Melek yüzlü şeytanDokun, tadına bakma.Tadına bak, ağzına alma.Ağzına al, yeme.Ye ama yutma.Yut ama...Ya da ‘‘paşa-güdün’’ sana ne derse!Evet, evet canın nasıl isterse. Yap. Yap ama... Bedelini öde!Sana ağır gelse de. Bedeli, sahip olduğun her şeyi ama her şeyi kaybetmek anlamına gelse de.*Ne can sıkıcı değil mi?Hep bir şeyleri seçmemiz gerekiyor. Hem de taa o ilk andan beri...Belki de ‘‘Trainspotting’’ filminin en sevdiğim yeri. Acımasız ama çok gerçekçi:‘‘Yaşamayı seç. İşini seç. Kariyerini seç. Hayır yok vazgeçmek, zorundasın seçmek! Büyük ekran bir televizyon seç, çamaşır makinası seç, kompakt disk player seç (bu arada bir de lap-top seç, artık üzerine ne dökmek istediğin sana kalmış, şarap mı tercih edeceksin, ne edeceksen, içeceğin şeyi de sen seç!), sağlıklı bir hayat seç (hangi spor salonuna ya da otelin sağlık merkezine gideceksen onu da seç), düşük kolesterolü seç, arkadaşlarını seç, pazar günleri branch'a gideceğin yeri seç, geleceğini seç, sevgilini seç, her şeyi seç, anasını satayım, seç babam seç!Ya iyilik meleğini seç...Genellikle bir bok olamazsın.Ya da kötülük meleğini seç...O zaman iyilik meleğin ‘‘Dokun ama tadına bakma’’ derken, sen bakabilirsin, hatta daha da ileriye gidip her istediğini yapabilirsin ama sonunda (sonu yok ki bunun) her şeyi elde edip, her şeyi de kaybedebilirsin!Seçim senin...*Ee tabii.Biraz zor oluyor ‘‘Şeytanın Avukatı’’ filmini anlatmak: Hayatta seçilen bazı şeylerin nasıl şeytana doğru uzandığını tanımlamaya çabalamak. Şeytanın avukatlığını yapmak. Al Pacino'nun nasıl olağanüstü bir iş çıkardığını yazmaya kalkmak. Filmin aslında bir tarafıyla yaşadığımız modern zamanlardan söz ettiğini hepimizin ama hepimizin kendi yaşadıklarımızla (yani her seçimimizle) başka bir yöne ilerlediğimizi, bazen buna karşı gelemediğimizi, ilerlerken de hep başka bir şeyden vazgeçtiğimiz gerektiğini kavramak. Bazen sonuçlarına katlanmak, bazense ‘‘Ben oynamıyorum, bunların olmasını istemiyordum’’ demeye kalkmak, hepsini sil baştan yapmaya çalışmak...Ne feci.Hayat sizin, seçim sizin.Bu da sizin seçiminiz ama bence ‘‘Şeytanın Avukatı’’nı kesinlikle seyretmeniz gerekiyor. Şeytanın da söylediği gibi, ‘‘Benim dahlim yok, ben sadece sahneyi kuruyorum, oyunu oynamaya karar veren, rolü kabul edip etmeyen de sizlersiniz!’’.Hamiş: Bakın, benim şöyle bir sorunum oldu bu yazıyı yazarken, bin tane fikir buldum yazılacak ama yer yok. Galiba ben de kısa anlatma kabiliyetimi kaybetmişim. Güzelim fikirler elime kaldı. İzninizle şuraya maddeler halinde sığdırmaya çalışacağım:1) Bu filmde Susurluk bile var.2) Yeniyüzyılın dini para ve hukuk. (Gel de kısa anlat!)3) Şeytan ile melek arasındaki zorunlu seçimde yırtmamın tek yolu galiba ‘‘melek yüzlü şeytan’’ olmak. Yap ama yakalanma şeklinde de özetlenebilir.4) Sinemada popcorn yemeyin.5) Kibir en vazgeçemediğimiz günahtır.Şeytanın bile aklına gelmezdi!Söyler misiniz bunlar kimin aklına gelir?Evet haklısınız, yaratıcı birinin... Ya da (çekinmeyin) ancak bir ‘‘deli’’nin!Lütfen yan sütunlardaki fotoğraflara bir göz atın ve kararınızı verin. Bunları yapan biri, ‘‘bir tuhaf değildir de nedir’’ siz söyleyin...*O aslında bir diş hekimi, nam-ı diğer bir ‘‘düş hekimi’’. Adı Yalçın, soyadı Ergir.Ankara'da yaşar, orada hasta bakar.Arta kalan zamanlarında da birbirinden acayip işler yapar.Şimdi siz diyelim ki ondan randevu alıyorsunuz, uslu uslu kapının zilini çalıyorsunuz. Alışılagelmiş ‘‘zzzzzrrrr’’ yerine, bir inek çanına manyetik bir tokmağın vurma sesini duyunca aniden, ‘‘Valla ben bir şey yapmadım!’’ oluyor, sonra içeri giriyorsunuz...O da nesi!Ben neredeyim, burası neresi...Bu adam da kimin nesi!Hayal ve gerçek içe içe geçmiş.Ama bunu gerçekleştiren kesinlikle kafayı yememiş.*‘‘Eğitim yıllarının başından bugüne kadar, diş hekimliğiyle ilgili her harcamamı kısıtlı bütçeyle oluşturmaya çalıştım. Alamadığım pek çok şeyi kendim imal etmeye, diş hekimliği eğitimi ve aletlerinin de verdiği manüplasyon ve ufuk ile hem fonksiyonel hem de hesaplı çözümler üretmeye başladım. Zamanla objeleri başka amaçlarda da kullanabilme zorunluluğu bir hobiye ve yaşam tarzına dönüştü. Yıllar sonra muayenehaneye dönüp baktığımda alternatif, özgün bir dekorasyon çıktı karşıma. Gece yeni bir fikir gelince yataktan çıkıp gidilmiş, matkap, çekiç, testere sesleriyle yıllarca inlemiş bu muayenehanenin felsefesi şu: Aslında hiç bir şey ‘‘öyle’’ olmak zorunda değil!’’*Gerçekten de değil...Mesela, lamba dediğiniz illa lamba gibi mi olmalı...Pekala, tepesindeki musluğu çevirince yanan bir lamba da olabilir. Neden olmasın? Ya da bir rende, lamba haline dönüştürülebilir. Tamamı sazlardan imal edilmiş bir adet kuş kafesine ne dersiniz?Ya da çuvalların kesilip yapıştırılmasıyla elde edilen koltuk döşemeleri. Oturun, son derece rahat. Peki şu tavan lambası haline getirilmiş ot, o da pek şık değil mi? Bir tracking anında bir ağaç dibinde bulunup, beğenilmiş...Daha neler mi?Say say bitmez, ‘‘Şeytanın Avukatı’’ filmindeki Al Pacino'nun bile aklına gelmez! Köpek balığı çenesinden ve mercanlardan yapılmış bir peçetelik, eski bir fare kapanı içinde duran bilgisayar ‘‘mouse’’u, vişne ağacından palto askısı, bir adet sifon: Şöyle çalışıyor, eski bir telefon avizesini kaldırıyorsunuz ve fooooooş!, Cola kapağını çeviriyorsunuz holün ışığı yanıyor, bir bebek karyolasını ters çeviriyorsunuz, ayaklarını kesiyorsunuz ve üzerini kaplıyorsunuz oluyor size sekreter masası...Peki ya hastaların en tercih ettiği sandalye?Bir yazlık sinema sandalyesi.Bu yazı burada bitmeli.Her eve, Yalçın Ergir gibi birisi gerekli.HAMİŞ: Dr. Yalçın Bey, sizinle boy ölçüşebileceğini düşündüğüm bir tek kişi var şu ülkede. O da Prof. Zihni Sinir. Sizden iyi olmasın o da, objeleri başka amaçla kullanma konusunda muazzamdır. İrfan'la (Sayar) sizi, yani ikinizi bir arada düşünemiyorum.