O teknede 3 kişi var. Biri senin teknene biniyor. Yola ikili devam ediyorsun. Ve onunla hayatının en büyük aşkını
yaşıyorsun. Kader değilse ne? Kaçamıyorsun işte! Çağırınca da gelmiyor. Geleceği varsa, geliyor. Müge ve Rey’in yaşadıkları gibi...
Son derece sıradan, klasik bir hayatı vardı. İşten eve gidiyor, hafta sonu arkadaşlarıyla program yapıyor, monoton hayatına, kısa vadeli çözümler arıyordu.
Müzik onun vazgeçilmeziydi.
Çocukluğundan beri.
Şarkılarında aşkı yazıyor ama yazdıklarına kendisi de inanmıyordu.
‘Mantık gerek mantık’ diyordu.
Mantık ha!
*
Annesi tutturdu, ‘Bayramda Küba’ya gidelim’ diye.
Küba mı? Ne alakası vardı? O kadar yol. Kim gidecekti oraya?
Üffffffffffffff.
‘Siz babamla gidin, ben evde kalıp beste yapmak istiyorum’ dedi.
Ama annesi diretiyordu, daha doğrusu başının etini yiyordu:
‘Doğum günün geliyor, doğum gününde yalnız mu olacaksın burada?’
Gitmelerine 3 gün kala, pes etti ‘Tamam’ dedi.
Ama yer var mı acaba?
Çok şükür, yoktu!
Hay Allah, son anda bir mucize oldu, tam da bir kişilik yer açıldı.
Demek ki Tanrılar da, o Küba uçağına binmesini istiyordu.
Bindi...
*
İndiğinde ‘Vay be, burası ne güzel yermiş!’ dedi.
Küba, rüya gibi bir yerdi. Komünist kalmayı becermiş bu sıcak insanların ülkesi onu büyüledi. İnsanları belki çok fakirdi ama gülüşleri zengindi. Ve sokakların dokusunda müzik vardı. Her taşının altından, bir melodi, bir dans ritmi fışkırıyordu...
Salsa... Cha cha...
*
Besame Mucho çalıyordu kulüpten içeri girdiğinde...
Bu şarkıyı oldum olası severdi.
Müzisyen ya, gayri ihtiyari başını müziğe doğru çevirdi.
Ve o iki gözü gördü.
Hayatında gördüğü en etkileyici iki göz.
Bir şeyler oldu. Ne olduğunu anlatabilmesi kolay değildi. Şimdiye kadar hiç böyle bir şey yaşamamıştı. Kulaklarında basınç, yanaklarında kızarma, nefesinde aksama... Besame... Besame Muchooooo...
Evet, olmuştu.
Artık çok geçti.
O iki gözün büyüsüne kapılıp gitmişti.
*
Şimdi size biri anne ve babanızla çıkacağınız bir tatilde aşık olacağınızı söylese, ‘Hadi len’ dersiniz değil mi?
Ama aşk böyle bir şey işte.
Ne zaman nerede geleceği belli olmuyor. Aşk kaderdir, kaçması mümkün olmuyor.
İki genç insan, o günden sonra Küba’nın altını üstüne getirdiler. El ele. Müge Zeren, profesyonel kontrabasçı Reyneir’le sadece 4 romantik gün geçirdi. Ama ne 4 gün! Reyneir onu dans götürdü. Salsa ve cha caha öğretti. Birlikte yüzdüler, şarkılar söylediler. Reyneir, Müge’nin anne ve babasının da kalbini fethetti. Babasına Küba’nın perkisyonu olan bongo dersleri verdi.
Ama işte 4 gün sonra tur bitti.
Hadi baş baş...
Eve dönüş zamanı...
*
Şimdi siz bu hikayenin nasıl sonuçlanacağını düşünürsünüz:
‘Küba neresi, Türkiye neresi, bu yaşananlar hoş bir tatil aşkı olarak hafızalara kazınır...’
Öyle değil mi?
Değil işte!
Son karede, boynunda aşık olduğu adamın hediye ettiği kalp şeklindeki kolye, ağlayarak uçağa binip giden genç bir kadın...
Ve ağlayarak onu uğurlayan genç bir adam...
*
Bu öykünün notaları arasında bu nokta bir es işareti var...
Hikayemizdeki delikanlı Fransız ya da İtalyan değil...
Olsa dükkan sizin, Türkiye’ye gelmesi bir uçak biletine bakar.
Ama Küba öyle değil ki. Orası başka bir dünya. Kuralları başka. Öyle ‘Hadi bana müsaade’ deyip, ülkeyi terk edemiyorsun. Zırp mırt telefonla konuşamıyorsun, internette yazışamıyorsun...
*
Ama Müge kafaya koymuştu.
Onu bir daha görecekti.
Türkiye’ye davet edecekti.
Gerçekten de, ertesi gün Küba Büyükelçiliği’ne telefon etti, Reyneir’in Türkiye’ye gelebilmesi için neler gerektiğini öğrendi.
Resimlerini baş ucundan ayırmıyordu. O resimleri öpüp kokluyordu. Çektiği videoları defalarca başa sararak seyrediyordu. Dikkatinizi çekerim, sadece 4 gün birlikte olduğu bir adamdan söz ediyoruz. Ama o gözleri unutamıyordu. Unutmayı başaramıyordu.
Reyneir’e kargoyla çikolata, şekerler, bir çevsen, Türkçe CD’ler ve walkman gönderdi. Ama kayboldu.
Kendisini Küba’nın gelini hissettiği için, Türkiye’de yaşayan bütün Kübalılarla tanıştı! Yepyeni arkadaşlar edinirken, eski arkadaşları ona ‘Zavallı, aşkından delirdi!’ gözüyle bakıyorlardı.
*
Bu arada Reyner’in davet mektubu hazırlanıyor, büyükelçiliğe kağıtlar fakslanıyor, mektuplar gidip geliyor ve sonuçta davetiye oluşuyordu.
O davetiye Küba’ya gidiyor, bu sefer de oradaki işlemlerin bitmesi bekleniyordu.
Ve tabii aylar geçiyordu.
Pek çok arkadaşı ‘Müge, rüya bu uyan’ dedi ‘O asla buraya gelemeyecek’ diyordu. Annesi bile ‘Hayat devam ediyor kızım’ dedi.
Ama Müge duymamazlığa geldi.
Onun için hayat Reyneir yokken, devam etmiyordu. O herkese kulaklarını tıkıyor, Küba yemekleri, Küba dansları, Küba şarkıları öğreniyordu. Hayaller kuruyordu. Reyneir’i düşünüyor, düşünüyor, düşünüyordu. Hatta solaryuma bile gitmeye başladı, ten renkleri de birbirine yakın olsun diye. Kendisine gülenlere de, ‘İnsan benim kadar çok aşıksa ne yapacağını şaşırıyor’ diye cevap veriyordu.
İspanyolca kurslarına gitti. Çünkü onu su gibi İspanyolca konuşarak, şaşırtmak istiyordu. Ama telefonla bile kendisine ulaşamıyor, deniyor deniyor, deniyordu...
İnsanlar ‘Gittin en zor ülkenin vatandaşına aşık oldun’ dedi. Ve herkes Müge’nin değiştiğini söyledi. Devamlı Latin müzikler dinleyen, devamlı bir hayalle yaşayan genç bir kadın. Ernesto, Wiliam, Jesus, Barbara, Jose derken, Müge Türkiye’deki hayatını Küba’da yaşıyormuşa çeviriyordu.
*
Ve derken bir gün Reynier, pasaportunu aldı.
Vizesini de.
Temiz kağıdını da.
Ama yine bürokrasi, biraz daha beklemeleri gerekiyordu.
Reyneir hakkında araştırmalar yapılıyor, haftalar, aylar geçiyordu.
Ve tam 11 ay sonra...
Bitmek bilmeyen bir azimle uğraşıp didindikten sonra...
İki genç insanın sınır tanımayan aşkının gücüyle, bürokratların yüreği yumuşuyor, izin çıkıyordu...
*
Duruuun, bitmedi. Reyneir’i Müge’ye getirecek uçak İstanbul’a inemedi.
Kötü hava şartlarından dolayı Ankara Esenboğa’ya indi.
Belki de bu yüzden birbirlerine kavuştuklarında, birbirleri için ne kadar değerli olduklarını çok daha iyi kavradılar.
Şu ana kadar da unutmuş değiller.
El ele karşımda oturuyorlar.
Gözlerindeki ışıkta mutluluk var.
Fonda ise birlikte yaptıkları albüm çalıyor.
Belki siz de dinlemek istersiniz...
(Müge Zeren: Söz verdim, DMC)