Paylaş
Sen öp, sen öp, sen öpme!
Oyunu seviyorum.
Çoook.
Yeryüzündeki bütün oyunları.
Tek kişilik ya da birden fazla kişiyle oynananları.
Onların toplamı bana hayat gibi geliyor...
Zaman zaman da gerisi boş geliyor!
Biliyorum benim sonum bu oyunlardan olacak, ama ne yapayım en çok o zaman eğleniyorum, kendimi ben gibi hissediyorum, oyun oynamayan bir kadına dönüştüğümde de, (gördüğünüz gibi zaman zaman bunun için de çaba sarfediyorum!), dünyanın en dayanılmaz kadını oluyorum, kendi gırtlağımı kendim sıkıyorum, nefes alamıyorum...
Offfffffffffff.
Demek istiyorum ki, ben can sıkıntısından patlıyorum!
Yani iki tür son mümkün benim için:
a) Ne zaman yükseleceği belli olmayan tehlikeli sularda, lay lay lom oynarken küt diye boğulmak.
b) Ya da iki karış çekilmiş suda, paçası sıvalı, güvenli güvenli ama tarif edilmez bir canı sıkıntısı içinde dolaşmak.
*
Bir şeyin sonunu bilmek bazen sizi kesmiyor.
İnsan bile bile de üzerine gidiyor...
Demek istiyorum ki, ben yine de oyun oynamayı seviyorum.
Ama şımarığım, sadece istediğim kişilerle oynamak istiyorum. İstemediklerime de, küçük bir kız edasıyla, ‘‘BEN SENİNLE OYUN OYNAMAK İS-TE-Mİ-YO-RUUUM!’’ demek ya da bunu çeşitli yollarla belli etmek.
Bunu mızıkçılık olarak da kabul etmiyorum.
Ben aslında oyun-bozan değilim, sadece bencil bir itirafçıyım: Kendi oyunumu kuran olmayı tercih ediyorum. Oyun kurmak da, strateji, hatta teknik gerektiriyor, biliyorum. ‘‘Koşmaca-koşturmaca’’ oynarken bile ebeyi iyi tanımak, atacağı adımları hesaplamak, ona göre davranmak...
Yani yakalanmak ya da yakalanmamak!
*
Ne yazık ki bu oyun denilen şey hayatta, her kadınla, her adamla da oynanmıyor. İyi bir oyun için birbirine uyumlu beyin kıvrımları gerekiyor.
İyi de, bazen sizinki yeterli gelmiyor.
Oyun oynamak istediğiniz kişiler bu sefer de sizinle oynamak istemiyor.
Onlar da şımarıklar.
Çünkü herkesin hayatta şımarabildiği birileri var.
Onlar da şımarmak için sizi bulmuşlar.
Eee...
Oyunu oynarken, kurallarını da göz önününde bulundurmak gerekiyor.
Yani mızıkçılık yok!
*
Gibi anlaşılmaz bir giriş yaptıktan sonra...
Meseleye giriyorum; benim ‘‘oyun’’dan anladığım dans etme eylemini içermeyen bir kavram. Oysa dans etme eyleminin, tek başına ya da bir başkasıyla, oyundan anladığım kavramı zaman zaman içerdiğini bilmeme rağmen, ‘‘oynamak fiili’’ni, ben dans etmenin karşılığı olarak kullanmıyorum.
Hele oryantal dansı icra etmek olarak hiç.
Yani ‘‘Aaa kızlar ne güzel oynuyor!’’ gibi cümleler kurmuyorum.
Nefret ediyorum.
Kızlardan değil, bu deyişten.
Çünkü onlar oynamıyor.
Onlar dans ediyor!
Oyunlar, hayatta oynanıyor...
*
Yine oyunların oynandığı bir geceydi.
Yani eğlenceliydi.
Mekan bir meyhaneydi ve bir arkadaşımızın otuz yedinci doğum gecesiydi. Sazlar, darbukalar; meseleye sizi temin ederim, benden çabuk girdi. Bu yazıyı uzattığım gibi uzatmadılar, insanın canını sıkmadılar, küt diye oryantal çalmaya başladılar. Oldum olası oryantali iyi bilen kadınları kıskanırım. Öyle kulağı olmayan kadınların poposunu sallamasını değil, başka bir şey sözünü ettiğim. Sadece içten gelen bir şey de değil, öyleymiş gibi duran ama temelinde, öğrendiğinizde sizi şaşırtan, bir tekniği olan.
Ve ben o gece Ayten'i kıskandım.
Delice.
Ne bir yıldır tanıyorum ne bin yıldır. Ama inanın epey zamandır. Aynı katta çalışıyoruz. Karşılıklı masalarda oturuyoruz. Dedikodu yapıyoruz, elalemi çekiştiriyoruz, birbirimizden onun bunun telefonunu istiyoruz, haber konuşuyoruz, yani biz aynı işi yapıyoruz. Ve Allah sizi inandırsın, ilk görüşte ‘‘Vay ben ne seksi kadın’’ diyeceğiniz biri değil Ayten, güzel, kendi halinde, sempatik, yani o feci adamların ‘‘seksapel sahibi hanımefendiler’’ kategorise sokup çıkarabilecekleri, bir tip değil.
Ama buna karşılık oryantal dans etmeye başladığında...
İnanılmaz bir seksapeli olduğunu farkediyorsunuz.
Ve işte seksapel denilen şey bu diyorsunuz.
Ve yazık, ‘‘seksapel’’ denilen şeyi diline dolayanların da, seksapelin anlamını bile bilmediklerini farkediyorsunuz!
*
Ama beni en çok şaşırtan, güldüren, düşündüren, büyüleyen (bazen hepsi bir anda oluyor biliyor musunuz) o gece Ayten'den şunları öğrenmem oldu:
- Kayısıları tut!
- Sen öp, sen öp, sen öpme!
- Hani cezveler?
- Bana ne!
- Şimdi kiraz topluyoruz.
- Ayağım yanıyor!
- Pazar çantam kolumda...
Şimdi bunlar ne diyeceksiniz değil mi?
Haklısınız ben de öyle dedim.
Arkadaşlar, siz bir kadın izliyorsunuz, o kadının bedeni, kolları, bacakları, dizleri, kalçası çalınan darbukanın ritmiyle olağanüstü uyumlu hareket ediyor, o kadın müthiş dans ediyor, ve siz o seyrettiğiniz hareketlerin, o hayvansı uyumun, sanki doğal, içten gelen bir şey olduğunu düşünüyorsunuz.
Değil mi?
Kadının kulağı var diyorsunuz.
Bu işi biliyor diyorsunuz.
Nasıl da hoş, Tanrım üstelik hiç de avam olmuyor diye ekliyorsunuz.
Değil mi?
Değil işte.
Çünkü hem öyle, hem değil.
Tamam bir kısmı doğal da, hepsi değil.
Strateji var, teknik var.
Çünkü Ayten, siz ona huşu içinde bakarken orta ve baş parmağını içeri kıvırıyor, çünkü parmakları arasında o onda ‘‘hayali kayısıları tutuyor’’. Sonra kollarını önce öne uzatıyor, elini size uzatıp uzatıp, ‘‘Sen öp’’, ‘‘Sen öp’’ ve ‘‘Sen öpme!’’ yapıyor. Nasıl da kışkırtıcı oluyor! Derken başının üzerinde bir ‘‘cezve taşıyor’’, biz bilmiyoruz ama kahve taşıyor, birazdan da o hayali kahveyi başında aşağıya döküyor. Sonra omuzunu silkerek ‘‘Bana ne! Bana ne!’’ yapıyor, siz daha ‘‘bana ne’’nin büyüsündeyken, o kollarıyla uzanabildiği kadar yukarıdan ‘‘kiraz topluyor’’.
*
Siz benim ne demek istediğimi anlıyor musunuz?
Bunlar Nesrin Topkapı'nın oryantal öğretme teknikleri.
Sözünü ettiğim ve Ayten'in sadece altı ders gidip kaptıkları aslında oryantal dansının temel hareketleri.
Ve bu da bir oyun.
Biz onu seyrederken, içimiz içimizden geçerken, onun aslında içinden saydığını, kirazları, kayısıları, topladığını, kollarında pazar çantaları taşıyor gibi davrandığını, ayağı yanıyor gibi hızlandığını bilmiyoruz.
Biz sadece görüneni izliyoruz.
Ama hiçbir şey göründüğü gibi değil. Ama işte oyun bu... Onu dayanılmaz, vazgeçilmez kılan da!
Paylaş