Bir kadın cami dekorasyonu yapıyor

Bugüne kadar camilerde kadınların bulunduğu bölümlere hiç özen gösterilmemiş.

Biz farklı bir şey yapıyoruz, kadınları yok etmek ister gibi tamamen kapalı olan bölümleri estetik hale getiriyoruz. Balkonların önü açık oluyor, korkuluklar estetik dizaynlardan oluşuyor. Merdiven korkulukları ve balkon trabzanları hat sanatlarından esinleniyor. Beğeneceksiniz...

Otomobilinin tavanı cam, "sunroof"u var ve hep bu tür arabaları tercih ediyor. Çünkü o zaman yolda giderken bile evlere, binalara, yapılara bakabiliyor. Hangisi restore edilebilir, hangisinden ne yapılabilir, hangisi nasıl farklılaştırılabilir? Bence önemli bir görevi var: Dünyayı güzelleştirmek. Gelişmiş bir estetik duygusu ve gözü var. Şanslı /images/100/0x0/55ea0f06f018fbb8f8686ca4bir ortama doğmuş, ama o da boş durmamış kendini geliştirmiş. İyi bir tasarımcı Zeynep Fadıllıoğlu. Nev-i şahsına münhasır bir tasarımcı. Onun yaptığı işi şak diye tanırsınız, hemen ayırt edersiniz. Orijinal ve kendine özgü. Zaten bir sürü de ödül almış. En önemlisi, 2002’de, tasarımın Oscar’ı sayılan Andrew Martin İç Mimarlık Yarışması’nda, en iyi tasarımcı seçilmiş olması. Eşi Metin Fadıllıoğlu’nun Şamdan 29’ları da onun eseri, Beymen Brasserie de, Les Ottomans da... Benim onda sevdiğim şey, İstanbul’u görüyorum her yaptığı şeyde ya da görmek istediğim, olmasını hayal ettiğim İstanbul’u. Zengin ve derin bir kültür... Bir sürü şey bir arada iç içe... Osmanlı. Bizans. Selçuklu... Olmayacak şeyleri bir araya getiriyor. Bence müthiş işlere imza atıyor. Büyükdere’de oturduğu eve de bayıldım. İzbe bir yapıdan şahane bir yaşam alanı yaratmış. Onun mekanları bende bir kadeh şarap alıp kitap okuma isteği uyandırıyor ya da yazı yazma isteği. Herkes gitsin ve ben yazı yazayım... Ve hazır olun, şimdi de haber geliyor. Zeynep Fadıllıoğlu Karacaahmet’te bir cami tasarlıyor. İlk defa bir kadın böyle bir işe kalkışıyor. Camiyi Semiha Şakir’in İngiltere’de yaşayan çocukları Ghassan, Gazi ve Gade yaptırıyor. Semiha Şakir, Zeynep Fadıllıoğlu’nun annesinin halası. Daha önce de Şakir’in çocuklarının Üsküdar’daki ve Londra’daki evlerini tasarlamış. Camiyi yaptırmaya karar verdiklerinde iç dekorasyonunun da Zeynep Fadıllıoğlu tarafından gerçekleştirilmesini istemişler. Seve seve kabul etmiş işi, 18 kişilik ekibiyle. O ekipte Orhan Kocan, Kadir Akorak ve Prof. Tayfun Erdoğmuş da var. Caminin bahçesinde bir de müze olacak.

Karacaahmet’teki cami nasıl gidiyor?

- Mayısta bitiriyoruz. Semiha Şakir’in İngiltere’de yaşayan çocukları Ghassan, Gazi ve Gade yaptırıyor bu camiyi. Adı Şakirin Cami. Şakirin, Arapça, "müteşekkir" anlamına geliyor. Dışını Yüksek Mimar Hüsrev Tayla yaptı, içini ise ben tasarlıyorum. Şakir Ailesi estetik yönde farklılaşmamızı istedi. Gözleri gelişmiş bir aile. Farklı ve hoş bir şey çıksın istiyoruz. Rafine, sade ve modern bir cami olması için uğraşıyoruz.

Bizim ülkemizde genellikle işin profesyonelleri cami tasarlamaz...

- Evet, onu bırakın, camileri mimarlar yapmıyor, genelde kalfalar, taş ustaları yapıyor. O yüzden genellikle minarelerin kubbelere oranı bozuk. Cumhuriyet sonrasında güzel sayılabilecek çok az cami var. Kıymetli mimarlara cami teklif eden yok. Dua edilmeye gidilecek yerin estetik olması gerekmez mi? Şakirin Camii İslam’a yaraşır, estetik, derinlikli bir ibadethane olacak. En yüksek minareyi, en büyük kubbeyi yapmanın, altına otopark ve alışveriş merkezi dikmenin marifet sayıldığı bugünlerde, eski güzel günlerin, mütevazı, içten, insana değer veren, huzur dolu ibadethanelerinin yapılabileceğini göstereceğiz. Modern bir yapı olacak. Ama herkesin kullanacağı bir cami. Kimsenin anlayışına ters düşmeyecek...

MÜŞTERİN KADAR İYİ OLABİLİRSİN

Bir insan kendi evini tasarlayacaksa nelere dikkat etmeli?


- Bir iki şeyi iyi yapmak, gerisini sade bırakmak, her şey vasat yapmaktan daha iyi. Neresi sorunluysa oraya eğilmek gerekiyor. Camlara iyi bir perde giydirilebilir. Ahşaba meraklıysa güzel bir pencere yapılabilir. Tekstil seviyorsa, kanepelerin üzerine güzel bir kumaş atılabilir. Bana sorarsanız en mühimi ışık ve tekstil. Tabii tavan yüksekliği de önemli. Çünkü yüksek tavanlı bir mekana ne koysanız güzel görünüyor.

Diyelim ki, siz bir mekanı teslim ettiniz. Daha sonra orayı tamamen başka bir hale getirenler çıkıyor mu?

- Bir tane oldu. Değişik devirlerden 250 antika getirip o mekana yığmış, felaket olmuş, tabii ki etrafta orayı ben tasarlamıştım demiyorum. Allah’tan çok fazla böyle örnek yok. Müşterin kadar iyi olabilirsin diye bir laf vardır, çok doğru...

Tasarım konusunda yanlış ülkede doğduğunuza dair bir inancınız var mı?

- Hayır, tam tersine. Benim beslendiğim yer burası, o kadar çok kültür bir arada ki. Bir mozaik kültürü var mesela, olağanüstü. Ben bu topraklarda yaşamış bütün kültürlerden esinleniyorum. Bizans, Anadolu, Osmanlı, Selçuk... Ama esas olarak yaptığım işi İstanbul kültürünün ortaya çıkışı olarak tanımlayabilirim...

Peki gelişme ve uygulama açısından yanlış ülkedeyim dediğiniz oluyor mu?

- Bak o oluyor. Beslenme açısından elverişli bir ülke. Ama ortaya çıkarma açısından çok zor. Tasarımı olmayan bir ülkenin ayakta durması çok zor. Bizde de bu tür şeyler teşvik edilmiyor. Biz iki alanda çok büyük ödül aldık. 2002’de Andrew Martin İç Mimarlık Yarışması’nda "En İyi Tasarımcı" seçildim. 2004’te yine aynı yarışmada finale kaldım. Londra’da Metin Fadıllıoğlu, Güler Sabancı ve Cem Boyner’in ortak işlettikleri Çintemani Restoran’ın iç dizaynını yapmıştım. Bu dizaynla da ödül almıştım.

KİMLERİ SEVİYORUM

Autoban’ın yaptığı birçok şeyi seviyorum. House Cafe’leri onlar yapıyor mesela. Geçen sene 29’u da onlar yaptı. Farklı ve yaratıcılar. Mimar olarak da Hakan Ezer’i, Nevzat Sayın’ı, Han Tümertekin’i ve Mehmet Konuralp’i beğeniyorum. Daha bir sürü isim var bu alanda çok başarılı olan... Yeni binalardan çok azını beğeniyorum. Santral İstanbul güzel. Buna karşılık eskiler, olağanüstü. Rahmi Koç’un yalısı mesela, nefes kesici. Ayşegül Nadir’in bir zamanlar oturduğu Sadullah Paşa Yalısı da öyle.

Yalıdan yalıya yüzen mutlu çocuklardık

Estetik ve tasarımla içli dışlı olacağınız çocukluğunuzdan da belli miydi?

- Belliymiş demek ki ama insan yaşarken fark edemiyor. Çocukluğum olağanüstü bir evde geçti, müthiş güzeldi. Yeniköy’deki Balyan Yalısı. Biliyorsunuz, Dolmabahçe ve Beylerbeyi saraylarını inşa edenler de onlar, Balyan ailesi. Son derece kıymetli binalar yapmışlar. Biri de bu yalı. Dört katlı, sıradışı estetik bir yer, tavanlar 7 metre. Bir sürü oda... Maaile birlikte yaşardık. Beş kuzen birlikte büyüdük biz.

Neşeli ve kalabalık bir çocukluk...

- Hem de nasıl. Kardeş gibiydik kuzenlerle. Rıfat Özbek de kuzenlerimden biriydi. Yalıdan yalıya yüzüp duran mutlu çocuklardık. Birbiriyle yakın ahbap 14-15 yalı vardı. Bizim ev de daima hareketliydi, hiç bitmeyen bir parti havası. Annem de babam da iyi yaşamayı, iyi giyinmeyi severlerdi. Annem Robert Kolej’den, babam Berlin Üniversitesi’ndendi, ekonomi doktorası yapmıştı.

Yalının nüfusu ne kadar?

- Dokuz kişi filanız. Her aile kendine ait bölümde yaşıyor. Hem birlikteyiz hem değiliz. Bir de annemleri büyüten bir hanım vardı evde, bir Macar asilzadesi, sefarete sığınmış, dedem haline üzülmüş, "Bizimle yaşar mısınız?" diye sorduğu günden bu yana bizimle olmuş, yarı anneannemiz gibiydi. Bir de Alman dadımız vardı.

Epeyce varlıklı bir hayat yani...

- Evet varlıklı ama o dönemde varlık kimsenin gözüne sokulmazdı. Şaşaalı bir yalıda oturuyorduk ama mahalledeki devlet okuluna gidiyorduk. Yeniköy sakinleriyle iç içeydik. Genç çocuklar kayıklarla gelir, rıhtımlara çıkıp otururlardı. Bütün eğlencemiz açıkhava sineması ve Zeynel dondurmacısıydı. Ah o yalılar! Öyle güzellerdi ki! Hanzade ve Neslişah sultanların oturduğu yalı mesela. Hepsi eski orijinal hallerindeydi. Bozulmamış halleri, renkleri, ahşap oymalarındaki zarafet büyülerdi beni.

O zaman da ilgileniyormuşsunuz demek ki...

- Demek ki ilgileniyormuşum. Şimdi gözümü kapattığımda her detayına kadar hatırlıyorum. Bir de annemle teyzem antikacılara götürürlerdi beni. Kahvaltı sofrası için küçük parçalar alırlardı. Dedemin Avrupa sanatı üzerine ciddi bir koleksiyonu vardı, eniştemin evindeyse daha ziyade Türk parçalar bulunurdu. Ben bitpazarlarını gezmeyi severdim çünkü mücevher yapardım kendime. "Arman ve Edmon" diye bir yer vardı Kapalıçarşı’da, onlarda bulduğum parçalardan mücevher üretirdim.

Pardon bunları yaparken yaş kaç?

- Tam adamına sordunuz. Ben kendimi hep 20 zannettiğimden yaş sorulacak en son insanım! Herhalde 13-14 yaşındaydım. Modern resim toplamaya da o yaşlarda başladım. Rasin alırdım, Nuri İyem alırdım...

Eğitim?

- Şimdi bu anlattıklarıma bakılırsa sanat okumuş olmam lazım değil mi? Tam tersine matematik meraklısıyım, liseden sonra Sussex Üniversitesi’nde bilgisayar okudum.

Hayırdır ne alaka?

- Bilmem, belki de aileme tepkiydi. Bizimkiler sanata çok meraklı ya. Ben tamamen farklı bir yol çizdim kendime. Evimizin içi antika dolu ya, ben beyaz halılar içinde bir tek kanepesi olan bir yer hayal ediyordum. Ama bir de şu var, babamla bütün oyunlarımız matematik üzerineydi. Sanırım sanat okumayı da içten içe küçümsüyordum. Bir insanın formasyonu fen kökenli olmalı, sanat önemli ama bilim daha önemli diyordum.

Böyle düşünmek için etkilendiğiniz biri var mı?

- Sanırım babamdan.

Daha mı yakındınız babanıza?

- Evet. Anneme hayrandım ama demek ki aynı zamanda bir reaksiyonum da varmış. Çok güzel, çok süslü, çok bakımlıydı. Ne var ki, sadece bu özellikler bana yetmiyordu. Daha derin bir hayat özlemi içindeydim. Bulduğumu farklılaştırmak istiyordum. Bu açıdan da şanslıydım çünkü insanların farklılıklarının törpülendiği bir ev değildi bizimki. Bir de herkes çok meraklıydı, annem, babam çok okurdu, çok film seyrederdi, o evin içinde insanın gözünü besleyen birçok şey vardı.

Fen okumanın size ne faydası oldu?

- Rasyonel düşünmeyi öğrendim. Sistem kurmayı, bir mantık içinde hareket etmeyi. Bugün bizim ofiste her şey bu esasa göre işler. Ben her şeyi yeni baştan kuruyorum. Önümdeki salona bakıp, buraya bir kanepe arkaya da bir tablo çok iyi olur demiyorum. Bu insan kim, nasıl bir insan, nasıl yaşıyor, kimlerle yaşıyor, nasıl bir hayat tarzı var, kaç kişi yaşayacak, merakları nedir, hayat tarzı nedir...

Üniversiteye gittiniz, bilgisayar okudunuz, eeeee sonra ne oldu...

- İngiltere’de bilgi işlem sistem analistliği ve programcılığı okudum. Bitirdikten sonra babam dedi ki, "Cilan eksik kaldı, mutlaka sanat okuman lazım." Yine İngiltere’de bir güzel sanatlar okuluna girdim. Mimariyi, resmi o dönem eserlerinin bulunduğu yerlerde okudum. Mesela National Gallery’de resim okudum, da Vinci’nin, Rembrandt’ın karşısında. Çok hoşuma gitti tabii...

İş peki?

- İlk olarak Hürriyet’te çalıştım, Haldun Simavi zamanında. Evren Bilgi İşlem Merkezi diye bir yer kurmuşlardı. Devamlı program yazıyordum, gazeteyle alakam olmadı, ben sistemi kuruyordum.

Ne kadar sürdü?

- İki sene filan. Daha tasarıma girmemiştim. Ama sonra Metin’le flört etmeye başlayınca işi bıraktım. Çünkü saatlerimiz uyuşmuyordu. O gündüz uyuyor, gece yaşıyordu, bense tam tersi, birbirimizi göremiyorduk. Aslında benim tasarıma girmem onun sayesinde oldu. Evlendikten sonra birdenbire kendimi onun mekanlarını tasarlarken buldum. İlk önce Şamdan’ların dekorasyonunu yaptım. Sonra Çetin Emeç ve Bilge Emeç’in daveti vardı, gecenin süslemesini yaptım. Benden bir şey isteyen kimse yoktu ama ben yapıyordum. O yıllarda bu tür şeyler yoktu, ben ilktim. Derken Abdurrahman Hancı’ya tasarım yöneticiliği yaptım. Ve Mehmet Konuralp’e çıraklık. Sonra da Korkmaz Yiğit, Platin Konutları’nda bir örnek daire oluşturmamı istedi. O bu alanda ilk profesyonel işimdir. Duvar boyaları için Marakeş’ten bir ekip getirdim. Çok beğenildi o daire. Sonra kendi şirketimi kurdum. Mimar kadar ressamla da çalıştım. Ressamların farklı bir dünyaya bir görüşü, yumuşaklığı, renk bilgisi oluyor. Mimar olarak da hep genç arkadaşlarla çalışmayı tercih ettim ki, kendi istediğimi uygulatabileyim...
Yazarın Tüm Yazıları