Paylaş
Türkiye’nin turizm elçisi gibi çalışan, turizm yazarı…
tourismlifeinturkey.com
sitesinin yönetmeni...
70 yaşında… Ama inanılmaz enerjik, o ülke senin, bu ülke benim dolaşıyor…
Fotoğraflar çekiyor, konuşur gibi sade bir dille yazıyor.
Renkli, hayat dolu bir kadın.
Seyahat, onun tutkusu…
Ben, enerjisinden, yazdıklarından, insanlar ve hayatla kurduğu ilişkiden çok etkilendim.
Ve onu tanımak istedim.
Bakın altından nasıl bir
hikâye çıktı…
Eşinizle, nerede, nasıl tanıştınız?
-Bakırköy-Sirkeci banliyö treninde. Ben, İstanbul Kız Lisesi’nde okuyordum. Biz, işte o trende okula giderken, bakışarak tanıştık. O benim gözlerime hayran hayran bakarken, ineceği istasyonu şaşırır, Babıali yokuşunu benim ağır çantamı taşıyarak çıkmak zorunda kalırdı. Dünya iyisi, dünya yakışıklısı genç bir adamdı...
Onu ilk gördüğünüzde üzerinde ne vardı hatırlıyor musunuz?
-Hatırlamaz mıyım? Ela gözlerine uygun, haki renkli bir kazak. Gözlerimi alamamıştım, sadece yakışıklı değil, bir de zeki bakışlıydı. Erkeğin, zeki bakışlısı makbüldür, tabii kadının da!
En çok nesinden etkilendiniz?
-Nasıl desem, bir asaleti vardı. Yaklaşımı çok kibardı ve bir İstanbul beyefendisi havasındaydı. “Üsküdar’a gider iken, aldı da bir yağmur” şarkısındaki kalem efendisi gibi...
Ne güzel anlattınız! Sonra ne oldu?
-Deliler gibi aşık olduk. Ben lise son sınıftaydım, o benden 10 yaş büyüktü ve çalışmaya başlamıştı bile. Dünya umurumuzda değildi. Birbirine sırılsıklam âşık iki sevgiliydik. Sanki gözümüz kör olmuş, başka kimseyi görmüyor. O yıllarda, yanında bir erkekle görünmek, ölümüne susamak demekti. Okuldan atılmaya kadar varırdı. Belki de çok çalışkan bir öğrenci olduğum için, beni affettiler. Liseyi bitirip Teknik Üniversite’ye başlayınca, bana dedi ki: “Devam edip, o güzel gözlerinin nurunu, kitaplara akıtacaksın. Gel evlenelim hep bana bak!” Ömrümüzün sonuna kadar hep birbirimize bakacağımıza söz vererek evlendik. Ve 40 yıl evli kaldık...
40 YILLIK AŞK
40 yıl birlikte olacağınızı hiç düşünmüş müydünüz o zamanlar...
-Ben “gerçek aşk”ını bulabilmiş nadir insanlardan biriyim. Gerçek aşksa evet biliyorsun ve bir ömrü paylaşıyorsun. 40 yıl birlikte, çok mutlu bir yaşam sürdük, akıllı ve güzel üç kızımız oldu. Onlara iyi bir eğitim vermek, vatana faydalı insanlar olarak yetiştirmek için hiç durmadan çalıştık. Birbirimizi de sevmekten hiç vazgeçmeden...
Birbirinize ne kadar düşkündünüz?
-Çoook.
Eşinizin mesleği neydi?
-O aslında gazetecilik eğitimi almıştı ama yazdığı haberler kesilip kuşa döndürülünce, kızıp gazeteci olmaktan vazgeçmişti. Mercedes’in satış ve satın alma müdürlüğünü yürütüyordu. Gayet iyi bir hayatımız oldu. Babası Muaalim Muslih Efendi, Makedonyalı’ydı. Mübadelede Edremit’e Cumhuriyet hocası olarak atanmış, eski Türkçe’den yeni Türkçe harflere geçişi sağlamıştı. Atatürk’ün devrim hocalarından birinin oğlu olmak, ona her zaman gurur verirdi. Eşim, kadınların kıymetini bilir, kadınlara değer verir ve sayardı. Beni de sonradan üniversiteye devam etmem için teşvik etti. Mutlu mesut yaşıyorduk, ta ki o 60 yaşına gelinceye kadar...
N’oldu eşiniz 60 olunca?
-Artık çocuklarımız büyümüş, eğitimlerini tamamlamış, iş hayatına atılmış, evlenmiş, hatta torunlarımız bile olmuştu...
AKLIMA GELMEZDİ
E ne güzel...
-Dur dinle, tam birlikte el ele, dünyayı gezecektik ki... Eşim bazı eşyalarını saklayıp bulamaz oldu. Cüzdanını mesela, hatırlayamıyordu nereye koyduğunu. Önce pek önemsemedim. Ama bu durum giderek artmaya başladı. Sonraları arabayı ben kullanıyorum mesela, tuvalet molası vermişiz bir benzincide, geri geliyorum, yerinde yok, yollarda kaybolmaya başladı. Önceleri benimle şakalaşıyor sandım. Öyle aklı başında bir insandı ki konduramadım. Alzheimer olacağı aklıma bile gelmedi!
Ah yapmayın!
-Öyle oldu evladım! Ben 8 yaşındayken, babamı kanserden kaybettim. Musalla taşında Allah’a, aileme, bir daha asla böylesine azaplı bir hastalık vermesin diye yalvardım. Çok çekti çünkü babam. Ben tabii o zamanlar, acı, ağrı duymadan, bir şey hissetmeden, sinsi sinsi insana gelen Alzheimer denen bir hastalıktan haberdar değildim.
MAZİMİZ SİLİNMİŞTİ
Ne kadar zor bir hastalık?
-Bütün hastalıklar zordur ama bu başka bir zor. Allah kimsenin başına vermesin. 40 yıl deli âşık olduğun, üç çocuk yaptığın, hayatı paylaştığın, koskoca bir mazin olan adam, sana bir “yabancı” gibi bakıyor. Tanımıyor. Kabul etmesi o kadar zor ki. Ortak bir geçmişiniz var, ama o hatırlamıyor, silinmiş gitmiş beyninden. Ben ve çocuklar, gün geçtikçe bizleri unutmasına, tanımamasına dayanamıyorduk...
Peki, insan bu durumla nasıl başa çıkıyor? N’apıyor?
-Ben inançlı bir insanım. Belki bu kadar inançlı olmasaydım dağılıp giderdim. Çocuklarıma ve kendime şöyle güç veriyordum: “Yaradan neyi yaptıysa, iyi yapmıştır. Başımıza gelene isyan edemeyiz, kötü de, iyi de Allah’tandır. Dengeler ve iplerimiz onun elinde...” Ve durumu kabullendim. Zaten kabullenmesem kaç yazar? Usul usul ilerliyordu hastalığı. Ben de evde bir sistem kurdum...
Nasıl bir sistem?
-Bakırköy’de karşılıklı iki dairemiz vardı, birinde ben oturuyordum, diğerini ona klinik olarak hazırladım. Gündüzleri erkek bakıcı, geceleri kendim ilgilenerek, tam 5 yıl geçirdik...
Neden özellikle erkek bakıcı?
-Çok güçlü bir adamdı, kadın bakıcıya istemeden zarar veriyordu. Örneğin temizlik yapacaksa, itiyordu. Bana karşı sakindi ama bu öyle bir hastalık ki, günün birinde yemeyi ve su içmeyi bile unuttu. Yataktan kalkamadı. O zaman mecbur hastaneye yatırdık...
Orada da onunla birlikte miydiniz?
-Elbette. 40 yıllık aşkımı, orada, bir başına bırakır mıyım? Sabah akşam, artık yolum hastane koğuşu idi. Bana diyorlar ki, “Neden geliyorsunuz her gün, sizi tanımıyor ki!” “Olsun” diyordum, çok acı ki, gerçekten tanımıyordu ama ben gittiğimi biliyordum ya, ben verdiğim sözü biliyordum ya... O, benim sevdiğim adamdı ve ölene kadar birlikte olmaya söz vermiştik...
SON GÖRÜŞÜM
Sonra n’oldu?
-Kızlarımdan biri New York’ta yaşıyordu, doğum için beni yanına çağırdı. 15 gün kaldım. Döndüğümde ilk işim hemen hastaneye, ona gitmek oldu. Gittim oturdum yanına, ellerini tuttum, ellerini öptüm. Yine tanımaz gözlerle baktı bana. Kızımızı anlattım. Sonra ben de sustum, uzunca bir süre. Sonra onu tekrar öptüm, eve gitmek üzere veda ettim. Tam kapıdan çıkıyordum ki bir ses, “Seher, ben seni çok sevdim!” dedi. Hâlâ kulaklarımda çınlar o cümlesi. Aylarca, yıllarca konuşmayan adam, birden bire, benim bildiğim, sevdiğim kocam olmuştu. Ama kafamı çevirip ona baktığımda ve yanına gittiğimde yine hatırlamıyordu beni. Olsun söyledi ya, o bana yeter! Bu, onu son görüşüm oldu...
Yapmayın!
-Evet, ertesi günü vefat etti. İnanıyorum ki, benim geri gelmemi bekledi, benimle vedalaştı, son cümlesini söyledi... Ertesi gün de gitti...
Mahvettiniz beni!
-Mahvolma, hayat bu! O günden beri durmadan, gezip yazıyorum. Farklı ülkelere gidiyorum. Ama her gittiğim yerde, gece olunca penceremin önüne mutlaka bir kuş gelir. O beni hiç yalnız bırakmadı... Eminim ki onun ruhudur...
Paylaş