarına kalan arkadaşlarım, dostlarım, birlikte yemek pişirdiğim insanlar... Roma İmparatorluğu’nda beni çok etkileyen bir şey var: İktidarda olanların arabalarının arkasında bir iskelet var, bu tablolarda da resmedilmiş, diyelim ki Sezar bütün ihtişamıyla, alkışlar içinde şehre giriyor. O arabadaki iskelet, cılız bir sesle arkadan şöyle fısıldıyor: "Beni hatırla, beni hatırla..." Yani ölüm hep yanı başımızda, onu hiç unutmamak ve saçma sapan yanılgılara kapılmamak gerekiyor. Osmanlı’da da biliyorsunuz, padişahlar kefenlerini başlarında taşırmış...

Bilmiyordum.

- E öğrendin işte!

Peki en en önemli şey ne?

- Herkese göre değişir. Benim için sinema diyelim. Film çekmek, yemek pişirmek gibi bir şey. Pasta yapmak gibi. Çikolatasını fazla koyarsın, bir b..a benzemez. Aşk koyarsın, biraz daha iyi olur. Her şeyini tam koyarsın ama yine de iyi olmayabilir. Elinden geleni yapmışsındır ama yine de iyi olmamıştır filmin. Kabul edeceksin. Ve şunu bileceksin: En mühim şey, haz almak hayatta. Ne yapıyorsan, haz duyarak yapmak. Zaten aksi takdirde yaptığın o iş bir halta benzemez...

AŞKSIZ OLMAZ

Başrol oyuncunuza aşık olduğunuz ve filminizde bir başkasıyla seviştirmeye kıyamadığınız doğru mu?

- Evet. "Kutsal Yürek" döneminde Barbora ile ilişkimiz biraz öyleydi...

Mümkünse ona kimse dokunmasın...

- Kesinlikle. Hatta bırak sevişme sahnesini, Barbora’nın bir soyunma sahnesi vardı, insanların arasında yürüyor, bütün giysilerini çıkarıp onlara hediye ediyor. Bir ara göğüsleri çıplak olarak kaldı, figüranlardan bir tanesi "Memelerini yerim!" filan gibi bir şey söylemiş, ben duymadım ama Barbora’nın morali bozuldu. Bunu öğrenince o adamı yaka paça attırdım setten...

Makul bir açıklaması var mı bunun?

-Var tabii. Aşksız hiçbir şey olmaz. Ben yönetmenlerin oyuncularına aşık olmaları gerektiğine inanırım. Oyuncuyu yücelteceksin, en iyi taraflarını ortaya çıkartmalarını sağlayacaksın. Bir yerde yüzündeki ifadede ışık kötüyse, ertesi gün tekrar çekeceksin. Hani bir insanı sevdiğini hep korumak ister ya, başkaları onun hep en iyi taraflarını görsün ister ya, kimse onu incitmesin ister ya, o hesap...
Yazarın Tüm Yazıları