Bördübet'in hikayesi

Herkesin ve her yerin bir hikayesi var elbet. Ama bazıları bu konuda cimri. Anlatmıyor. Kendi kişisel tarihlerini oluşturan hikayeleri, onları üzen ya da mutlu eden şeyleri paylaşmak istemiyor.

‘‘Özel hayat’’ diyor.

‘‘Mahremiyet’’ diyor.

Korkuyor.

İncinmekten ve incitilmekten.

Güvenmiyor.

Susuyor...

Yani onları da anlıyorum ama...

Ben konuşanları, kafasının arkasındakileri anlatanları seviyorum.

Atla ya denize...

Belki de boğulmazsın!

*

O zaman ne oluyor?

Yani cesaret edince, kendini olduğun gibi bir başkasına gösterince, karşındaki de hıyar değil ya, o da öyle yapıyor. Karşılıklı soyunuyorsun. Kabuklarını, maskelerini, örtülerini bir tarafa koyuyorsun. Çıplak kalıyorsun. Güzel değil mi bu? İyi değil mi bu? Numara filan kalmıyor. Kalsa da az kalıyor. Üstelik karşılıklı açıldıkça, birbirinin içine ‘‘cup’’ diye daldıkça, algı değişiyor, bakış açısı değişiyor...

Tuhaf ama hikayesini öğrendiğim bir insan, bir yer artık bana farklı görünüyor.

Benden sayıyorum, kendimden sayıyorum.

Bördübet örneğinde olduğu gibi.

*

Küçük Otel'lerin en güzellerinden biri Bördübet.

Gökova'da.

Datça'ya yarım saat uzaklıkta.

22 odalı gerçekten mis gibi bir yer. ‘‘Bali'ye filan mı geldik?’’ oluyorsun. Koca koca palmiyelerin ve çok geniş bir arazinin ortasında. Yeşilliğin bini bir para. Hamaklar, salıncaklar, ahşap şezlonglar, gelsin kavunlu-karpuzlu margaritalar... Ördekler, kuşlar, balıklar, neredeymiş o kaplumbağalar... Aklını, toprağa, arazinin ortasından geçen dereye bırakıyorsun. Sonra tamamen akılsız (ama duygulu!) biri olarak bir sala biniyorsun Azmak deresini aşarak, sazlıkların arasından açık denize varıyorsun. On dakika sonra özel bir adadasın. Cup deniz. Şahane bir çipura. Onunla yüzmüyorsun, onu yiyorsun! Ellerin, parmakların balık kokuyor, aldırmıyorsun. Şnorkelle Gökova körfezinin dibine bakıyorsun. Belki de sevgilinin bacaklarına! Bütün bu doğallığına rağmen şık bir yer Bördübet. Butik bir otel yani. 20 personel çalışıyor. Neredeyse her odaya bir kişi düşüyor, haliyle servis şahane. Gak desen, etrafında birileri pervane. Gerçekten bir dediğin iki edilmiyor. Ama kimse seni cennette rahatsız da etmiyor! Hiç sevmem vıcık vıcık personeli. Öyle değiller yani. Orada ağaçlarla filan konuşmaya başlıyorsun. İşin seninle, senin işinle alakan kalmıyor. Boşuna değil, insanlar dünyanın dört bir yerinden (özellikle İngilizler) aylar öncesinden rezervasyon yaptırıp Bördübet'e geliyor...

Şimdi buraya kadar anlattıklarım bence Bördübet'in ‘‘hikayesi’’ değil!

Size ‘‘Efendim İngilizler bu bölgeye ‘kuş yatağı' anlamına gelen ‘birds bed' demişler, zamanla yöre halkı tarafından da bu kelime ‘bördübet' olarak telafuz edilmiş, ismi buradan geliyor yani’’ desem, kaç yazar?

Benim için bu tür bilgiler de ‘‘hikaye’’ değil! Açarsın kitabı okursun.

Ama Bördübet'in sahibi Şebnem Uyar'ın hikayesini bir kitapta nah bulursun!

*

Şebnem Uyar, tanıyabileceğiniz en sade ve şık kadınlardan.

Sahip olduğu otel gibi o da inceden ve derinden gidenlerden.

Kişiliğinde hiçbir şeyin altı çizili değil.

Bir kere kadın abartılı bir tip değil.

Ve Şebnem'in çizgisi bütün o mekana yansımış.

Yani önce onu, sonra Bördübet'i tanımak lazım.

Onu tanımadan Bördübet'i anlayamazsın ki!

Avusturya Lisesi mezunu Şebnem.

Viyana
'da reklamcılık okuyor.

Üç yıl kadar reklamcılık yaptıktan sonra da eşi Sedat'la tanışıyor. Sedat bir iş adamı. Yatırımcı, müteşebbis biri. Ama otelcilik okumuş, günün birinde turizmle uğraşmak istiyor, şu an bu ailenin Goldenkey Bodrum-Hisarönü ve Bördübet olmak üzere üç oteli var.

Ama bu da değil ‘‘hikaye’’.

Hikaye, Şebnem'in çocuk yapmak istemesiyle başlıyor.

Deli gibi istiyor.

Dört kez hamile de kalıyor ama bir şekilde o bebekler hep ölü doğuyor.

Bir kadının başına gelebilecek en fena şey olsa gerek.

Perişan oluyor.

Gitmediği ülke, başvurmadığı doktor kalmıyor.

Hatta Amerika'da dördüncü çocuğuna ait küçük bir tabut tutuşturuyorlar eline, içinde 8 aylık bebeğinin poloroid fotoğrafları, yandan ve önden görünüşü, saçı filan var. Bana sormayın Amerikalılar neden böyle bir şey yapmış, yapmışlar işte. Tabii bütün bunlar onun ruhen dibe vurmasına sebep oluyor. İşte o aralar eşi Sedat, Bördübet'i alıyor, belki Şebnem otelle meşgul olur da, acısı biraz olsun diner diye...

O Bördübet'te yaralarını sarmaya çalışırken, aynen filimlerde olduğu gibi günün birinde esrarengiz biri geliyor otele, bilge görünüşlü, yaşlıca biri. Otele giriş yapmasıyla çıkması bir oluyor. Yani sadece bir gün kalıyor. Ve Şebnem'i hiç tanımadan şöyle diyor:

- Burası pozitif enerji veren bir yer. Sakın ayrılma bir yerlere. Şu koca ağaçlara sarıl ve iyi şeyler düşün. Yakında bir oğlun olacak...

*

Ali şahane bir velet.

Felfecir okuyan gözleri var.

Annesinin siyah saçlarını yüzüne sürmeden, eline dolamadan, ondan bir hikaye dinlemeden uyumayı reddediyor.

Elif Su ise bir afet.

Gözleri Hülya Avşar'a taş çıkarır.

Allah ikisini de annesine babasına bağışlasın!

İşte benim ‘‘hikaye’’den kastettiğim buydu.

Bördübet gerçekten pozitif bir yer.

Ama ben hamile değilim.

Henüz...


GEREKLİ AMA


MANASIZ


BİR AÇIKLAMA


Ben lezbiyen değilim. Bu cümleye ne ‘‘iyi ki’’ ekleyebilirim ne de ‘‘ne yazık ki’’. Sadece değilim. Bu benim tercihim ve ben düzcinselim. Oysa çarşamba yazısı üzerine, desteklemek için ya da küfretmek için bir sürü lezbiyen olduğumu zanneden mail geldi. Bağrına basanlar, yurt dışında yaşamaya davet edenler, seni çok iyi anlıyorum gizlemek çok zor değil mi diyenler, açıklama cesaretini gösterdiğim için beni tebrik edenler ya da ar damarımın çatladığını ilan edenler, beni haritadan, defterden silenler, patronlarıma işten atılmamı tavsiye edenler ve bunun gibi akıl almaz bir sürü tepki. Ne var ki, ben o yazıda özellikle ‘‘hamiş’’ koyarak anlatılanların benim değil Vera adlı bir kadının öyküsü olduğunu belirtmiştim. Bazıları bu açıklamayı okusa bile, dikkate almak istemiyor nedense. Ama bütün bunları tartışmak boşuna. Gerçek şudur: Siz beni ne olarak düşünüyorsanız ben oyum! Zaten sizin ne düşüneceğinizi ben tayin edemem. Sadece bilmenizde fayda görüyorum, ben de sizin için iyi ya da kötü şeyler düşünebilirim!


Gazetecilerimizin aşka bakışı değişti


Dikkat... Dikkat...

Gazetecilerimizin aşka bakışında ani bir değişim oldu.

180 derece döndüler.

Lütfen kemerlerinizi bağlayın. Allah korusun siyasi konjonktür gereği yine hava boşluğuna düşebilirler, sıkı bir manevrayla belden aşağıya vurabilirler ve siz ‘‘Ah başım!’’ demeye kalmadan, bir gök taşı gibi size de çarpabilirler.

*

Ben mi yanılıyorum? Yoksa yanlış mı anımsıyorum? Bildiğim kadarıyla sürmenaj geçirmedim. Kimbilir belki de Simi güneşi beynime geçti!

Ben söylüyorum, tatile gitmek bana hiç iyi gelmiyor. Döndüğümde aydınlanıyorum... Acilen bu işleri bırakıp bir pastacıda filan çalışmak istiyorum. Bu işte bir yanlış var ama nerede?

Biz Şükrü Sina Gürel'i insan olarak beğenmiyor muyduk arkadaşlar?

Daha iki gün önce yaşadığı ilişkiyi saklamadığı, gizlemediği ve seviyorum dediği için ona acayip prim vermiyor muyduk? Onu bir tür kahraman ilan etmiyor muyduk? Nerdeee böyle erkekler demiyor muyduk?

*

Peki şimdi ne oldu?

Hangi dağda kurt öldü?

O artık ‘‘tu-ku-ka’’.

‘‘Aşkını saklamayan adam’’ üç günde nasıl olur da küt diye ‘‘yasak aşkın kahramanı’’na dönüşür?

O meğer bir başkasının karısını elinden almış. Evliyken bir başkasına aşık olmuş, boşanmış onunla beraber olmuş.

Ayıptır, yazıktır...

Hem karısını hem sevgilisini idare etseymiş ya...

Çevreye daha az zarar verirmiş!

Zaten baştan beri medyanın onu yemek yerine, takdir etmesini garipsemiştim.

Genelde bu tür vakaları desteklemek bazılarının işine gelmez de.

Ee çünkü kötü örnek olur Şükrü Sina Gürel gibiler.

Şimdi tekrar ona saldırmaya başlanınca rahatladım.

Oh be yanılmamışım dedim.

*

İyi de mesele elma ve armutlar...

Sizce biz iki şeyi birbirine karıştırmıyor muyuz?

Şükrü Sina Gürel'in politik görüşleri bir yana, özel hayatı bir yana. Onun Ecevit'i desteklemesine kızıyor olabilirsin. Ben de kızıyorum. DSP'deki Avrupa harekatını bastırma müdürü olmasına gıcık olabilirsin. Ben de oluyorum. Çünkü ben de bir an önce AB'ye girmek istiyorum ve Ecevit'in çekilmesini arzu ediyorum.

Ama bütün bunlar elma...

Şükrü Sina Gürel'in eşinin eski kocasını konuşturup yok ilişkileri ne zaman başlamışmış, birbirlerine gizli gizli mesajlar atarlarmış bunları ortalığa dökmek ise armut.

Ayıp bu.

Bunun adı belden aşağıya vurmak.

Ortalama ahlak anlayışından alkış alacaksın diye bir adamın kredibiletisini aklınca harcamak.

Onu yıpratmak...

Yani üzülüyorum böyle şeylere.

Hele tatilden sonra yanık tenle hiç kaldıramıyorum!

HAMİŞ: Sarı kafa Pakize'ye not: İki gün önce bu meseleyi ‘‘toplumun iki yüzlü ahlak anlayışı’’ olarak gündeme getirdin. Helal olsun sana. Ben de ‘‘gazetecilerin iki yüzlü ahlak anlayışı’’ olarak ele almak istedim. Öptüm.
Yazarın Tüm Yazıları