Paylaş
Sene 2003.
Hiç unutmuyorum, Adli Tıp sınavım var, Ankara’dayım, ders çalışıyorum, Mersin’den bir telefon:
“Dayın kaza geçirdi, kalk gel!”
Ama hissediyorum daha fenası var, söylemiyorlar.
Apar topar ilk bulduğum otobüse biniyorum.
O yıllarda otobüslerde televizyonlar yeni, baktım ana haber bülteninde dayımın suratı.
”Mersin’de cinayet” diyor.
Satırla kafasını kesmişler, yetmemiş 22 yerinden bıçaklamışlar!
Canım dayım geliyor aklıma, oğlu geliyor, daha minicik, 5-6 yaşlarında...
Aynen yazdığın gibi, polisler önce “Kanıt bulamadık!” diyorlar.
Günler geçiyor, aylar geçiyor, ‘o kadın’ hep bizimle, namaz kılıyor, dua okuyor, ağıtlar yakıyor... Herkesin içini yiyen bir şüphe var ama konduramıyoruz, bir şeyler hissetsek bile açığa vuramıyoruz, “Bu çocuğa ne olacak?” diyoruz…
Derken her şey, tek tek ortaya çıkmaya başladı. Kız kardeşiyle bir olmuş, evet kendi kız kardeşiyle, gariban bir adamı da kendine aşık etmiş, üçü birlikte işlemiş cinayeti. Dayım yurtdışı seyahatinden dönüyor, bunlar evde, fark ediyor ki anahtarı çantasında değil. Çünkü ‘o kadın’ seyahate giderken çantasından almış. Her şey planlı. Ev müstakil; dayım küçük bir pencereden girmek istiyor içeri, başını soktuktan sonra da kafasına satırı yiyor.
Devamında 22 bıçak...
Öldüğünden emin olmak istemişler...
Yetmemiş bir daha, bir daha… Ta ki ortalık, kan gölüne dönene dek...
“Aşk için” diyor kadın, “Bana şiddet uyguladı” diyor, “Beni terk edecekti” diyor, “Oğlumu İngiliz vatandaşı yapmak için uğraşıyordu” diyor. Diyor da diyor pislik…
Şimdi cezaevinde ama arkasında öyle kırık bir hayat bıraktı ki… Bir kere canım dayım gitti, Barış’ın, Leila’nın babası gitti... En acısı da mahkemenin 6 yaşındaki oğlu Barış’ı bize vermemesi…
İnanabiliyor musunuz ki, teyzesine verdi, bir diğer teyzeye yani…
Halbuki annem büyütecekti onu. Vermedi hakim. Annem babam yaşlıymış, o dönem babamda Alzheimer başlangıcı vardı, bakamazmış falan filan…
O aileye vermeyi daha uygun buldu...
Şimdi Barış, hiçbirimizi görmek istemiyor, annesinin bizim yüzümüzden cezaevinde olduğunu düşünüyor ne acı… Daha çok küçük… Ve hayata böyle bir felaketle başlıyor…
Aşk mı? Ne aşkı!
Dayımla ‘o kadın’ da “Aşığız” demişlerdi. Aile istememişti kadını. Dayım, “Ben onun teninin kokusunu seviyorum” demişti hiç unutmam. Ben o zaman 18 yaşındaydım, ne romantik gelmişti bana o laf…
Ve işte ‘o kadın’, kafanı satırla kesiyor!
Daha ötesi var mı?
Aşk mı? Hayır! Aşk fedakarlıktır, bencillik değil...
Ve aşk dediğin şey öyle bir şeydir ki, bir başkası için kendinden vazgeçmektir, benliğini unutmaktır. Ruhunun onsuz var olamamasıdır. Hayatından vazgeçmektir belki de…
Ama başkasını yok etmek, hem de hunharca…
Hayır bu aşk olamaz…
Bunun adı caniliktir!
VAHŞET DİBİMİZDE
- Evet doğru söylüyorsunuz, bunun aşkla alakası yok, bu canilik! Çok çok üzüldüm dayınıza. Üçüncü sayfa haberlerinin de bu kadar içimizde olmasına, ne yalan söyleyeyim şaşırdım. Hep başkalarına olur zannederdim. Hep tanımadığımız, uzaktaki insanlara. Eğitimsiz, cahil insanlara. Hiç de öyle değilmiş. Allah hepimizi korusun. İnşallah Barış da ileride sağlıklı ve iyi bir delikanlı olur…
Hayat en güzel hediye, hepimiz bu hediyeye sahibiz kırpıp kırpıp, lüzumsuz şeylerle harcamayalım (*)
Size bir blog okumanızı öneriyorum: www.suleayral.blogspot.com
Bu blog, bizim insan kaynakları yöneticimiz Şule Ayral’ın kansere yakalandıktan sonra tuttuğu günlük. Maalesef 2011’in 2 Ocak’ında kaybettik kendisini. Bu günlük, acıklı bir günlük değil, tam tersine, Şule’mizin matrak kişiliğine uygun ve çoğu hasta yatağında kendisi tarafından kaleme alınmış, ağır kemoterapi dönemlerindeyse kendisi kadar güçlü ve fedakar ablası tarafından devam ettirilmiş bir günlük. Benzersiz bir aşk hikayesi, hastane odasında gerçekleşen müthiş romantik bir evlenme. Bu blogu yayımlamanız için değil, sadece müthiş bir insanı tanımanız için öneriyorum. Son güne kadar hep kocaman gülen, güçlü ve dünya tatlısı bir kadını. Ailesi, bunu bir kitap haline getirmeyi düşünüyordu ancak bu üzücü sonucun, diğer kanser hastalarını olumsuz etkileyeceğini düşünerek vazgeçtiler. Oysa kitabın adı bile hazırdı. Yapılan ilik nakli öncesinde bulmuştuk hep beraber:
“Sakın yanlış iliklemeyin!”
MUTLAKA BASIN
- Bayıldım! Okudum, okudum... Bazen çok hüzünlendim, bazen kahkahalarla güldüm. Arkadaşlarının, ailesinin desteğine, sevgisine mest oldum, bittim! “İşte budur” dedim, “İnsan ölecekse böyle ölmeli!” Evet sonunda Şuşu, hayata gözlerini yumuyor. Ama hepimiz ölmeyecek miyiz zaten. 6 yaşındaki kızım bile, ölümün varlığını kabul ediyor. Evet Şuşu öldü ama yazdıkları, onun yaşadıklarını anlatan satırlar orada duruyor. Bence kitap olarak basın. Mutlaka. İyi bir editörün elinden geçsin ve okuyucuya ulaşsın. Ben de elimden geldiğince size destek olurum. Sevgiler.
(*) Bu cümle de Şuşu’ya ait. Hastalığını öğrendiği günlerden birinde ediyor, hoşuma gitti, başlık yaptım. Ne yazık ki, bu gerçeğin bizim kafamıza dank edebilmesi için başımıza kötü bir şey gelmesi gerekiyor. Keşke gelmeden idrak edebilsek...
Hrant için on binlerin yürüyüşü
Ne zaman yolum düşse ve Agos’un önünden geçsem…
Aklıma o fotoğraf takılıyor.
Ayakları geliyor gözümün önüne.
Uzun, hiç uzanmayacağı bir uykuya yatmış gibi.
Gibi değil öyle.
*
O yüzden mahkeme karar içimi acıttı.
Sadece benim değil, herkesin.
Üç tane çapulcu kahvede bir araya geldiler ve birbirlerine gaza getirdiler, Hrant’ı hallettiler öyle mi yani?
Yok daha neler!
Kimse inanmıyor.
Kimsenin aklına yatmıyor.
Kimse yutmuyor.
Hakimin, “Ben örgüt yok demedim, delil yok” demesi de kimseyi kesmiyor.
Hukukla ilgili artık hiçbir şey kimseyi kesmiyor.
Nedense (!) böyle bir güvensizlik ortamı oluştu.
*
Ne var ki…
Perşembe günü yürüyüş içimize su serpti.
On binlerce insan bir şey dedi.
Mahkemenin o kararına itiraz etti.
Hrant cinayetinin arkasındaki örgütün, bu karar sonucunda göbek atmasını içine sindirmediğini gösterdi.
“Yemiyorum ben senin numaralarını… Külahıma anlatınız…” dedi…
Hrant’ın davasının takipçisi olduğunu vurguladı.
Henüz mahkeme macerası bitmedi, bunun temyizi var…
Bakalım neler olacak.
Türk insanını daha ne kadar enayi yerine koyacaklar.
O minicik ayak parmaklarını unutmuşum özür diliyorum
Ayşe Kuçuroğlu’nun şu anda dört çocuğu var, her çocukta ellerde 10, ayaklarda 10, toplam 20 parmak var. 20 çarpı 4, eder 80. Şu anda banyo sonrası 80 tırnak kesiyor. Beşinci çocuğuna hamile. O da doğunca kaç tırak kesecek? Evet bildiniz, 100. Ama benim için demek ki, bunu hesaplamak havuz problemi kadar zor olmuş, ben “Şimdi 80 kesiyor, yakında 90 kesecek!” diye atmışım. O minicik ayak parmaklarını unutmuşum. Özür dilerim. Kendi aptallığıma, ben kendim de güldüm!
Paylaş