İpekte yağ lekesi gibi kadınKlasik bir macera ruhunun olmadığını söylüyor.‘‘Gerçek bir serseri mi? Keşke olsa, valla değilim!’’ diyor. Ama yirmilerin başında kafayı Sultanahmet'teki Lale Pudding Shop'a takıyor. İkide birde gidip ‘‘board’’da asılı bulunan ilanlara bakıyor. O zaten hayatta bazı şeyleri kafaya takıyor. Takıntılı yani. Taktığını genelde yapıyor. Ama yaptıklarını anlatırken, son derece normal bir şeymiş gibi ‘‘Aman canım ne var bunda, herkes yapıyor!’’ diye anlatıyor. Herkes yirmilerin başında bitli Alman turistlerinin olduğu bir otobüsle kendisini Hindistan'a atıyor mu bilmiyorum...Ama o yapıyor!Tekkelerde yatıyor kalkıyor. Epey bir zaman Uzakdoğu'da dolaşıyor. Tokyo'da ve New York'da da yaşıyor.*30'a kadar.30 onun için önemli bir eşik.Otuza dayadığı merdivenin son iki basamağının, hayatında yaşadığı en kötü yıllar olduğunu söylüyor.Spiritüalizme meraklı bir arkadaşı, galiba intihar filan etmesin diye, ‘‘Bak 30'nu bekle, geçince acayip rahatlayacaksın!’’ diyor. Gerçekten de o kartlaşmaya başladıkça rahatlıyor.*Bir kızı var, adı Melek.‘‘Aramızdaki ilişki Yavuz Gökmen'in Melek Hanım'la olan ilişkisi gibi. Biz onlardan özendik de’’ diyor. Gülüyor.Gülünce gözleri kayboluyor. Ama onun gözlerini tekrar yakalayıncaya kadar geçen o kısa zaman zarfında siz beyninizde sürekli söylediklerini tartıyorsunuz. Sağ lob'unuzdan sol lob'unuza onları bir güzel atıyorsunuz. Çünkü bazen alay mı ediyor, ciddi mi anlaşılmıyor. Çok esprili, çok zeki.Komik.Ve samimi.İnsanı ‘‘Vay be analar ne çocuklar doğururmuş!’’ dedirtecek kadar.*Annesi onu altmışlı yılların başında doğurmuş.Geldiği aile eski İstanbullu. Doğduğu anne rantiye. Kendisi de şu an kocası ve melek kızıyla, dedesinin babasına ait eskiden bir adet ev olan, şimdi apartmana dönüştürülmüş ‘‘Başaran’’ isimli bir binanın iki karşılıklı dairesinde oturuyor.Başaran...Başarmak...Çok saçma ama o kendisini hiç ‘‘başarmış’’ filan gibi görmüyor. Aksine ‘‘Ben bir başarısızlık şahikasıyım’’ diyor.Gözler yine kayboluyor...*Nasıl bir çocukluk mu?Şöyle tarif ediyor: ‘‘60'ların düzgün evlerinden birinde, Levent'de, orta sınıf düzgün bir ailede, hafta iki kere kuaföre giden, Vakko'dan paltolar, Yedicüce'den elbiseler alan bir anneyle...’’Ama ne anne!Ağır entellektüel.Saint-Exupery'in Küçük Prens'ini kızına 9 yaşında, ada vapurunda ‘‘Oku bunu’’ diye eline veren, işi sonunda ‘‘Okudun mu? Okumadın mı?’’ diye kerrat cetveline çeviren farklı bir anne.Ve ondan çıkan farklı bir kız.O annenin merkezi...Anne onun hayattaki meselesi...*Son kitabı 94'te yayınlanıyor.‘‘Şimdi kitap-mitap yazdığım yok, zaten gazete yazılarımı da ‘sürat felakettir' gibi yazıyorum’’ diyor.O, her şeye hakim kadın rolleri kesmiyor.‘‘Ne alakası var. Ortalama bir ev kadını olmayı ancak beceriyorum. Annelik meselesini ne kadar kıvırdığım ise meçhul. Kocamı filan idare ettiğim de yok. Eşim bile demek istemem. Berbat bir durumdayım o açıdan. Daha kötüsü olamaz!’’ diyor.Aşka düşüldüğüne inanıyor.Çünkü diyor ki, ‘‘Hakikaten yaşanırsa, aşk insanı çok düşüren bir şey!’’Ee o da düşmüş.Zaten aşka düştüğü adamdan çocuk doğurmuş.Kocası Amerikalı.Bir saksofoncu.Üstelik yakışıklı.Sanki saksofoncular yakışıklı olamazmış gibi...Türk erkeklerinin çok talepkar olduğunu düşünüyor. ‘‘Halbuki’’ diyor, ‘‘Bir yabancı (o kocası olmalı) senin dansına ayak uydurma mecburiyetinde hissediyor kendisini. İnatlaşmadan ziyade’’. Ama yine de hemen ardından şöyle bir şey söylüyor, ‘‘Hangi ilişkiyi alırsan al, üzerine yedi yıl koy, bu bence o ilişkiyi dipfrize koymak gibi’’.*Öyle böyle değil.Dile, kelimelere öyle hakim ki...‘‘Zamanı geldi bir tane kelime oyunu yapayım bari!’’ diyor alay ediyor. Kendisiyle mi, sizinle mi, hayatla mı belli değil. O eğleniyor. Eğlenmeyi seviyor. Bence haklı. Diyorum ya, o pekçok kişiden daha akıllı!Dile hakim ama kendisine olmadığını söylüyor.‘‘İpekte yağ lekesi gibiyim’’ diyor.Ne mi demek bu? (Yok mu üzerine yağ lekesi damlayan bir ipek gömleğiniz ya da annenizden kalan?) Şu: Felaket obsessif olduğunu söylüyor. Geçen hafta buzdolabıyla yaşadığı macerayı anlatıyor. Takmış kafayı buzdolabına. Çünkü zavallı buzdolabının bir kusuru var. Artık kapağında mı, göbeğinde mi, sırtında mı o belli değil. Ama bir kusuru var. Ve onu hasta ediyor. İpekteki yağ lekesi büyüdükçe büyüyor. ‘‘Büyük bir mücadeleye girdik buzdolabıyla. Gerçi kazandım. Değiştireceğim’’ diyor ama ekliyor: ‘‘Ama sonra vicdansızlık mı olur bunu değiştirmek diye de düşünmedim değil’’.*Normal olmadığını söylüyor.İnanılmaz delirebiliyor. Yani gözleri kararıyor. O yüzden bazı şeylere sahip olmadığı için kendisini bahtiyar sayıyor. Neler mi? Bir adet tabanca. Olsa mesela, yazlıktaki komşusunu evlerinin önüne araba çekti diye öldürebileceğini söylüyor. Bir hafta kafasını komşuya, tuhaf sersem yolda gördüğü bir adama, onu sinirlendiren bir taksiciye takabiliyor. Yani anlayacağınız hayatının kontrollü olması gerektiğini söylüyor. Ve ekliyor:‘‘Çünkü benim cinai bir yanım var. Kendi kendimden korkuyorum’’.O yüzden evinde yaşıyor. Çünkü kendisini korumaya almış gibi hissediyor. Ve unutmadan...Her gün, ‘‘Bir iş yerine gitmiyorum diye her an dua edebilir, mum yakabilirim’’ diyor.*Son bir kaç gündür, ‘‘portresi’’ni değil de, atmaya kıyamadığım bu kısımlarından yazı yaptığım kadınla yatıp kalkıyorum.Onunla yaptığım röportaj yarın Hürriyet Pazar’da yayınlanacak.Ve bence acayip iyi oldu.Biraz da bozuldum.Çünkü benim herhangi bir dahlim yoktu.Kadın müthiş iyiydi.Ve ben her zamanki gibi ondan başka bir şey düşünemiyorum. Ama bütün anlattıkları bir tam sayfaya sığmıyor. Ama atmaya da kıyamıyorum. Dedim ki kendi kendime, ‘‘O zaman Cumartesi gözlüğe yazarım, hem kendi röportajımın anonsunu bir gün önceden kendim yapmış olurum.’’