Ayşe'nin Gözlüğü

Ayşe ARMAN
Haberin Devamı

Korktuğumuz ölüm mü, ölümün şekli mi

- Gazetedeki fotoğrafınızı değiştirirsiniz artık?

- Neden?

- Biraz gülümsüyor da. Bu dönemde uygun düşmez. Yüzyılın felaketini yaşıyoruz, biliyorsunuz. Hem sizi gazeteden kimse uyarmadı mı?

- Yooo.

- Uyarmalı. Gülümseyen tüm köşe yazarlarının fotoğrafları bir süre ortadan kalkmalı! Çünkü ulusça yaşadığımız bu olayın hiç komik bir tarafı yok. Büyük sözü dinleyin, değiştirin onu. Daha ciddi bir şey koyun, daha asık suratlı durduğunuz bir fotoğraf filan.

*

Hoppala...

Bir de bu tür polisler çıktı başımıza.

Herşeyimizi denetliyorlar, kontrol ediyorlar.

Eskiden bu kadar rahat kızamıyorlardı, şimdi, gerekçeleri var kızıyorlar, hatta sizi dövüyorlar.

Sadece yüzünüzün ifadesi mi onları rahatsız eden?

Hayır.

Ne giydiğinize de karışıyorlar.

*

- 20 Ağustos'ta Adapazarı'na gittiniz.

- Evet.

- Üzerinizde ne vardı hatırlıyor musunuz?

- Hayır.

- Ama ben hatırlıyorum! Gazetede yayınlanan fotoğrafınızdan.

- Affedersiniz ama insanların yazdıklarına değil de, fotoğraflarına bakmanız, biraz tuhaf değil mi?

- Bakarım tabi. Nefti yeşil bir T.Shirt giymiştiniz ve üzerinde bir yıldız vardı.

- O yıldızdan gıcık mı kaptınız?

- Evet, çünkü gerilla işaretini hatırlatıyordu! Hem ne işiniz var deprem bölgesinde öyle bir T.Shirt'le. Siz dalga mı geçiyorsunuz?

*

- Nasuh Mahruki röportajı iyi olmamış. Tarafsız davranmamışsınız.

- Anlamadım.

- Niye anlamıyorsunuz hanımefendi, kafanız mı çalışmıyor?

- Evet çalışmıyor.

- Belli zaten, abuk sabuk sorular sormuşsunuz. Onbinlerce vatandaşımızı kaybettiğimiz bir dönemde sorulacak sorular mı onlar? Üstelik ben AKUT'un çalıştığı enkaz yerlerinden birindeydim. Göz göre göre iki kişinin ölümüne yol açtılar. Hadi gel benle röportaj yap bakayım.

*

Oysa bugün ‘‘kişisel korku’’mdan söz edecektim.

Sol yanağımın içinde oluşan aftla lafa girecektim. Televizyon karşısına her geçtiğimde, gazetelerde yayınlanan o enkaz fotoğraflarını gördüğümde, dişlerimle yanağımın içini nasıl parçaladığımı, orada nasıl kocaman bir yara yaptığımı anlatacaktım.

Sonra, ‘‘İyiyim canım. Olan başkalarına oldu. Evet, çok yazık. Ben mi? Yok be gerçekten tedirgin değilim!’’ derken, çenemin uzadığını, yani yalan söylediğimi, çünkü hiçbir yakınını kaybetmemişken, oturduğu binanın hiçbir yeri çatlamamışken, olası bir depremden korkuya kapılmaktan aslında nasıl feci halde utandığımı yazacaktım.

Bir de ekleyecektim:

‘‘Ölüm korkusu’’ndan çok, ‘‘ölümün biçimi’’ beni hasta ediyor.

Gerçekten.

Deli gibi korkuyorum, üçbuçuk atıyorum, birileriyle pazarlık yaptığımı hayal ediyorum, canımı ilk anda küt diye alsın diye dualar ediyorum, çünkü ben kendimi bir göçük altında düşünemiyorum. Saatlerce nasıl hareketsiz kalırım? Ben zaten karanlıktan da korkarım. Beş katın altında ben nasıl dayanırım? Ne düşünürüm o geçen saatlerde, günlerde? Aklıma gelince bile paniğe kapılıyorum. George Orwell'in 1984 kitabında hani bir oda vardır, 101 numaralı oda, orada hayatta en korktuğunuz şey başınıza gelir, bu böyle bir şey benim için diyecektim ve anlatmaya devam edecektim.

Ama korktum!

Felaket fırsatçılarından...

- Şimdi kişisel korku'ları anlatmanın sırası mı? demelerinden...

Korkuyorum ben.

Artık herkesten, her şeyden.

Gerçi hala en çok depremden.

*

Ben, ben olmaktan çıktım.

Yazı yazarken tedirginim.

- O aklına geleni daha sonra yazarsın, şimdi zamanı değil. Yeteri kadar üzülmediğini düşünürler. Olan biteni hafife almakla suçlarlar.

Dışarıda yemek yerken korkuyorum.

- İnsanlar orada aç, bu dışarıda yemek yiyor derler, manyak mısın, otur evinde. Akşamları gizlice şarap içtiğini de kimseye söyleme. O da suç biliyorsun. Doğum günleri kutlanmıyor, düğünler askıya alınıyor. Balayına gidenler, gizliyor. Konserler iptal ediliyor. Sergilere gidilmiyor. Artık böyle zamanlarda yaşıyoruz. Kimseye derdini anlatamazsın, tamam mı? Müzik mi? Çıldırdın mı? Kulaklık tak, öyle dinle. Perdeleri de sıkıca kapat. Sinirler feci halde gerilmiş vaziyette, havada siyah tüylü şeyler uçuyor, küt diye sana çarpar bak sana söylüyorum. Asla ve asla depremden başka bir şeyi aklına getirme. Buna hakkın yok!

*

İyi de ben o zaman daha fazla korkuyorum.

Depremden konuşa konuşa, deprem korkusu büyüyor.

Bu yaşadığım hayat da benim hayatım olmaktan çıkıyor...

Her Allah'ın günü ‘‘uğursuz söylenti’’ duymaktan da yıldım. Ne kadar da ‘‘Palavra canım bunlar. Her felaket sonrasında uyduruyorlar işte böyle söylentiler’’ desem de, sakin görünmeye gayret etsem de, ben biliyorum gerçeği, sizden mi saklayacağım: Tüm o uğursuz söylentiler ruhuma çizikler atıyor, yanağımdaki aft daha da büyüyor. Yok rasathane de çalışan biri söylemiş, asıl deprem bu gece 11'de olacakmış, yok bütün Kandilli boşaltılmış. Nasıl bir mekanizmadır bu? Tamam korku bulaşıcıdır ama bir de kaynağı vardır değil mi? Bu felaketi atlatmamızı istemeyenler var gibi. Habire konuşuyorlar, habire yeni senaryolar üretiyorlar. Sağlık Bakanı yabancıları istememiş, çünkü Gölcük'ün altında bu ülkenin denizaltı üssü varmış, askeri gücümüzün önemli bir kısmıymış, adam ondan böyle davranmış. Deprem bölgelerinde tecavüzler başlamış, bu da, halktan gizleniyormuş, yedi kişi de silahla yaralanmış. Hiçbirinin aslı astarı yok. Amacını anlamak da pek kolay değil. Kendi korkularını mı bastırmaya çalışıyorlar? İnsanlardan intikam almaya mı uğraşıyorlar? Niyetleri zaten perişan olmuş insanlara daha fazla zarar vermek mi?

Anlamak mümkün değil.

*

Doğru, anlamak mümkün değil.

Zor olan hangisi ölüm mü, ölümün şekli mi?

Hangisinden daha çok korkuyoruz, korkuyorum.

Kabus görüyorum, bina tepene yıkılmış, üzerinde kaç kat var bilmiyorsun, karanlık, kıpırdayamıyorsun ne kelime, burnunu oynatamıyorsun, toz, toprak, moloz, kurtulabilecek misin bilmiyorsun, zaman yok, hava yok, umut yok, kimse yok, hiç olmadığın kadar yalnızsın ve hayat sana hiç olmadığı kadar uzak... Beynin çalışıyor... Nasıl çalışıyor... Ne düşünüyor... Ne yaparsan kurtulabilirsin... Kurtulanlar ne yaptılar da kurtuldular... Ölenler kaybedenler... Kurtulanlar kazananlar... Bizim durduğumuz yere göre... Nasıl direndiler... Hayata nasıl asıldılar... Bu teslim olmamak mı?

Teslim olursan mı daha kolay kurtulursun?

Olmazsan mı?

Yüzbilmem kaç saatte iyi şeyler mi düşünmek gerekir?

Yoksa kötü şeyler hırslandırıp hayata mı bağlar?

Ya da ne düşünmek gerekir?

Sadece sessizce beklemek mi, doğru olan.

Yoksa çırpınmak mı, birileri sesini duysun diye uğraşmak mı?

Bütün deprem öykülerinden aklımda en fazla kalanlardan bir tanesi, günler sonra kurtarılan babanın ‘‘Oğlumla küstüm. Küs ölmek istemedim’’ demesi.

Bunu çok istemesi hayatta kalmasına yeter mi?

*

Sorular, sorular.

Hiçbirinin cevabını bilmiyoruz.

Bu yüzden de...

Korkuyoruz, korkuyoruz.

Yazarın Tüm Yazıları