Paylaş
Bir ünlüyle nasıl tanışılır?
Elbette ki, ünlünün kim olduğuna bağlıdır.
Clinton ise tanışmak istediğiniz, takdir edersiniz ki, işler biraz zorlaşır. Hayalleriniz olsun, ama unutmayın hayat denilen dikenli yolda ilerleyebilmek için kısmen gerçekçi olmak da lazımdır.
Ama yine de aslolan kafaya takmaktır!
Sonuna kadar, sonuna kadar -ısrarcı- davranıp, hiç yılmamaktır.
‘‘Birşeyi gerçekten istersen bütün kainat sana yardım eder’’ sözünü hiç akıldan çıkarmayıp, buna inanmaktır.
Sezgilere güvenmektir.
Gerisi mi?
Gerisi de Allah Kerim'dir!
* * *
27 Mayıs akşamında, New York'ta, The Marmara Manhattan'ın 30. katında benim aklımda kainat filan yoktu. Kainat borç para vermiyor biliyorsunuz! Tek düşündüğüm bütün paramı nasıl hiç acımadan, gram suçluluk ve korku duymadan alışverişe yatırdığımdı. Bu benim huyum. Can çıkıyor, huy çıkmıyor. Bütçem ne olursa olsun, son gün benim paralarım hep suyunu çekiyor. Ve işte ben o ‘‘suit’’te (The Marmara İstanbul'dan Ata Eremsoy arayıp, mühim şahsiyet muamelesi yapılmasını istemeseydi ben o suit'te nah kalırdım!) son 135 dolarımla, New York'taki son akşamımda ne yapsam diyordum.
Ve ne oldu?
Time-Out New York'un sayfalarını karıştırırken şehla gözlerim küçük bir ilanda dondu.
Yanlış görmüş olabileceğimi düşündüm.
Bir daha baktım.
Bir daha...
Hayır, yanlış değil!
Bu bizim Paul Auster.
Daha doğrusu benim.
Brooklyn'de, bir kültür merkezinde yeni kitabı Timbuktu'nun okuma günü var. Hemen telefon açıyorum. İnleyen bir sesle yazarın tüm kitaplarını okuduğumu, üstelik bir üçüncü dünya ülkesinde yaşadığımı, benim oraya gelmemin farz olduğunu söylüyorum.
Yanıt açık ve seçik.
Biletler aylar öncesinden tükenmiş.
Yani yer yok.
Hiç uğraşmayın deniyor.
* * *
Ama nasıl uğraşmam!
O Paul Auster.
O, New York Üçlemesi'nin yazarı. Ve tabii Ay Sarayı'nın, Yalnızlığın Keşfi'nin, Son Şeyler Ülkesinde'nin, sonra Şans Müziği'nin. Bir de Leviathan vardı değil mi? Yazdıklarını ben bile anlıyorum. Beynine bayılıyorum. Beni sıkmıyor, sürekli şaşırtıyor. Zor anlatılacak şeyleri kolay anlatıyor. Küçük minik cümleler. Büyük dev ifadeler. Ben onu seviyorum. Ben onunla tanışmak istiyorum. Ne gerekirse yapacağım. Gerekirse bütün satın aldığım etekleri, elbiseleri, külotları, çantaları yardım kurumlarına bağışlayacağım.
Bir de yer yok dediler ya...
Kapıda da bir sürü insan var onlar da giremeyecek diye eklediler ya...
Neredeyse imkansız ya...
Ölürüm de giderim Brooklyn'e.
Ölürüm de girerim o kültür merkezine.
Gerekirse bacadan!
* * *
Bazı insanlar, bazı kentlerle özdeşleşiyor.
İşte, New York deyince hemen herkes Paul Auster diyor.
O şehri tanıtan hangi kitabı açsanız, insanlar bölümüne baksanız, ince uzun yakışıklı bir adam fotoğrafı görüyorsunuz. Bir de güzel bir karısı var. Ama İsveçli karısı beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Bana ne canım ondan! Zaten bir ailede bir dahi vardır. Demek istiyorum ki, benim ilgimi adam çekiyor. Önümde bir saat vakit var, ne yapıp edip, o adamla tanışacağım. Lanet olsun, her yolculuğa çıkışımda bir Paul Auster atarım çantama, bu sefer niye atmadım ki! Ne güzel, Can Yayınları'ndan çıkan Paul Auster'larımı, esmer adama bir güzel imzalatırdım!
Kadın milleti böyle işte...
Bilet yok, yer yok...
Para yok...
Zaman da yok.
Ama oraya gideceğim.
En azından şansımı deneyeceğim.
Evet taksiyle gideceğim ama Manhattan'dan Brooklyn'e gidiş, geliş, bir de ertesi günü havaalanına gidiş, hepsine 135 dolar yeter mi?
Umrumda değil.
Ayak parmaklarıma oje sürüyorum.
* * *
Kadınların sezgisi erkeklerden güçlüdür.
Var mı, iddia ediyorum.
Öyledir.
Ojelerim kuruduğunda ben giyinmeye başladım.
İçimdeki ses, kelimeleri başka türlü yan yana getirmeyi başaran, o sivri kulaklı, esmer romancıyla tanışacağımı söylüyordu. Ve o ses o kadar güçlüydü ki, ben New York sokaklarındaki siren seslerini duymaz oldum.
Çok da sakinim bu arada, ben sanki o şehrin bir sakiniyim, sanki her gün Brooklyn köprüsünü geçer, geri gelirim.
Tam 25 dakika kaldı.
Yani hazırlanmam bu kadar zaman aldı!
Yoldan çevirdiğim üniversiteli, barmen, taksici beni aldı.
Çok saçma, beni dinledi, derdimi anladı. Fakat yol kapalıdır, New York bu saatlerde çok fenadır diye bana acıyarak baktı...
Ama biz ilerledikçe o da şaşırdı.
Tüm evren bana yardım ediyordu, benim içinde bulunduğum taksi, ışıklara yaklaşırken bütün kırmızılar yeşile dönüyordu, bir saat önce kımıldamayan köprü, akmaya başlamıştı, keyfime diyecek yoktu, üstüne üstlük barmen taksici sigara içmeme de ses çıkarmıyordu.
* * *
Ojeli ayak parmaklarımla olay mahalline varıyorum.
Bir ünlüyle tanışmak için, dilim varmıyor söylemeye ama...
Adamsa kadın...
Kadınsa adam olmak gerekiyor.
Biraz da dikkat çekici.
Nedense o gün cebimdeki az paraya rağmen kendime güvenim var, çünkü ayak parmaklarım ojeli. Nasıl olsa dikkatini çeker! En azından neden bu kadının üçüncü ayak parmağının bir boğumu eksik der. Şaşkınlığından yararlanıp ben de merhaba diye doğrudan konuya dalarım.
Kalabalığı yarıyorum.
Evet yanılmıyorum.
Kadınsı sezgim beni haklı çıkarıyor.
Ve ben kendimi o salonda sivri kulaklı, esmer romancının o boğuk sesini dinlerken buluyorum. Yer olmadığı için ayakta dikiliyorum. Bir de boyum biraz uzun, görülüyorum. 1.72'den kısa boylular için üzgünüm tabii. Daha uzunlardan nefret ediyorum.
Tasvir: Ten rengi bir nebze bir nebze daha koyu olsa, bir felaket olurdu, ne yazarsa yazmış olsun, ilgi alanımın dışında kalırdı. Allahtan sınırda, tam sınırda duruyor. Kulakları gerçekten sivri, Uzay Yolu'nun Kaptan Spak'ı gibi. Ses de ses hani. Çok etkileyici. Yazdıklarını çok iyi okuyor ve bunu herkes beceremiyor. Bazıları müthiş şeyler yazıyor ama gelgelelim okumaya kalkınca bütün büyü bozuluyor. Bu öyle değil. Ayakta duruyor, selvi boylu, düz karınlı, üzerinde açık mavi bir gömlek, bir de keten bej pantalon, pek yakışıklı duruyor. Bu sıfatlarla Paul Auster'ın kötü yazar olabilmesi mümkün mü?
Bak Allah'ın adaletsizliğine...
Hem güzel yazıyor, hem yakışıklı!
5 dolarım helal olsun!
Kaldı mı 130 dolarım.
Bunun 35'i dokunulamaz, havalanına ertesi günkü gidiş taksi parası.
Kaldı mı geriye 95 dolar.
Vermişim beni getiren taksiciye 35.
Kalmış mı 60 dolar?
Otele dönüş için yine gerekiyor 35 dolar.
Elde var 25 dolar!
* * *
Ama ben bu adamın gözlerinin içine bakmak istiyorum.
Diyorlar ki gözlerinin içine bakmanın günahı 22 dolar.
Çünkü yeni roman Timbuktu'nun fiyatı o kadar.
Gözüm kara.
Son paramı veriyorum kitaba, geçiyorum adamın karşısına. Diyorum ki, ‘‘Taa İstanbul'dan sadece sizin için geldim ben buraya’’. ‘‘Şaka yapıyorsunuz!’’ diyor, beni hayal kırıklığına uğratıyor. Çünkü sanki yaptığım espriye inanıyor. ‘‘Elbette ki şaka yapıyorum’’ deyince de, etraftakiler gülüyor adam utanıyor. Bu romancılar da çok içine kapanık oluyor. Demek ki bu yüzden iyi yazıyorlar. İnsanın yüzüne söyleyemediklerini kağıda aktarıyorlar.
Bakalım hangi romanında benden bahsedecek!?
Paylaş