Paylaş
Fotoğrafları çeken Cem Talu’yla beni tanıdıkça ısınıyor, güveniyor. Bu adamın içinde bir sürü adam yaşıyor. Eve ilk geldiğindeki adamla, şimdiki farklı. şimdi, kendisiyle de bizimle de dalga geçiyor, espriler yapıyor, kırıp geçiriyor. ınanılmayacak kadar gerçek biri, anlattıkları da öyle. Ben hem ‘Yalan Dünya’daki Selahattin ve Ahmet’i hem de Olgun Şimşek’i çok sevdim. Öyle fotoğraflar çektik ki, yine bambaşka biri oldu. Her ne kadar yakışıklı ve karizmatik olduğunu kabul etmese de, bu defa da jön oldu...
* Hikâyen nerede başlıyor?
- Bursa, Orhaneli, Yenice köyü. Erzurum öğretmen okulundan mezun olan babamın tayini oraya çıkıyor. Bir dağ köyü. Mahrumiyet bölgesi. Kader ağlarını örüyor, babam, postane müdürünün kızına vuruluyor. Evleniyorlar, önce ben, 11 ay sonra da kız kardeşim doğuyor. Canım annem, boyum kısa diye hayat boyu kendini sorumlu tutuyor!
* Ne alâka?
- Hemen üzerime hamile kalmış ya, bana az süt verebilmiş. O yüzden beni bal, süt, yumurtayla besliyor. Ama bir türlü boyum uzamadı!
* Peki sen bunu dert ettin mi?
- Bir dönem ettim, “Boyum kısa diye kızlar benimle ilgilenmiyor. Benden bir şey olmaz!” dedim, sonra geçti o duygu.
* Baba nasıl bir kişilik?
- Kürt, Alevi. Annem Yörük, Türkmen. Kendimi bildim bileli, ailemin iki tarafında çatışma vardı. Babamın görevi nedeniyle Bursa’da, Afyon’da yaşadık. Oralarda, “Kürt, Alevi, kızılbaş, devrimci, komünist” diye kızıyorlardı bana, babamın memleketine gidince de, “Bursalı ne olacak, top!” diyorlardı. İki tarafa da yaranamayan bir çocuk olarak, bu ülkenin temel çelişkisini, daha küçükken iliklerimde hissettim.
* Kendini hatırladığında neredesin?
- Afyon, Dinar, Alparslan Köyü. ‘Çöl Ovası’ dedikleri yer.
* Tayin olduğunuz yerlerde, baban öğretmen diye itibar görüyorsunuz tabii...
- Yok, babam öyle bir adam değildi. Kimseye baş öğretmenlik yapmazdı. Dolayısıyla, bize de öğretmenin çocuğu olma ayrıcalığını tanımadı, iyi ki de tanımadı. Çok vicdanlıdır babam, ben de öyle olduğumu düşünüyorum.
* Nasıl bir çocuktun?
- Suskun, sakin, durgun. Fazla konuşmayan. Hatta bir ara, kulağım duymuyor mu acaba diye doktora bile götürdüler. Saçımı kesmişlerdi, sesimi çıkarmadan öylece duruyordum. Konuşma gereği hissetmiyordum.
* Sebep?
- Canım duymak istemeyince duymuyordum. Saçım kesildiği için küsmüş olabilirim, bir şeye kızmış da olabilirim. Her şeyi kendi içimde yaşıyordum. Yoksa kulaklarımda bir sorun yoktu. Duyuyordum ama duymuyordum. Saatlerce balık tutuyordum mesela. Kendine yeten, kendi dünyasında yaşayan yalnız bir çocuktum.
* Unutamadığın travmatik bir anı ya da sonsuza kadar uzanan bir mutluluk anı...
- Babam hep ‘komünist’ olarak yaftalanırdı, bu yüzden sürüldüğü de oldu. Evin çatısında birlikte kitap yaktığımızı ve ağladığımı hatırlıyorum. Onun dışında, müzik beni oyalayan bir şeydi. Türkü söylemek, enstrüman çalmak... Becerikliydim de, elime aldığım her müzik aletinden bir ses çıkarabiliyordum.
* Kız kardeşinle ilişkin...
- Beni çok severdi, “Etraftaki öfke, bu çocuğa da yansıdı. Bir günahı yok ama konuşmuyor, ondan suskun” diye herkese karşı beni korurdu.
HER ŞEYLE İLGİLİ BİR CÜMLEM YOK
* Hâlâ suskun bir tip misin?
- Çocukluğumdaki kadar değil. Ama hâlâ çok konuşkan biri değilim. Her şeyle ilgili bir cümlem yok. Yeri geldiğinde konuşuyorum, rolümde konuşuyorum, şimdi röportaj verdiğim için konuşuyorum.
* Ama çok gönüllü değilsin, boynuna çökmesem vermeyecektin röportajı!
- Evet, sık yaptığım bir şey değil. Ortalıkta olayım, işim dışında görüneyim gibi bir derdim yok.
* Peki ailenle geçirdiğin o dönemde, kim olmaya hazırlanıyordun? Nasıl hayallerin vardı? Neler biriktiriyordun?
- Valla ne biriktirdiysem şimdi onlar çıkıyor. O zamanlar oyunculuk diye bir şey bilmiyordum. Farkında olmadan taklitler yapıyor, şiirler okuyor, türküler söylüyordum. Bitmez tükenmez bir can sıkıntısı vardı bende.
* Peki, “Kapağı büyük şehre atayım, buralardan yırtayım, konservatuvara gireyim, müthiş bir oyuncu olayım…”
- İnsan o yıllarda kafasından tam neler geçirdiğini bilemiyor. Babam yıllar önce yazdığım bir şiiri verdi. Şaşırdım. Bir kıza çok aşıktım. Ama o, benden uzun ve yakışıklı bir arkadaşıma aşıktı. Beni değil, onu seviyordu. Ona yazdığım çocukça şiirin sonu, “Ama bir gün sanatçı olacaktı, o da benim peşimden koşacaktı Olgun, Olgun diye…” şeklinde bitiyor. Kim bilir belki de bugünlerin hayalini kuruyordum.
* “Ben buyum” dediğinde, kendini tanıyabildiğinde kaç yaşındaydın?
- Hâlâ kendimi tanıyabilme şerefine erişmiş değilim!
* Oyuncu olmaya karar verdiğinde...
- 17. O zaman konservatuvar sınavlarına girdim.
* Hocaların, yeteneğin karşısında etkilendiler mi?
- Yok canım. En fazla “Genç, küçük, sempatik bir hamur bu çocuk; yoğurabiliriz” diye düşünmüşlerdir. Kimse, “Vayy acayip yetenekli!” demedi. Zaten okulun ilk senesi sınıfta kaldım. İletişim sorunları yaşıyordum.
BEN CAHİLİM BANA YARDIM EDİN
* Neden?
- E İstanbul’a yeni gelmişim, müthiş bir kültür şoku. Parasızlık had safhada. Bir akrabamın yanında kalıyorum. Okula alışmaya çalışıyorum, “Hadi doğaçlama yapalım” deniyor, doğaçlama nedir bilmiyorum. Sahneye çıkanların ne yaptığına bakıp, durumu çakozlamaya çalışıyorum. Ama soramıyorum. Öyledir, soramayız biz. Her şeyi bilir gibi davranırız. Çünkü ayıp olur. Çünkü cahil zannederler. Halbuki ben, “Cahilim! Bana yardım edin!” diye bağırmak istiyordum.
* Şu anda o kadar iyi bir oyuncusun ki, seni konservatuvarın altın çocuklarından biri olarak hayal etmiştim...
- Nerede? Konservatuvar, “Ben nereden düştüm yahu buraya!” gibi bir duygu oluşturdu bende. İlk sene kendi kendime, “Köyüne geri dön, senden oyuncu olmaz!” dediğimi, Kadıköy iskelesinin orada hüngür hüngür ağladığımı hatırlıyorum.
* Kimler vardı seni döneminde?
- İlk eşim Şebnem Sönmez vardı. Sonra Berna Laçin, Erkan Can, bizden üst sınıfta Oktay Kaynarca. Ben girdiğimde Demet Akbağ ve Yasemin Yalçın yeni mezun olmuştu. El yordamıyla yaşadığım yıllardı. Elimde bir çanta, oradan oraya dolaşan bir adamdım. Üçüncü sınıfa kadar böyle devam etti, 23 yaşımda da evlendim.
ÇİĞLİK SEVMEM, KOLAY GÜVENMEM
* İnsanların ilgisi seni rahatsız ediyor mu?
- Çok değil. Zaten bana biraz mesafeli durduklarını hissediyorum.
* Belki de senden korkuyorlardır...
- Olabilir. Kişilik, biraz koku gibi, karşı tarafa geçiyor. Sınırlarımı korumayı severim. Üç dakikada enseye tokat olmam. Çiğlik sevmem. Kolay güvenmem.
* Ne oynasan ön plana çıkıyorsun. Genellikle de farklı kişileri canlandırıyorsun. Senin için o rolden o role girmek zor olmuyor mu, yormuyor mu?
- Fiziksel yorgunluğu oluyor. Daha doğrusu, zihinsel başlayan yorgunluk, bedensel yorgunluğa dönüşüyor. Mesela, boynunu geri çeken, kıçını arkaya atan, hafif yamuk basıp yürüyen Selahattin, bende omuz ve boyun problemleri yarattı.
* Yapma ya!
- Evet, fizik tedaviye gidiyorum. Boynumda fıtık var, ondan zannettim. “Bunun fıtıkla alâkası yok, olsa kolların uyuşurdu. Bu basbayağı, roldeki duruş bozukluğundan. Ben de öyle dursam, benim de her tarafım ağrır” dediler. Selahattin’in karakteri bozuk olduğu için, duruşu da bozuk! Beyefendi yüzünden tedavi görüyorum!
* Selahattin tiplemesi kimin fikriydi?
- Gülse, içgüveysi, üçkağıtçı, kadın ve para düşkünü bir karakter yaratmak istiyordu. O yazdı, ben de onu ayaklandırdım.
BİR SAPIK HAYRANIM OLDU
* Hiç sapık hayranın oldu mu?
- Bir gece evimin kapısında tanımadığım bir kız duruyordu. “Seni bekliyordum” dedi. Şaşırdım, “Nereden buldun adresimi?” dedim. “Buldum işte” dedi. “Benden ne istiyorsun?” dedim. “Biraz sohbet etmek” dedi. O aralar da Alacakaranlık’ta bir mafya babasının sapık oğlunu oynuyordum. Kadınlara nedense kötü adamlar çekici geliyor. Ayaküstü sohbet ettik. “E tamam tanıdın. Artık git istersen” dedim. İncitmemeye de çalışıyorum. “Gidecek yerim yok” dedi. İzmit’ten gelmiş…
* Eve mi aldın?
- Gecenin o saatinde başka ne yapsaydım? Küçücük de bir şeydi, 18-19 yaşlarında. Evde de sohbete devam ettik, “Arka odada uyursun” dedim…
* Yatmadınız değil mi?
- Yok canım.
* Aklından bile mi geçirmedin!
- Hayır. Zaten babacan tavrıma sinir oldu, beni sıkıcı buldu. O benimle değil, oynadığım karakterle ilgiliydi. “Kim bilir bana nasıl bir gece yaşatır?” diye düşünüyordu. Oysa ben düz bir adamım, vurdum kafayı yattım. Sabah
uyandığımda gitmişti.
OLGUN ŞİMŞEK, ‘OTURAN BOĞA’ TÜRÜ BİR KIZILDERİLİ İSMİ GİBİ HOŞUMA GİDİYOR
* Türkü söylerken Neşet Ertaş’la, oynarken de Şener Şen’le yan yana anılıyorsun. Bu durum sende nasıl bir duygu uyandırıyor?
- İnsanlar, mutlaka benzetecek bir şey arıyorlar. Bu onları rahat ettiriyor, ne diyeyim? Şener Abi’yle ismimin bir yerde beraber anılması bana ancak gurur verir. Çok sevdiğim ve örnek aldığım biri.
* Çok ölçülü bir halin var, bunun isminle alâkası olabilir mi? ‘Olgun’sun ya...
- Olabilir, isimler insanların karakterlerini de etkilermiş. “Büyümüş de küçülmüş” gibi derlerdi çocukken bana, ismim hep bir sorumluluk verdi. Babamın adı Kekil, Kürtçe bir isim. Türkler ona Kâmil demiş, o da Kamil ve Olgun arasında bir bağlantı kurmuş, o yüzden vermiş bana bu ismi. Olgun Şimşek, ‘Oturan Boğa’ türü bir Kızılderili ismi gibi, hoşuma gidiyor.
BİR SÜRÜ ŞEY YAPANLARIN BİR ŞEYİ DOĞRU DÜRÜST YAPABİLDİĞİNE İNANMIYORUM
* Popüler olmayı sevmiyorsun, öyle anlaşılıyor...
- Hayır, benimki popüler olmayı sevmemek değil, yaptığım iş zaten popüler olmayı gerektiriyor. Derdim bu değil. Popülerlik, içi boşaltılan kavramlardan biri haline geldi, bu canımı sıkıyor. Ben her dakika, bir şey yumurtlamak zorunda değilim. Evet, güzel şarkı söyleyebiliyorum, şiir yazabiliyorum, edebiyatla ilgilensem hikâye de yazabilirim. Ama bütün yeteneklerimi ortaya dökmeyi sevmiyorum.
* Ne bu? Her şeyi tasarruflu kullanmak mı?
- Hayır. Her şeyin satılık olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Buna direnmek. Popülerim diye her dakika ortalıkta olmak zorunda değilim. Zaten bir dizide rol alıyorum, bir de bunun üzerine, gazete gazete, program program dolaşıp, “Bakın, ben ne kadar yetenekli, ne kadar enteresan bir adamım. Bana hayran olacaksınız!” demek istemiyorum. Saçma geliyor. Tamam, şekilden şekle girmek, benim mesleğim ama “Hazır, kayıt” ya da “Motor” dedikleri zaman... Bunun dışında gerçek ve kendim olmak istiyorum. O yüzden de röportajlar ve televizyon programları umrumda değil, hüner sergilemeyi reddediyorum.
* İyi de bütün bunları yapmak, daha çok dolaşıma girmeni ve daha çok para kazanmanı sağlamıyor mu?
- Daha çok para istemiyorum ki ben!
* “Yeteri kadar kazanıyorum” mu diyorsun?
- Hayır, kazandığımla yetiniyorum diyorum! Daha çok para kazanmak zor değil bu ülkede, özellikle de komedi yapıyorsan. Ben kendime, “Ne yapacaksın o parayla?” diye soruyorum. O para için nelerden feragat etmem gerekiyor?
* Bir sürü insan var, çeşme akarken testiyi doldurmak istiyor. Televizyona program da yapıyor, reklam da çekiyor, şarkı da söylüyor, CD de çıkarıyor...
- Bir sürü şey yapan insanların, bir şeyi doğru dürüst yapabildiğine inanmıyorum. Ama bu benim görüşüm. Her şeyi yapmak istiyorsan ya gerçekten yapabildiğin bir şey yok ya da ne istediğini bilmiyorsun. Ben biliyorum, ben mesleğimi yapmak istiyorum.
YALAN DÜNYA BARCELONA GİBİ BİR TAKIM
* ‘Yalan Dünya’da herkes döktürüyor ve çok iyi performans sergiliyor...
- Evet, herkes çok hünerli ve yetenekli.
* Bu, bir oyuncu için eminim heyecan verici ama aynı zamanda müthiş bir rekabet ortamı.
- Öyle zannedilir ama değil. Tek başınıza bir performans sergilemiyorsanız, karşınızdaki ne kadar iyiyse, siz de o kadar iyi olursunuz. İyi bir futbol takımında oynamak nasıl haz veriyorsa, o hesap. ‘Yalan Dünya’ Barcelona gibi bir takım, sıkı bir ekip işi.
* Orçun ile aranda kimselere itiraf etmediğin bir kıskançlık oluyor mu? Hangimizin reytingi daha fazla diye...
- Yok canım, Bartu çok sevdiğim, güzel zamanlar geçirdiğim, eskiden beri yeteneğine, kafasına, zekasına inandığım biri arkadaşım.
* Seni çok beğenenler olduğu kadar, “Büyük ve abartarak oynuyor” diye eleştirenler de var.
- Abartabilmek, daha doğrusu mübalağa ederek oynamak, kolay değildir. Çok bıçak sırtıdır. Selahattin’i gerçekten inandırıcı oynasam, insanların seveceği bir karakter olmaz, iğrenç bir adam olur. Neticede kadın düşkünü, ego savaşçısı, kendi çıkarı için her şeyi yapabilecek bir kişilik. Ama Selahattin’in içinde bir çocuk da var, ben onu çıkarmaya çalışıyorum.
* Neden 90 dakika?
- Bu, Gülse’nin ya da bizim istediğimiz bir şey değil. Piyasa şartları böyle. Dünyada 25 dakika...
* Öne çıkan bir oyuncu olarak yeteri kadar takdir edildiğini düşünüyor musun?
- Valla, hiç umrumda değil. İster etsinler, ister etmesinler. Herkesin üzerine fikir yürütebileceği bir iş bu. Herkes ‘beğeniyorum, beğenmiyorum, iyi oyuncu, kötü oyuncu, güzel, çirkin, kısa boylu, uzun boylu…’ gibi yakıştırmalar yapabilir. Benim söyleyebileceğim tek şey, elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum.
* Sokakta birdenbire karşında bir kamera görünce ne yapıyorsun?
- Cevap vermiyorum, yürüyüp gidiyorum.
KAMUNUN MALI DEĞİLİM
* Bazıları, “Arkadaşlar sizi de anlıyorum. Siz de işinizi yapıyorsunuz!” diyorlar...
- Ben onlardan değilim. Gecenin bir vakti evime giderken önüme bir kamera çıkmışsa, sevimli olamıyorum. Bunun bahanesi de, “Ama siz kamuya mâl olmuş birisiniz!” olamaz. Ben kimsenin malı değilim. Mal değilim bir kere! İnsanlar beni tanıyor diye de, gecenin bir vakti saçma sapan soru soranları yanıtlamam gerekmiyor. “İşimi yapıyorum” demek de yeterli değil. Bu resmen taciz.
* Kafan her zaman net midir? Karıştığı olmaz mı?
- Oooo, benim kafam her zaman karışıktır. Ama netlemem gerektiği zamanlarda, netlik ayarını becerebiliyorum.
* Karın senin bütün kafa karışıklığını anlıyor mu?
- Zeynep beni iyi anlıyor, ben de onu anladığımı düşünüyorum. O yüzden birlikteyiz.
* Kadınlar seni karizmatik ve yakışıklı buluyor. Onlara hak veriyor musun?
- Valla, acıyorum böyle düşünenlere! Daha başka yerlerde şanslarını deneyebilirler.
* Hangi takımı tutuyorsun?
- Fenerbahçeliyim. Ama koyu değil. En son Fenerbahçe-Galatasaray maçını izlemedim bile, Selimiye’de balık tutuyordum. Karı-koca en sevdiğimiz şeylerin başında seyahat etmek geliyor. Biz ikimiz çeker gideriz.
Paylaş