Ayşe'nin gçzlüğü

Ayşe ARMAN
Haberin Devamı

Omi Rosa

Türk olsaydı, adı muhtemelen Pembe olurdu. Yani Gül bile değil. Pembe kötü bir isim demiyorum. Evet, kesinlikle yalan söylüyorum.

Pembe iğrenç bir isim.

Pembe isminde bir anneannem olsun inanın hiç istemezdim. Ama oldu. Anlıyorsunuz beni değil mi, ilk hayal kırıklığımı, büyük büyük annemin, çocuğunun ismini, çiçek olanından değil de, renk olanından esinlenerek koymuş olduğunu öğrendiğimde yaşadım.

İkincisini ondört kardeş olduklarını keşfettiğimde. Üçüncüsünü, küçücük etlerden, nasıl pabuç gibi şnitzeller yaptığını hayretle izlediğimde. Dördüncüsünü bir faşing'de o koca yaşında, elinde haç, rahip kılığına girip insanları kutsadığını gördüğümde.

Artık saymaktan vazgeçiyorum, torunlarını dizinin dibine toplayıp anlattığı hikayelerin tamamen kafadan uydurma olduğu bizzat kendi kızı tarafından (o benim Mami oluyor) teyit edildiğinde. Dedemin kafasına, çok fazla Pills bira içiyor diye gulaş suppe tenceresini geçirdiğinde. İkinci Dünya Savaşı'nda Ruslar için çalışan bir casus olduğu düşünüldüğünde.

*

Gerçi biliyorum, bunların konuyla alakası yok, ama inanın onun da gerçek dünyayla alakası yok. Ben aslında meseleye girmek istiyorum, ama bir türlü beceremiyorum, onbir torunundan biri olma rastlantısına eriştiğim benim büyük annem, pembe doğmuş, pembe!

Dolayısıyla da adı Rosa olmuş.

Yani (teyze=) Tante Rosa değil, benimki (nine=) Omi Rosa.

Ve yıllaaar geçmiş, Omi Rosa 85‘e merdiven dayamış.

Bu doğum gününde de, elbette ki en numaracı haliyle ‘‘Bitte, bitte’’ (=lütfen, lütfen) diyerek onu artık hayatta ennnnnn mutlu edecek şeyin, tüm çocuklarının, torunlarının, hatta torunlarının çocuklarının bir araya toplanması olduğunu fısıldamış.

*

Oysa bana (dede=) Opi Helmut’tan önce aşık olduğu, adının bir yerlerinde ‘‘Von’’ unvanı geçen, yani isminden bile asillik akan, şimdi artık çoook eskilerde kalan, ilk sevgilisini anlatırken hiç de fısıldamıyordu. İnanılmaz bir çoşkuyla geçmişte kalan aşkıyla, sınıf farkı yüzünden, kaderin (demek istiyor ki oğlanın ailesinin!) onları ayırdığını bağıra çağıra anlatıyordu. Ama ne zaman hikayenin acıklı kısımlarına geliyordu, sesini bir kedi gibi inceltip, nasıl desem hatta sanki inleyip ‘‘Ailesi bizim evlenmemize izin vermeyince, o da kendini öldürdü, biliyor musun. Yani o intihar etti!’’ diyordu.

Hayır, bitmiyordu...

Bir de hikayeyi, aşkı için intihar eden adamın açılan avcundaki madalyonda hüzünlü hüzünlü gülümseyen Omi Rosa'nın fotoğrafı süslüyordu.

Günlerce gözlerime uyku girmedi.

Ben dedeme acıyarak bakar olmuştum. Bu kadın onu değil, bir başkasını seviyordu. Aman Allah'ım ben çok gizli bir sırra vakıf olmuştum. Ben anlıyordum onu.

Zannederken...

Bir gün öğrendim ki, ortada sır-mır yoktu. Benim anneannem, herkese uygun hikayeler uydururdu. Ve inanın bu konuda üzerine yoktu.

*

Sıkıldınız mı?

Yani büyükanne hikayeleri dinlemekten.

Kendimi kaptırmış ne güzel gidiyordum oysa. Zaten Zafer benim bazı ülkeler gibi ‘‘sınır’’ sorunum olduğumu söylüyor. Ya da arabalar gibi ‘‘fren’’. Kendimi durduramamıyormuşum, sınırları aşıyormuşum, frenim yokmuş ya da balatalarıma bir şeyler olmuş, o da beni doktora götürecekmiş, ben iyileşince de evlenecekmiş. İyi ama bakalım ben onunla evlenecek miyim?

Hah güzel, buradan tekrar konuya dönebilirim. Yüzük meselesine değinebilirim.

Önümüzdeki ya da onun önündeki ya da onun önündekinin önündeki bir Eylül'de evlenmeye niyetimiz olduğunun göstergesi olarak, (beni değil, aileyi ikna etmek için, tekrar parantez açıyorum, çünkü dayanamıyorum, oysa ben tam da o kıyılan paraya olağanüstü bir masaj koltuğu görmüştüm, bazen düşünüyorum da evlenme vaadi olarak onu tercih edebilirdim, sırta masaj yapıyor, bir adet berger görünümünde, son derece şık duruyor) taa oralara bir adet yüzük taşıdı(k).

Bir taşla üç kuş!

Hem Omi Rosa'nın 84'nü bitirişi, hem ‘‘dokuz-dokuz-dokuz, hayatta herkese gerekir bir omuz’’ yılının başlangıcı, hem de Ayşe'ye, başına ne geleceğini şimdiden kestiremeyen aday adayı kocanın bulunuşu...

Kutlanacaktı.

Şampanyalar patlatılacaktı.

*

Belayı başkasına devretmek tam da böyle bir şeydi. Ben hiç aksini söylemedim ki, evet belayım. Dolayısıyla da bir adet Allah'ın belası bir yüzüğü abarttıkça abarttım. Korkulara kapıldım. Yüzük parmağıma ölsem takmam, bu orta parmak için büyütülsün diye tutturdum. Almanya’ya gitmeden bir gün önce de, kafam dağılsın diye, şu anda bakmaktan bile iğrendiğim bir koltuk takımı aldım.

Üçlü, ikili ve tekli.

Sarılık olan insanların yüzü renginde.

Bir de deri!

İnsan üşüyor üzerinde.

Şimdi salonda duruyor.

Kedim bile oturmayı reddediyor, adamlar da artık geri alamayız diye diretiyor. Size verebilir miyim? Rica etsem ‘‘yüzük buhranı’’ geçirirken, yani kendimde değilken, imzaladığım senetlerimi de geri alır mısınız?

*

Oysa bunda bir şey yok.

Sözler veriliyor hayatta ama zaman zaman tutulmuyor, değil mi ama, demek istiyorum ki, imzayı basana kadar (koltuk senetleri misali) herşey palavra.

Mesela yapılacağı söz verilen zamlar gibi. ‘‘Şu kadar zaman yapacağını söyledin, iyi de neden yalan söyledin, bu kadarı da olmaz’’ diye bir patronun boynu sıkılamayacağı gibi, ileride bir gün evlenme ihtimalimiz olabilir diyen birilerinin, bilinmeyen sebeplerden ötürü vazgeçmesi de anlaşılır bir şey.

Yani bazı sözlerden dönülür.

Ama sözlülerin patronlardan buna daha fazla hakkı var gibi geliyor bana.

*

Anneannemin de bütün ailesini ve otuzu aşkın kendi yaşındaki kız arkadaşını doğum gününde bir arada görmeye hakkı vardı.

İyi ki gittik.

Çok eğlendik.

Ne kadar saklamaya çalışsak da, aynı anda hüzünlendik.

Çünkü doğum günü kutlarken bile, biz tek hakikat ölümü sezdik. Yine de, zamanı gelince bizim torunlarımızın da bizleri dünyanın dört bir yanından gelip, ziyaret etmesini istedik. Şimdi, bir de bu yazının bitmesini istiyoruz, çünkü uyumaya gideceğiz. Değil mi, kedi oğlum? Yazlık lokantalarda bitiştirilmiş iki sandalyede annesinin hırkası üzerinde, eve gitmek için babasına yalvaran bir ifadeyle bakan çocuklar gibi dikmiş kedim suratını bana. Anneannem de ‘‘Acaba bir daha sizleri görebilecek miyim?’’ diye baktı ayrılırken. İlk defa onun annesine, yani büyük büyük anneme hak verdim, ismi kendisine yakışıyordu, hüzünlenirken de yüzü pembeleşiyordu...

Yazarın Tüm Yazıları