Paylaş
Boşuna dememişler. Gerçekten öyle.
Kolyeleriyle, rujuyla, makyajlı, bakımlı duruşuyla…
Şapkasıyla… Asaletiyle…
Bir taraftan da bıcır bıcır laf yetiştiriyor.
Aman Allah’ım o nasıl bir enerji!
98 yaşında yerinde duramıyor.
O okuldan bu okula gidiyor, sürekli konferans veriyor, anlatmayı çok sevdiği şeyleri anlatıyor, Atatürk’ü, devrimleri, kendi kuşağını, Türkiye’nin 1930’lardaki bilim hamlesini, Hitler'den kaçan Alman hocaları, Sümerleri, çivi yazı tabletlerini, tarihin Sümer’le başladığını, Türklerin Sümer’den geldiğini, Noel kutlamasını ve çam ağacı süslemesinin bir Türk adeti olduğunu, Türklerin neden çarık giydiğini, o çarıkların neden yukarı doğru kıvrık olduğunu…
Sahi siz biliyor musunuz sebebini?
Otlara, bitkilere zarar vermemek içinmiş.
Bir aralar 'tarihin televolesi'ni yapmakla suçlansa da, çok güzel şeyler anlatıyor Muazzez İlmiye Çığ, insanın hoşuna giden şeyler.
Aydın, ışıklı ve gerçek bir Atatürkçü.
Hatta militanı!
Ve çok sempatik…
Hayranlık duymamaya imkan yok.
Allah ona daha çoook uzun ömür versin!
MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ- FOTO GALERİ
Yaşasın! Sonunda sizinle tanıştım. Ben de sizin hayranınızın…
- Teşekkür ederim evladım.
Hayatınızın bu döneminde kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
- Nasıl mı? Çok mutlu. Etrafım kalabalık. Sevenlerim devamlı çağırıyor. Durmak bilmeyen bir faaliyet içindeyim. Sürekli bir yerlere gidiyorum.
Nerelere gidiyorsunuz?
- İlkokul, ortaokul, lise, üniversite, Allah ne verdiyse…
Neler anlatıyorsunuz?
- Sümerleri anlatıyorum, Atatürk’ü, devrimlerini…
Ne kadar sıklıkta yapıyorsunuz bunu?
- Defteri getireyim bak. Bir gün evdeyim, bir gün dışarıda. Acayip dolu bir program. Ankara, Ardahan, Eskişehir… Almanya’dan bile çağırıyorlar.
90 yaşında bu tempo yorucu olmuyor mu?
- 90 mı? Dalga mı geçiyorsun! Haziranda 99’a basacağım. Yoruluyorum ama uyuyunca geçiyor.
Peki sizin formülünüz nedir? Durmadan çalışmak, yılmadan üretmek, bildiğini öğretmek... Hangisi?
- Kafa devamlı meşgul olursa, hayat güzel oluyor. Ben ne zaman kendimi Bezgin Bekir gibi hissediyorum biliyor musun? Evde kaldığım, ayaklarımı uzattığım zaman…
(Zrrrrrrrrr. Telefon çalıyor. Muazzez İlmiye Çığ telefonu açıyor, “Benim” diyor, “National Geographic mi? Birkaç saat sonra arayın, şu anda röportaj veriyorum…)
Onlar da mı görüşmek istiyor?
- Evet, “Bu yaşta bu kadın hala nasıl ayakta?” diye merak ediyorlar. Oysa yaş palavra. Yığınla proje var kafamda. 98 olmak bunu engel değil ki, dışın eskiyor o kadar. Senin yaşındaydım, 75 yaşındaki bir hanım, “Hayat, pencereyi aç, dışarı bak, kapat, tekrar içeri, işte o kadar kısa” demişti. İçimden, “Bu kadın çıldırmış!” diye geçirmiştim. Şimdi anlıyorum ki haklıymış. Bir sürü şey yaşıyorsun, sonra o yaşadıkların aklına gelince, film izliyormuşsun gibi geliyor.
GEÇMİŞLE GELECEKLE UĞRAŞMAM
Maşallah rujunuzu da ihmal etmiyorsunuz!
- Hiç. Takılarımı da takarım. Bakımlıyım ben. Son senelerde şapka hediye ediyor sevenlerim, onları da takıyorum.
Hayatı bu kadar sevmeyi nasıl açıklıyorsunuz?
- Her şeyden memnun olan biriyim. Hep öyleydi. Bazı konularda benden üstün olanlara bakıp, mesela daha fazla para kazananlara, “Neden daha büyük evim olmadı?” diye üzülmezdim. “Bir sürü insanda bu da yok, buna da çok şükür” derdim. Ölümler yaşadım, hastalıklara tanık oldum, sevdiğim pek çok insanı kaybettim ama “Hayat bu!” dedim. Her şeyi tabii aldım, kabullendim. Ben geçmişle uğraşmam. Gelecekle de uğraşmam. Varsa yoksa bugün…
Şanslı biri misiniz?
- İyimserim. Sır varsa bu. Bardak hep dolu bende. Rahmetli babam Pollyanna çıkar çıkmaz, alıp gelmişti. Okuduk birlikte. Çok hoşuma gitti. “Kendi çocuklarım olur olmaz bu kitabı ellerine vereceğim” dedim. Büyük kızım okudu dedi ki, “Realiteye hiç uymuyor, ben böyle davranamam!” Ağzım açık kaldı. Küçüğü daha iyimserdir büyüğe göre. Ama en iyimser olan benim, alay konusudur benim iyimserliğim!
Yaşlılıktan korktuğunuz olmadı mı hiç?
- Yaşlılıktan korkmak, önceden yaşlılığı düşünmek demek. Ben hiçbir şeyin provasını önceden yapmadım. Hayatı, önüme geldiği gibi yaşadım. İlk defa bu sene, “Vay be. Düğme iliklemek bile bir işmiş!” diyorum. “Elbise giymek, pabuç giymek…” Bu seneye kadar hiç söylemedim. Bunlar da şikayet değil, tespit!
Peki yalnızlık? 'Yalnız kalıyorum' hissi…
- Yok, torunumla yaşıyorum…
Size bakan biri var mı?
- Yemeğimi bile kendim yaparım. Elim ayağım tutuyor.
Hayatta en önemli şey neymiş?
- Bir şeyler yapmak için hedef koymak. Bence en önemli şey bu. Gerçi, o hedefi gerçekleştiremeyip, depresyona giren de var. Yapmamak lazım. Önüne gelen fırsatlardan istifade etmek lazım. Ben hep öyle yaptım. Kimseye de bir kötülüğüm de dokunmadı. Hayatım hep rast gitti.
KAYBEDİNCE ANLAYACAKSINIZ
Kendi kuşağınızı nasıl anlatırsınız?
- Kurtuluş Savaşı’nı yaşadık. Lozan’ın heyecanını, yokluğun rezaletini… Sonra cumhuriyet ilan edildi. Ve ülke, bambaşka bir çehreye bürünmeye başladı. Hepimizin arzusu bir an evvel, adam olup memlekete yardım etmekti. Çünkü çok ihtiyacı vardı. Hiçbir şey yoktu. Yol yok, fabrika yok, okul yok. O 15 yıl içinde yapılanları hatırladıkça, şaşkınlığa düşüyorum…
O gittiğiniz okullardaki gençlere de bunları mı anlatıyorsunuz?
- Evet, çünkü anlamıyorsunuz. Çünkü sizler, var olana doğdunuz. Sümer çocukları gibi. Onlar da, “Bu şehirleri Tanrı’lar kurmuş, biz de buralarda yaşayalım” demiş; aynen sizin gibi. Herkes atıp tutuyor şimdi. O zaman yaşanan sıkıntıları bilmeden. Bizler kazandığımız şeylerin değerini biliyoruz çünkü zor elde ettik. Siz bunu ancak kaybettiğinizde anlayacaksınız…
O ülke, bu ülke mi?
- Çok üzülüyorum ama bazen değil gibi geliyor! Benim doktor olan kardeşim, 50 sene Amerika’daydı. Geldi; “N’olmuş bu ülkeye? N’olmuş bu insanlara?” dedi, durdu. “Terbiye kalmamış” diyor, “Ayağıma basıyor, yüzüme bakıp geçiyor. 'Affedersiniz' yok... Oturuşlar, kalkışlar, konuşmalar.... Şaştı kaldı. “Ben kendi ülkeme gelmedim, burası başka bir yer” diyor, bazen ben de o hissi kapılmıyor değilim.
74 BİN TABLET TOPRAKTAN ÇIKARILDIĞI GİBİ SANDIKLARDA DURUYORDU
Nasıl bir aile sizinki?
- Babam enteresan bir kişilik. İlk çocuğu kız olsun diye dua eden biri. Yıl 1914, düşün. Döneminin ilerisinde. Adımı da o koyuyor, ilim irfan sahibi olayım diye 'İlmiye'. Fransızca öğrenip, keman çalmamı istiyor. Böyle bir hayali var, gerçekten de küçükken özel dersler aldırtıyor…
Dil-tarih maceranız nasıl başlıyor?
- Öğretmen Okulu’nda okuduktan sonra Eskişehir’e öğretmen olarak atandım. Birkaç yıl öğretmenlik yaptım. O yıllarda Ankara’da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi açıldı, meslek okulu mezunları bir kereliğine kabul edilecekti, babam haber verdi…
Baba hep ittiriyor sizi…
- Hem nasıl! Çok tesiri vardır üzerimde. Ben de gidip kaydoluyorum.
İki önemli Alman profesörünüz oluyor: Hans Gustav Güterbock ve Benno Landsberger. Nazi Almanyası’ndan kaçan profesörler. Ne ifade ediyordu o insanlar hem Türkiye için hem sizin için?
- Çok şey! Yalnız onlar değil, onlar gibi 1200 kişi. Ben Amerika’da bir kongreye onlarla ilgili bir yazı hazırladım, o bilim adamlarını nasıl getirdiğimizi, ne imkanlar sağladığımızı… İnanılmaz ilgi topladı.
Türkiye için neden şanstı?
- O zamanlar sadece İstanbul Üniversitesi var. Ama onun da ıslah edilmesi lazım. Ne Batılı kitaplar var ne Batılı akademisyenler. Ankara’da üniversite açılması lazım. Bunun için eleman lazım. Bu elamanı sağlamak için 1923 ve 24’den itibaren başarılı çocukları sınava aldılar ve dışarı gönderdiler. Ama o çocukların yetişmesi, geri gelmesi çok uzun sürecekti. İşte o dönem de bu sözünü ettiğimiz 1200 bilim adamını Yahudi oldukları gerekçesiyle işlerinden atıyorlar, onlar da İsviçre’de bir dernek kuruyorlar. Her yere başvuruyorlar, hiçbir ülke almıyor; göçmen memleketi Amerika bile! Herkes Hitler’den korkuyor. Biz de henüz 10 senelik bir devletiz. Ama Atatürk, “Gelsinler” diyor, onları davet ediyor, 1933’te onlarla bir mukavele yapıyor. “Bu şahıslar Türk hükümetinin memurudur” diye. Bir sene sonra Almanların aklı başına geliyor, geri almak için her türlü şeyi yapıyorlar ama Atatürk vermiyor. İşte o 1200 bilim adamı Türkiye’de bugünkü bilimin temelini atıyorlar.
Peki onlar olmasaydı siz bugünkü Muazzez İlmiye Çığ olabilir miydiniz?
- Tabii ki hayır!
Size Sümeroloji niye ilginç geldi?
- Başta gelmedi. Bilerek de girmedim. “Sizin şubenin hocası yeni geldi, Hititoloji yanında Sümeroloji ve arkeoloji alacaksınız” dediler. Arkadaşımla çıktıktan sonra birbirimize baktık, “Bunlar ne diyor?” diye. 'Loji' ekinin bilim anlamına geldiğini bile bilmiyorduk. Bu arada da hocalar haliyle Almanca konuşuyor, Almanca da bilmiyoruz. Sonra Almanca’ya başladım. Ben aslında Almanca şubesine geçmek istedim ama babam mani oldu. “Kızım bak” dedi, “Bu fakülte bu şubeler için açıldı. Sümeroloji tahsili almış az insan olacak, sen bu branşta muvaffak olabilirsin” dedi. Onu dinledim. İyi ki de dinlemişim. Almanca öğrendim ve Sümeroloji ve Hititolojiyi beraber yaptım.
ŞARK ESERLERİ MÜZESİ'NDE TAM 33 YIL ÇALIŞTIM
Geçmişte yaşamış bir kültürün tabletlerini çıkarıp okumak bizim hayatımıza ne katar?
- Oooo çok şey. İnsanlık tarihini anlamamızı sağlar. Pek çok kavramı, durumu tarih içinde, yerli yerine oturtmamızı sağlar. Aslında 4000 yıl önce yaşayan insanlarla şimdiki insanlar arasında çok bir fark olmadığını kavrarsınız. Sonra dinlerin neden çıktığını anlarsınız. İnanılmaz öğretici, heyecan verici ve zaman makinesinde seyahat gibi…
Tüm bu süreçte siz İstanbul Eski Şark Eserleri Müzesi’nde belgeler arşivinde çalışıyorsunuz, öyle değil mi?
- Evet, evet. Ve düşün 1880’de çıkartılmış o tabletler, topraktan çıktıkları halde duruyorlar, sandıkların içinde gazetelere sarılı vaziyette. O tabletleri okumak için onların konserve edilmesi lazım, bunun için bir laboratuvar lazım, işte tüm bu şartlar yerine getirilmiş, müzenin içine laboratuvar kurulmuş ve biz oradayız, o tabletleri okuyacak memurlarız. Ne şanlıyız düşün. Tam 74 bin tablet…
Amma çok!
- Evet ama 33 yıl çalıştım orada, dile kolay…
Hiç sıkılmadınız mı?
- Yok canım. Girdiğim gün kendi kendime söz verdim, emekli oluncaya kadar bu tabletlerin hepsi numaralandırılacak ve tasnif edilecek diye. Gerçekten de konulara ve zamanlarına göre tasnif ettik. Zaten hepimizin aklında aynı şey vardı: Ülkeye ve bilime hizmet etmek.
Siz bütün bu süre zarfında Kemal Çığ ile evlisiniz…
- Evet. O da tıpkı babam gibi bana çok destek oldu. Bir kadının hayatındaki erkeklerin ona köstek değil de destek olması fevkalade önemli. İkisi de beni çok ileri taşımış insanlar. Kemal ile evvela Sultanahmet’te oturduk, sonra görevi dolayısıyla Topkapı’ya taşındık, gelenimiz gidenimiz hep çoktu. “Artık saraydasınız” diye daha da çok oldu. Konsoloslar, büyükelçiler, bilim adamları…
O dönem Hatice Kızılay’la birlikte çalıştınız ama onun adını bilen pek olmadı…
- Evet, Hatice maalesef çok erken öldü. Benim bilinme sebebim de yazdığım kitaplar. Müzeden emekli olunca, iki kardeşim ve kızım Amerika’da yaşıyordu, onların yanına gidip geliyordum. Eşimi kaybedince de, çok sarsıldım, yer bir süreliğine ayağımın altından kaydı. Birikimlerimi insanlarla paylaşmaya karar verdim, kitap yazmaya başladım. 17 kitabım var.
"Babam, ilim kadını olayım diye adımı İlmiye koymuş"
ASLA AĞZIMDAN “BEN PROFESÖRÜM” DİYE BİR CÜMLE ÇIKMADI
Tarih Sümerlerle başlar ne demek?
- Onlardan önce de pek çok şey var ama onlar yazıyı icat ediyorlar. Bir sürü şeyin temelini atıyorlar. Astronomi de onlarla beraber çıkıyor.
Bu arada profesör olmadığınız halde herkes sizi profesör zannediyor…
- Şimdi şekerim, dışarıda benim pozisyonumda olan insanlar zaten profesör. Ben bas bas "değilim" diyorum ama bana gelen mektupların hepsinde 'Profesör Muazzez İlmiye Çığ' yazıyor. Bunda benim herhangi bir dahlim yok.
Ama işte bazıları bunun üzerine yattığınızı düşünüyor…
- Evet, maalesef benim yetiştirdiğim bir çocuk var, o yapıyor, ortalığı o karıştırıyor…
Demiyor musunuz “Ne ayıp seni ben yetiştirdim!” diye…
- Kızım söylemekle anlayacak adam olsa zaten yapmaz! Boş ver, hayat bu, hep olur böyleleri, gülüp geçeceksin…
O ZAMANLAR SEKS TU KAKA DEĞİL TANRISAL BİR GÖREVDİ
“Türban, Sümerler’de kutsal fahişelerin tanınması için kullandıkları simgedir.” Böyle bir söyleminiz oldu. Ve tabii sonradan başınıza çok iş açıldı…
- Ben aslında bir tarih dergisine, “4000 yıl önceki mabet fahişeliği geri mi geliyor?” diye yazdım. Medyanın o makaleyi fark edip haber yapması altı yıl aldı. Ben makalemi 2000'de yazmıştım, olay 2006’da patlak verdi.
Peki neden böyle bir yazı yazma ihtiyacı duydunuz?
- Televizyonda türbanlı bir hanım gördüm, tarikatlarda imam nikahıyla seks yapıldığını anlatıyordu. Ben de hayatımı Sümerlere vakfetmişim, olayın tarihteki boyutunu anlattım. Sümerlerde, mabetlerde rahibelere ayrılmış aşk odaları varmış, oralarda seks yapılıyormuş…
Neden onlara rahibe deniyor?
- Çünkü insanlığına yardım ettiklerini düşünüyorlar. O zamanlar seks kötü kabul edilen bir şey değil. Tanrısal görev olarak değerlendiriliyor. Daha henüz fahişelik diye bir kavram yok. Diğer rahibelerden ayrılmaları için de başlarına bir örtü konuluyor. Onlara para falan da ödenmiyor, sadece mabete yardım yapılıyor.
Bizim bildiğimiz anlamda fahişelik peki?
- O daha sonra, eski Yunan’da. O zaman seksin dinle bağı kopuyor. Sümerlerde tabletlerdeki yazılarda bile, kadın ve erkek sözcükleri cinsel uzuv sembolleriyle ifade ediliyor.
Peki doğum kontrolünü nasıl yapıyorlar?
- Ben de düşündüm onu. Eski Mısır’da mesela timsah kafası kullanırlarmış. Sümer’de tesadüf etmedim. Muhakkak yaptılar, ama nasıl...
Mabet fahişelerinden söz ettiğiniz zaman siz bunu bir bilim gerçeği olarak mı yazdınız, yoksa türbana karşı olduğunuz için mi?
- Ben bir bilim kadınıyım, tabii ki tarihi gerçekleri anlatmak için…
Davalar peki?
- Oooooo! Herkes ayağa kalktı. Bir bilsen nerelerden e-mailler geldi. Endonezya, Avustralya… Münakaşalar, tartışmalar. Amerika’daki akrabalar aradı, “Burada radyolar, televizyonlar veriyorlar haberi n’oluyor?” diye. Beni destekleyenler de vardı, itiraz edenler de. Ama biliyorsun sonra beraat ettim…
Siz türbana karşı mısınız?
- Laik bir devletin kurumlarına dini kıyafetle girilmesine evet karşıyım. Çünkü o başını örter, “Ben dindarım” der, sen örtmediğin için dinsiz olursun. 1923’de kızların başı ilkokulda açıktı, öğretmen okullarında da açıktı… Bir yıl sonra 100 yaşında olacak biriyim, doğum tarihim cumhuriyetin kuruluşundan eski, kim ne derse desin benim görüşüm şu: Tüm bu yaşananlar, Atatürk devrimlerine karşı hazırlanan bir karşı devrimin ifadesi…
TANRININ BİR LÜTFÜ VAR BANA MUAZZEZİM O DA SENSİN
Hayrettin Karaca’yla olan programınız çok keyifli…
- Evet, insanlar pek seviyor. “Gel gel” diyormuş çocuklar annelerine, “Dedeyle nine konuşmaya başladılar yine…”
Hayrettin Bey’le bir etkilenme oldu mu aranızda?
- Valla, resimler geliyor, maniler şiirler geliyor. Ama ben taş bekliyorum!
Anlamadım…
- Tek taş bekliyorum. (Gülüyor) Yoksa bak nasıl şiirler yazıyor: “Mersine gidersin/ Havuzlarda yüzersin/ Denizlere girersin/ Tanrının bir lütfü var bana/ Muazzezim o da sensin… Ama tek taş olmadan hiçbir şey olmayacak!
YAŞLANMAK İSTEMİYORSANIZ
Nasıl bu kadar sağlıklı kalabildiniz?
- Sigara içmedim hiç. Hiçbir şeyin tiryakisi de olmadım. Ne kahvenin ne çayın. Her sabah işe yürüyerek gittim, yürüyerek geldim. Tatlı sevmem. 1995’te kardeşim hafıza üzerine araştırma yapıyordu. Ben de katıldım Amerika’da yaptığı o araştırmaya. Hafızamın sınırda olduğu ortaya çıktı. İlaç kürü yaptılar. Artık çok iyi. Telefon numaralarını hiç unutmam mesela, hep hatırlarım. Gingko biloba'yı da o zaman öğrendim. Hala kullanıyorum. Ben bu bilimsel çalışmalara çok düşkünüm. Bir keresinde de mide üzerine olan bir araştırmaya katıldım, denek olarak. “Korkmuyor musun?” dediler, “Yoo” dedim. Meraklıyım ben. Her şeyi merak ederim.
Paylaş