İki uçak arası Ankaraİstanbul Valisi'nin ‘‘lise öğrencisi çocuklar şehri terkedemez’’ genelgesi henüz elimize ulaşmadığı için biz ‘‘iki uçak arası Ankara’’ yaptık.Annemizin, babamızın haberi olmadı. Onları hallederiz kolay ama Vali Bey'e ne diyeceğiz? Durumu nasıl izah edeceğiz?Lise çocukları gibi Ankara'da eğlendiğimizi, daha doğrusu başkentin altını üstüne getirdiğimizi...*Bu Ankara'yı bana yanlış anlatmışlar.Evet, denize uzak düşermiş...Ama yine de matrak şehirmiş.Bir ucundan girilip, öbür ucundan çıkılabilirmiş. Sadece beyaz yakalıların ve laci takımlıların kenti hiç değilmiş. İsteyen istediği gibi eğlenebilirmiş...Biz de öyle yaptık.Yaz demedik, kış demedik.Sanlı, İhsan, ben...Sabah 5'lere kadar...E-ğ-l-e-n-d-i-k.*‘‘Üç Arkadaş’’ filminden henüz çıkmış üç arkadaştık.Üçümüz de akrandık.Aramızda teklif yoktu...Ama çok fazla paramız da yoktu.Kimse kimseden daha iyi bilmiyordu, biliyor da geçinmiyordu, kimse kimseye hükmetmeye, yol göstermeye, ‘‘Bak seni bir yere götüreceğim’’ demeye çalışmıyordu.O yüzden her şey kendiliğinden oldu. Ve kendiliğinden olan her şey güzeldir.*Benim tek avantajım uçakta giderken Serdar Ortaç'la karşılaşmış olmamdı. Daha önce röportaj yaptığım için en yakın arkadaşımdı! Gecenin finali belli olmuştu, ‘‘sahne alacağı yere’’ davetliydik.Ama nereden başlayacaktık?En önemli soru buydu.Bavulları otele fırlattık. Soluğu, zeytinyağlı yaprak sarmaların yanında aldık. Komşu masalarda ne gördüysek ısmarladık. En çok da ‘‘saray kebabı’’na bayıldık.İlk mekanımızın adı Alaturka'ydı.Önce atmosfere ve yemeklere sonra da hesaba şaşırdık.Biz İstanbul'da alışmışız eşek yüküyle paralar ödemeye...Neydi o öyle...Her şeyi yiyorsun, içiyorsun... Üç kişi sadece dört milyon ikiyüz bin ödüyorsun!Arjantin Caddesi'ndeki Alaturka'yı istemeye istemeye terk ettik, ‘‘Ya bunun gibi hem hoş, hem makul başka bir yer bulamazsak’’ diye endişelendik.*Baharda endişelenmek gereksizdir!Bulduk. Üstelik orada ‘‘alkollüler’’ de vardı. Adı da Siyah Beyaz'dı. Bir nevi cafe-bar'dı.Önce, ‘‘ev gezmesi’’ne gider gibi bir binaya girdik. ‘‘Biz ne oluyoruz’’ dedik. Sonra, alt katına indik.Sanki jinekoloğunuza gidiyorsunuz... Yanlış anlamayın ben sık sık jinekoloğa gitmeyi, ‘‘sağlıklı’’dan öte ‘‘gerekli’’ buluyorum. Ankaralı olsam ‘‘Siyah Beyaz’’a gitmeyi gerekli ve eğlenceli bulacağım gibi. (Vay be, Levent Kırca programı gibi oldum, hem eğlendiriyorum, hem eğitiyorum.)Dedim ya merdivenleri iniyorsunuz... Ve daha çok müdavimlerinin gittiği ‘‘Siyah Beyaz’’a giriyorsunuz.Duvarlarda siyah beyaz Greta'lar, Humphrey'ler...Daha neler neler...‘‘Neler neler’’e örnek vermeden geçemeyeceğim: Bizim Ankara temsilcimiz Sedat Ergin'in Morgan Fairchild'la çekilmiş fotoğrafına bakıp çok kıskandığımızı söylemeden edemeyeceğim.*Sanlı'yla İhsan'ı bilmem ama ben üç şeyden sonra acıkırım:A) Seviştikten sonraB) İçki içtikten sonraC) Yazıda kopukluk olmaması açısından ‘‘kıskandıktan’’ sonra...Ve biz üç arkadaş, bu sefer de akşam yemeğini yemek üzere...Başka bir mekana gittik:‘‘Budakaltı’’.Ankara'nın ‘‘in’’ yerlerinden biriymiş. Yani bizi davet edenler öyle söylemiş. Yok, ben de duydum; söyledi... İtiraf etmem gerekirse, servisi gerçekten iyiydi. Yemekleri de... Özellikle etleri!*Ama bazen yemek yemek de yetmiyor... Nasıl söylesem insan bir de dans etmek istiyor.‘‘Saklıkent’’ güzel müzik dinlemek için uygun bir yer.Yoruma göre değişir, Picasso'nun Guernica'sıyla (İspanya'nın bombalandıktan sonraki halinin resmi var ya hani) Kapadokya'nın Ürgüp Göremesi arası bir mekan.Valla orası dudak uçuklatır.İstanbul basınının yeteri kadar tanıtımını yapmaması yazıktır!Biralarımızı içtik.Live-music (canlı, canlı) dinledik.Bizden genç olmasın, Ankara'nın üniversiteli gençlerini izledik...*Ama ben ‘‘rock’’dan ‘‘Türk müziği’’ne yatay geçiş yapmak istiyordum. O gece ‘‘Türkiye gerçeği’’ni tüm hücrelerimde hissetmeyi arzu ediyordum.Zaten Serdar Ortaç'a söz vermiştik.Artık vakti gelmişti...Havaalanı dışında en uzak mesafeye bile iki milyon gibi bir paraya gidebileceğiniz Ankara taksilerine kurtulma zamanı gelmişti.En yakın arkadaşımın sahne aldığı yerin adı Mydonose'du.İnci kıyılınca böyle yazılıyor!İçerisi tıklım tıklım doluydu...Ben Serdar'a diğer Ankaralı kadınlar gibi şampanya açtıramadım sadece elimdeki beyaz gülü uzattım. O da ‘‘Yangın Ayşe’’ şarkısını söyledi. Böyle flörtleşiyoruz anlayacağınız. O gece Serdar, sadece bizi değil herkesi çok eğlendirdi, bir de (herkese değil bize) masada içtiğimiz içkilerin parasını ödetmedi.Kibar çocuk! Ve ‘‘sahnesi çok iyi’’.Siz kabul etseniz de etmeseniz de çok yetenekli!*Biz de bir gecede bir kentin altını üstüne getirmekte yetenekliyiz.Acaba biraz da ‘‘sonradan görme’’miyiz?Evet, evet...Şimdi de Manhattan'a gitmeliyiz!‘‘Sonradan görme’’ olmaya bayılıyorum, sadece ikibindörtyüz dakikam varsa bir kenti, bir erkeği ya da herhangi bir şeyi keşfetmeye, kimin ne dediğine aldırmıyorum. Ama şu Manhattan konusunda siz bana aldırsanız iyi olur! Ağırlıklı olarak rock ve caz çalan mekan küçük bir yer. Ama tıklım tıklım dolu. İstanbul'da öyle bir yer yok. Orada sanki başka bir ruh var; dilim varmıyor yazmaya (ben bazen dilimle de yazarım) ama hani o ‘‘68 ruhu’’ denilen ve aslında yaşla, başla, yaşananlarla ve jenerasyonla alakası olmayan şey var ya, ondan...Manhattan bizim Hayalkahvesi'ne benzetilebilir ama orası da çok karışık ve büyük olduğu için sözünü ettiğim Manhattan'ın sıcaklığıyla aynı kefeye konamayabilir.Taner Akdoğan sahibi. Ve o bir TAC'li. Demek istiyorum ki Tarsus Amerikan Liseli. O benim abim...Doğal olarak kendi okullumu pek bir ayrı severim.‘‘Rockçı Kel Cemal'i’’ de sevdim, gerçi o ODTÜ'lüymüş. Çok saçma ama benim arkadaşlarımın annesi de, arkadaşlarım da, kardeşleri de onu dinlermiş. O her dönem var olmuş anlayacağınız. İşte Manhattan öyle bir yer. Her yaştan insanlar geliyor. Baba çalıyor, kızı onu seyrediyor. Önde kulağında küpesi profesör babası yürüyor, arkasında da (elbette ki yine kulağı küpeli) oğlu. Orada bir kaç kuşak birden eğleniyor. Topu birden aynı müzikten keyif alıyor, yaş farkına rağmen hayata benzer bir pencereden bakıyor.Yaşsız insanların mekanı orası!*Şimdi siz gece sona erdi zannediyorsunuz değil mi?Fena halde yanılıyorsunuz. Son bir durak vardı: Adı ‘‘Son Durak’’tı.Kesinlikle bir pavyondu.Saatler de sabahın beşi olmuştu.Ertesi gün de Ankara Müzik Festivali'nin açılışı vardı.Bir, ‘‘çok sesli müziğimiz’’ eksik kalmıştı.Gerçi, Atatürk Oratoryosu'nda uyumak gibi (kesinlikle isteyerek olmayacak) bir gaflete düşer miyiz diye düşünmedik değil.Ama gençtik, kuvvetliydik.Efervessanları ve vitaminleri içtik.Kesinlikle üstesinden geldik.A) Çünkü (oratoryo'nun ne olduğunu Doğan Hızlan'dan bilahare öğrenmiş olmama rağmen), insanın hayatında bir kere izlemesi gereken bir şeymiş. Eğer tabii ‘‘Şimdi Sivas Kongresi, ardından Erzurum, ne zaman bitecek bu Kurtuluş Şavaşı’’ diye düşünmezseniz...B) Oratoryoyu dinlerken başka şeyleri de keşfederseniz, ‘‘En akıllısı Nazmiye Demirel, o güneş gözlükleriyle ara ara göz kapakları yer çekimine karşı gelemese de, asla belli olmaz’’ deyip kendi kendinize gülümserseniz.C) Açılışlarını her ne ile yaparlarsa yapsınlar, müzik festivallerinin önemini tüm hücrelerinizde hissederseniz, her şeyin üstesinden gelirsiniz.*Valla biz işte böyle iki uçak arası Ankara yaptık.Darısı, Edirneee, Bursaaa, Eskişehiiir, İzmiiir, Antalyaaa, Diyarbakııır, Muuuş, Adanaaa, Trabzooon, Vaaan, Manisaaa, Kocaelii, Kırklareliii, Balıkesiiir, Elazııığ, Bitliiis, Siiirt, Londraaa, Pariiis, New Yooork filan gibi illerimizin başına!