SICAK, TEMİZ VE SEKSİ NASIL OLUYORSA HEPSİSon zamanlarda seyrettiğim en iyi filmdi. Neden ya da kimin için ağladığımı hiç bilmiyorum. Ama boğazım düğümlendi, kendimi tutmaya çalışmama rağmen, başaramadım. Kendimle başa çıkamadım. Koyverdim, gitti. Ama bu röportajı yaptığım kişinin en önemli özelliği, kendisini kontrol edebiliyor olması. Çok açık görünmesine rağmen, çözülmesi kolay biri değil. Hayata karşı defansif bir duruşu var. Kendisi söylüyor. 4 milyon insanı ağlatabilecek bir güce sahip biri olmasına rağmen, bunu bir zafer gibi görmüyor, tam tersine bu olay onu rahatsız ediyor çünkü duygu sömürüsü yaptığının söylenmesinden korkuyor. Çağan Irmak’ın şimdiye kadar yaptıklarını saymaya gerek yok, hepsini zaten saniye saniye izlediniz. Ama yapacağı, daha doğusu yapmakta olduğu bir şeyi haber vermek boynumum borcu:
Kabuslar Evi. "Duyguların adamı" bu kez sizi ne güldürecek ne ağlatacak. Korkutacak. Fantastik bir korku dizisiyle. Kabuslar Evi Mayıs’ta başlayacak ve bizi ekrana kilitleyecek. Kibar, zarif, düşünceli, zeki ve son derece çekici biri Çağan Irmak. Kabuslar Evi’nin setinde görüştük. Ondan aklımda kalanı size anlatmazsam ölürüm, Çağan Irmak’ın en çok çay içişini sevdim. İnce belli bardağı bir erkek bu kadar güzel tutar. Öyle bir çevirip içişi var ki, şiir gibi. Gerçekten. Şiirsel bir yaklaşımla çay içiyor resmen. Eğer bütün Egeli erkekler böyle çay içiyorsa, yanmışız! Ya unutmuşum bir şey daha var, bir de gülüşü çok güzel. Sıcak, temiz ve seksi. Nasıl oluyorsa hepsi!
1970 yılında Seferihisar’da doğdunuz. Gerçekten çocukluğunuz "Babam ve Oğlum" filmindeki gibi bir çiftlikte mi geçti?- Evet. Kışları kasabanın içinde yaşardık, yazları da filmde gördüğünüze benzer kerpiç bir çiftliğe giderdik. Gerçi, biz oraya "çiftlik" değil, "bahçe" derdik. Yazları da "bahçe"ye gitmez, "göçerdik!"
Nasıl bir aileydi sizinki?- "Kasaba eşrafı" denir ya öyle. Eşraftan ve aydın insanlar. O bakımdan çok şanslıyım. Siyaset konuşulan, kitap okunan bir ev. Babam o zamanın belediye başkan yardımcısı ama aynı zamanda çiftçi. Annem ise ev hanımı ama aynı zamanda dönemin aktif CHP kadın kolu başkanlarından. Aslında kız meslek lisesi mezunu bir öğretmen. Bir kız kardeşim var. Fakat bu, sadece bizim çekirdek ailemiz. Yoksa, biz çoook kalabalığız...
Yani filmde izlediğimiz teyzeler, halalar sizin gerçek hayatınızda da var. Onları filme renk katsın, sinematografik öğe olsun diye kullanmadınız...- Olur mu? Hepsi var benim ailede. Ama sizin ailenizde de var. Çok bildiğimiz, bizden karakterler onlar. Belki o yüzden sıcak ve tanıdık geldi izleyenlere.
Peki filmin ne kadarı sizin hayatınızdı?- Filmdeki olay, birebir yaşanmadı. Ama söylüyorum, filmdeki bütün karakterler benim ailemden ve hálá Seferihisar’da yaşıyorlar. Gerçi, "bahçe"ye gitme adeti bir süredir ortadan kalktı. Zaman değişti, "bahçeye göçmek" demode oldu, artık denize yazlığa gidiliyor!
Kasabalı olmak... Bir çiftlikte büyümek... Nasıl kavramlar bunlar?- Mandalina, portakal, zeytin ve nar ağaçları arasında geçen bir çocukluk. Yalınayak, başı kabak, sümüklü çok ama çok güzel bir çocukluk. Hálá bazen rüyalarıma girer. Bir daha da hiç çocukluğumdaki kadar mutlu olmadım. Derler ya, "Mutluluk, sonradan hatırlanan bir şey, yaşarken fark etmezsiniz" diye, gerçekten öyleymiş...
Peki Egeli olmak?..- Müthiş bir şey. Çocukluğunuzdan beri bir sürü renk ve insan malzemesiyle donanıyorsunuz. Üstelik bütün bunlar siz farkında olmadan oluyor. Egeli olmak, özellikle kadın karakterleri tanımak açısından çok faydalı. Kadın karakterler, yaratıcılığınıza çok şey katıyor. Bir de kadınlar Türkçe’yi çok güzel kullanır Ege’de, çok renkli bir Türkçe’nin varlığını fark edersin onların dilinde...
Siz kamera gibi onları izler miydiniz?- Şimdi anlıyorum ki öyle yaparmışım. İzleyip, biriktirdiğim görüntüleri de cebimde saklarmışım meğer...
Gözünüzü kapatın, o çiftliğe, pardon "bahçe"ye dönün. Duyduğunuz sesler neler?- Ağustos böceklerinin sesini duyuyorum, hiç durmadan öten. Sonra bahçenin arkasındaki sulama havuzunun motorunun sesi geliyor kulağıma. Ve tabii mutfaktan gelen çığlıklarla karışık kadın sesleri. Bunların hepsi mutluluğun sesi...
Hálá gözünüz kapalı değil mi? Şimdi çocukluğunuzdan burnunuza gelen kokuları anlatın...- Tabii ki önce zeytinyağı kokusu. Sonra Trabzon hurması. Dedem, hurmaları ve greyfurtları, peçetelere sarıp bir odaya bırakırdı, onlar kışa kadar orada beklerdi. Hiç unutmuyorum o odanın kokusunu, mis gibi kokardı.
Dede nereli?- Girit göçmeni.
Girit’e hiç gittiniz mi? - İki yaz önce, sırt çantamı kaptım, gittim. Keçilerin arasında bir hafta tepindim. Dedemin babasının evini arıyorum. Ama bulamadım...
Neden?- E bizim aile biraz garip, herkes başka bir yer söylüyor! Anneannem başka bir yer, teyzem başka bir yer. Cep telefonuyla sürekli bunları arıyorum, "Sözünü ettiğiniz yerin Türkçe adı başka, Yunancası başka" diyorum, haritalara bakıyorum. Bulamadım ama araması bile eğlenceliydi...
Bütün bunlar... Giritli olmak, Egeli olmak nasıl bir fark yaratıyor insanın hayatında?- Bence insan karakterlerini bile kısmen coğrafya şekillendiriyor. Coşkuluysam -ki öyle olduğumu düşünüyorum- bunu biraz da Ege’de yetişmeme bağlıyorum. Çünkü Ege’de hayat da coşkulu yaşanır. Ege bir sürü farklı rengin, kokunun, bitkinin, meyvenin olduğu bir yerdir. Haliyle çok eğlencelidir Egeliler. Onlar düğünü de, ölümü de büyük coşkularla yaşarlar. Yaşadıklarını her an hissetmek isterler...
Bütün hayatı şehirde geçmiş bir adam, "Babam ve Oğlum" gibi bir film yapabilir miydi?- Bilmiyorum. Zannetmiyorum. Bence insanlar kendi bildikleri dünyanın filmini yapmalılar...
Nedir bu? Bir dönem filmi mi? 12 Eylül filmi mi? Bir Ege kasabası filmi mi? Yoksa bir baba- oğul hesaplaşması mı?- Önce şu konuda anlaşalım: "Bir 12 Eylül filmi" dersek yanılırız, yanlış yapmış oluruz. Çünkü 12 Eylül bu kadar kolay anlatılabilecek bir şey değil. Çok daha büyük bir araştırma yapmak lazım. Ben de zaten 12 Eylül filmi yaptığımı iddia edersem çok büyük terbiyesizlik yapmış olurum.
12 Eylül’le derdiniz nedir? Birebir yaşamış olamazsınız. Yaşınız bile yetmiyor...- Evet yetmiyor. Zaten ben 12 Eylül’ü anlattığımı da iddia etmiyorum ama derdim var. O yara beni çocukken etkilemişti. 12 Eylül’le ilgili sadece imgeler var kafamda. Babamın sorguya götürülüşü mesela. Kendi çapında dönemin hızlı politik insanlarından biriydi. Sonra yine bahçeye gidişimiz ve kitapları toprağa gömüşümüz aklıma geliyor. Evde bir telaş, Nazım Hikmet kitapları toplanıyor, annem onları alelacele Firdevs Nine’ye veriyor. Hemen torbalara koyuyoruz, götürüp bahçeye gömüyoruz...
Geldik Freudyen soruya: "Babam ve Oğlum" filmini yapmanıza neden olan, sizin de babanızla yaşadığınız bir hesaplaşma mı?- Alakası yok. Benim hiç sorunum olmadı babamla. Ama kimseye anlatamıyorum bunu. Nedense artık insanlarda baba problemi olan bir çocuk izlenimi bırakıyorum!
Peki nasıldı aranız babanızla?- Çok iyi. Ama gel de insanlara anlat. Filmi izlemiş bir psikolog Sabah Gazetesi’ne "Eminim Çağan Irmak’ın babasıyla ilgili hiçbir problemi yoktur" diye yazmış. Aradım ve isabetli gözlemlerinden dolayı kendisini tebrik ettim.
Babanız sevgisini gösterebilen bir adam mıydı?- Hayır. Her Türk babası gibi sevgisini gösteremezdi ama ben bilirdim ki, beni seviyor...
Yani onun tarafından onaylanmadığınızı hissettiğiniz filan olmadı...- Ih-ıh. Kurosawa’nın bir lafı vardır: "Yönetmenler ya çok sevdikleri ya da nefret ettikleri şeylerin filmini yaparlar" diye. Ben bu anlamda çok şanslıyım, çok mutlu bir baba oğul ilişkisi yaşadım. Bu filmleri de bunu yaşamayanlar için yapıyorum. Şunu söylemek istiyorum aslında: "Dikkat edin, bu hayatta ölüm de var. Hiç ölmeyecekmiş gibi davranmayın!" İşin bütün özeti bu. "Yol yakınken aklına başına topla, küsecek kadar uzun değil hayat..."
İyi ama hayatınız boyunca bir kere sarılmışsınız babanızla. Bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?- Açıklamıyorum ki. Tamam, öyleydi. Ama bunun altında deşecek hiçbir şey yok. İyi bir ilişkiydi bizimki.
Size daha fazla sarılsın istemez miydiniz?- Yooo, istemezdim.
"Bir gün ölecek ve ben kendimi onun cenazesinde bulacağım" diye düşünüp, üzüldüğünüz olmuyor muydu?- Hayır. Çünkü böyle bir problemim yoktu. O hep yanımdaydı. Aklıma bile gelmedi bir gün onu kaybedeceğim. Kaybettiğimi öğrendiğim anı ise hatırlamıyorum. Çok silik. Beynim tamamen silip atmış, çok büyük bir acıydı, kaldıramayacağım kadar büyük.
Neden öldü?- Kalp yetmezliği ama bence gerçek nedeni: Hayat onu yordu. Çok mücadeleci bir insandı, ülke için fazla savaştığı için, o kadar yükü kaldıramadı. Seferihisar için de çok çok çabaladı. Cenazesinde, hayatımda görmediğim kadar büyük bir kalabalığı gördüm.
Babanızın mezarına gider misiniz?- Elbette. Seferihisar’a her gittiğimde. Mezarında, "Yolun yolumuz, ışığın ışığımız olacaktır" yazar. Ben yazdım.
Babanızın başarılarınızı görmesini ister miydiniz?- Evet.
Babam ve Oğlum’u izlemiş olsaydı ağlar mıydı?- Şunu yapardı: "Olmuş bu!" derdi. Öyle çok duygusal şeyler söylemezdi. Öğrenciyken yaptığım filmleri izledi, "Tamam olmuş işte" dedi. Bunun için de öyle derdi
Gelecekteki çocuğunuzla kuracağınız ilişki üzerine düşünüyor musunuz?- Evet. Babamla kurduğum ilişki gibi olsun isterim.
ÊTamam, sizin babanızla hiçbir sorununuz yok...- Valla yok, olsa dükkan sizin. Söylemekten çekinmem!
DUYGU SÖMÜRÜSÜ YAPMIŞ DEMELERİNDEN KORKTUM
Biri "Çok ağladım" deyince, "Oleeeey! Bu benim için bir zaferdir" mi diyorsunuz yoksa üzülüyor musunuz?- Ne zaferi. İtiraf edeyim, bu ağlama meselesi beni biraz rahatsız etti...
Neden?- "Duygu sömürüsü yapmış!" diyeceklerinden korktum. Bir de gözyaşı perdesi, bazı şeyleri görmenizi etkileyebilir. Belki bir yıl sonra izlendiğinde, göz pınarları kuruduğunda, belki bir filmin zamanı geri getirebildiğini fark edecekler. Benim filmde en sevdiğim şeyi bir tek kişi söyledi, Işık Yenersu, "Ya" dedi, "O film makinesi, zamanı geri getirdi" dedi. O kadar hoşuma gitti ki.
Yani "İnsanların ağlamaları benim için zaferdir!" demediniz...- Asla. Tam tersine, çok korktum. Çünkü bizim gibi toplumlarda ağlamak utanç veriyor insanlara...
Olur mu canım, herkes pek memnundu yaptığınız filmi seyredip, böğür böğüre ağladığı için...- Valla bilemiyorum. Bana hep şunu söylediler: "Sen çok esprili bir adamsın. Komiksin. Neden bu kadar drama taktın? Sen şimdi bir komedi yap." Onu da yapacağım tabii. Ağlattığım insanları güldüreceğim.
4 MİLYON GİŞE YAPMAMIŞ GİBİ DAVRANIYORUM"Mustafa Hakkındaki Herşey"den sonra "Babam ve Oğlum’u sadece belli bir kesim izler" dediniz. Herkesin izleyeceğini tahmin mi edemediniz, önlem mi almak istediniz?- Film, herkesi haksız çıkardı. Bu konuda en geniş düşünen insan Şükrü Avşar’dı, yapımcımız, o bile "1 milyon kişi gelecek" diyordu. Gerçi 4 milyon kişinin bir filme gitmesi, onu başarılı yapmaz. "Mustafa Hakkında Herşey"i de sadece 80 bin kişinin izlemiş olması, onu başarısız yapmaz. Anlatabiliyor muyum?
Hayır.- Sinematografik anlamda düşündüğünüz zaman, gişe kriter değil. Ama çok insana ulaşmak tabii ki bir başarı...
"Babam ve Oğlum" sizin başyapıtınız mı?- Öyle olduğuna inanmak istemem. İnşallah değildir!
"Babam ve Oğlum’u geçemem!" diye düşünmüyorsunuz yani...- Deli miyim böyle bir yarışa gireyim? Hiç böyle şeyler düşünmüyorum.
Büyük duygular yaşıyorsunuz. Büyük başarılar, büyük kıskançlıklar... Kendinizi korumak için ne yapıyorsunuz?- Başarıydı, kıskançlıktı gibi şeylere kendimi kaptırırsam, ruh hastası olurum. Gerçeği söyleyeyim mi? Ben "Babam ve Oğlum" 4 milyon gişe yapmamış gibi davranıyorum!
AMCAMIN SİNEMASI OLMASAYDI BELKİ DE SİNEMACI OLMAYACAKTIM
Sinemayı seçmenizde, amcanızın sinema salonunun olmasının etkisi var mı?- Olmaz mı? Var tabii...
Amca nasıl bir tip? Ve neden sineması var? Ne alaka?- O yıllarda, bütün kasabalarda, hatta köylerde sinemalar vardı. Sözünü ettiğim yıllar, "asri zamanlar." Herkes, kendini geliştirmeye ve modern olmaya çalışıyor. Annemin genç kızlık fotoğraflarına bakıyorum da müthiş enstanteneler. Onların giymeye cesaret ettiği etekleri, bugün hiç kimse giyemiyor. Annem şöyle anlatıyor: "Bırak İzmir’i, bunları giyer, bizim kasabada gezerdik. Hiç kimse de dönüp bakmazdı." Bu nasıl bir şeydir? Annelerimizin giydiği kıyafetleri Türkiye’nin bazı yerlerinde bugün çocuklarımız giyemiyor. Yani Seferihisar’da o yıllarda sinema salonu gayet normal. İnsanlar için o zamanlar gazinoya gitmek, sinemaya gitmek, bir etkinlikte bulunmak, olmazsa olmaz şeyler. Çok büyük bir yaşam kalitesi varmış, şimdi öyle yaşamıyoruz. Herkes o yıllarda maaile sinemaya gidiyor. Amcamın sineması da doğal olarak dolup taşıyor. Cumartesi gündüz, askerlere ve öğrencilere oynuyor. Ben her an oradayım. Star Wars’lardan tutun da Jaws’lara, Türkan Şoray’lı filmlerden Hülya Koçyiğit’lere kadar her şeyi izliyorum. Ve bir gün Lütfü Akad’ın "Gelin" filmini izleyince birdenbire sinemacı olma fikri beliriyor zihnimde...
Sinemayla ilgili ilk hayaliniz, filmleri çeken adam olmak mıydı?- Hayır filmleri gösteren makinist olmak! Yönetmen nedir, nasıl bir şeydir, filmleri nasıl çeker, o ayrımları bilmiyordum. Ama sinema beni büyülüyordu...
Peki siz sinema okumak istediğinizi söyleyince, ailenizin tepkisi ne oldu? - Beni desteklediler...
Yani "Ziraat oku biz çiftçi aileyiz" filan demediler?- Hayır. Babam sadece "Hukuk okumayı düşünür müsün?" dedi. Sinema okumak istediğimi söyledim. Annem de babam da şunu söyledi: "Senin geleceğin, sen nasıl istersen. İstanbul’da başaramazsan dön, bu bahçe, bu ev senin. Ve unutma, oradakiler senden daha kıymetli değil!" İzmir’de sinema okudum, bitirdim. Ve bir gün "Ben yarın İstanbul’a gidiyorum" dedim. 21, 22 yaşındayım..
Ne yapmaya gidiyorsunuz!- Allah’ın izniyle yönetmen olacağım. Kalktık İstanbul’a geldik. Klasik hikaye: Yeşilçam’da kapı kapı dolaşarak iş istedim. Olmadı. Sonunda Canan Gerede’yi buldum, "X Yapım diye bir yer var, benim adımı ver ve çalışmaya başla" dedi. Onun sayesinde bana iş verdiler. Genç Indiana Jones Türkiye’de diye George Lucas’ın yapımcılığında bir yabancı prodüksiyonda çalışmaya başladım. İlk yönetmenim son Harry Potter filminin yönetmeni, Mike Newell. Şaka gibi değil mi? Ben tabii 5. asistan filanım. 92’den 98’e kadar debeleniyorum, kendime bir yol tutturmaya çalışıyorum...
Aileniz neden tedirgin?- Çocuğunu büyük şehre yollayan bütün anne ve babalar gibi, "Hayat, bu çocuğu hırpalar mı, üzer mi?" diye düşünüyorlar. Benim için endişeleniyorlar...
KAFAM KÖTÜLÜĞE ÇALIŞMAZ BENİM
Kafam kötülüğe çalışmaz benim. Kafam bir dolu şeye çalışmaz aslında. Kazandığım parayı nasıl kullanacağımı da bilmem. Öyle bir yeteneğim de yok. "Yapımcı ol, kendi filmlerini yap" diyorlar. O kadar uzak ki yapımcılık bana, "Mümkün değil" diyorum. Ticari bir kafam yok.
KENDİMİ SEVDİĞİMİ SÖYLEYEMEM
Kendinizi hangi sıfatlarla tanımlarsınız: Utangaç, alçakgönüllü, çekingen, şüpheci, mahcup, paranoyak, dikkatli, uyanık olmayan, çocuksu saflık barındıran...- Bu saydıklarınızın hepsi. Ben karmakarışık bir şeyim. Biraz komplike bir ruh hali. Ama kendimi sevdiğimi söyleyemem. Sebebi yok. Sormayın yani. Yaratılış. Hatta yüzümü bile bir hayli anlamsız buluyorum.
Kendi kendinizden yorulduğunuz oluyor mu?- Çok. Başkalarını yorduğum anda beni iyi tanıyanlar bilirler ki, aslında ben onları yormuyorum, benim meselem kendimle. Mesela, sette delirdiğim zaman yeni gelenleri uyarırlar: "Panik yapacak bir durum yok, 5 dakika sonra kendine gelir! Üstelik herkesten özür diler. Gör bak, ’Ya kusura bakma, sesim yükseldi’ der." Gerçekten öyle de yaparım.
Yani "Ben genç yetenek. Müthiş yönetmen!" diye ortalıkta dolanan biri değilsiniz!- Aman Allah korusun. Ben bu tür şeylerden ürkerim. O kadar ki, kendimle ilgili olumlu bir yazı da, olumsuz bir yazı da beni aynı şekilde korkutur. Tercihim, aslında varlık olarak hiç ortalarda olmamak. Mümkünse sadece filmlerim konuşulsun. Böyle bir derdim var.
Utangaç ve mahcup olduğunuz için mi? - Sadece o değil. Varlık olarak görünmek, filmlerinin doğru okunmasını etkileyebilir. Oysa, benim için hayattaki en önemli şeylerden biri bu: Filmlerimin doğru okunması...
STARLARDAN KORKUYORUM
Star oynatmamak bir tür meydan okuma mı?- Hiç değil. Ben biraz korkuyorum starlardan.
"Baş edemem, kontrol edemem, bunların abuk sabuk talepleri olur" diye mi?- Evet. Onlarsa bu konularda hiç tedirgin olmamam gerektiğini söylüyorlar.
Kedi gibi dolanıyorlar mı etrafınızda acaba bir filminde rol alabilir miyim diye.- Nerde? En çok reddedilen yönetmenlerden biri benim. Çok kişi oynamak istemedi benim filmlerimde.
Sizin Şener Şen’iniz Fikret Kuşkan mı?- Biraz öyle.
Kolayınıza mı gidiyor hep aynı insanlarla çalışmak?- Hayır. Şöyle bir şey: "Tekrar yolculuğa çıkıyorum. Ne dersiniz? Var mısınız? Hadi yine birlikte gidelim, sizsiz tadı olmaz..."
BENİ SARHOŞ GÖRMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR
Kontrollü bir tip misiniz?- Evet. Mesela sarhoş olmam. Beni sarhoş görmek mümkün değildir...
E bu çok övünülecek bir şey değil. Demek ki, bırakamıyorsunuz kendinizi?- Doğru, bırakmam. Tam anlamıyla defansif davranıyorum hayata karşı...
O zaman siz kimselere kolay kolay da güvenmiyorsunuzdur...- E zaten "Mustafa Hakkında Herşey"i de o yüzden yazmıştım. Bir güvensizlik filmiydi. Ama benim halimden bir şikayetim yok. Ben böyle bir adamım.
ÇOCUKKEN ŞİŞKOYDUM
Babam ve Oğlum filmindeki Ege kadar şeker ve yakışıklı bir çocuk mıydınız?- Şişmandım ben, çok şişman.
"Şişmandım" derken...- Bizim okul yokuştaydı, "Aman Çağan düşmesin, yoksa aşağı kadar yuvarlanır!" derlerdi. Doğru, o kadar şişmandım. Sonra lisede ergenlik dönemleriyle, kendimi beğendirmek filan önem kazandı, baskete başladım ve zayıfladım.
Ne tür ilgi alanlarınız vardı çocukken?- Bağlama çaldım, türkü söyledim, halk oyunları oynadım. Bir sürü yöreyi oynadık, hatta profesyonel oynadık, yarışmalara katıldık. Adıyaman, Zeybek, Ege, Dinar hepsini bilirim.
HAZIRLANIN!
DUYGULARIN YÖNETMENİ MAYIS’TA KORKUTACAK: KABUSLAR EVİÖLÜNCEYE KADAR EKİP
Çekirdek çintmek, gazoza leblebi doldurmak, yer yatakları, 80’lerin pikeleri, hastanenin kafeteryasındaki sürahi, eşyalar, Renault 12 Toros araba... Bütün bu ayrıntılar kimin beyninden çıkıyor? - Ben ayrıntıcıyım. Ama her şeyin üzerine yatamam. Çok iyi sanat yönetmenlerimiz ve prodüksiyon ekibimiz var. Hemen hemen aynı yaştayız. Ben onlara yaşadıklarını hatırlama fırsatı veriyorum, onlar da çok güzel hatırlıyorlar, filme ilave ediyoruz. Çok uzun zamandır birlikteyiz. Ölene kadar ekip durumları. Bin yıl filan dostluklar bizde. Bakmayın ekip dediğime, hepsi arkadaşım...