Paylaş
Ertuğrul Özkök’ten bir kitap daha...
Bu sefer bir roman.
Adı, ‘Tuhaf Bir Çocuğun Fevkalade Hikâyesi.’
Çarpıcı, sarsıcı ve kafa karıştırıcı.
Kavramlarla oynayan, bazı gerçekleri gözümüze sokan bir kitap daha koyuyor önümüze.
Ona göre başımıza ne geliyorsa, prensiplerden geliyor, ne çok prensip o kadar yalan...
En büyük yalancılar en çok prensip sahibi insanlar.
İki karakterli bir roman.
Prensip sahibi Kâtip ve omurgasız Ahtapot.
Anladınız; Ahtapot’un herhangi bir prensibi yok.
“Ben terliksi hayvanım. Tek hücreli. Hayat, beni nereye götürürse oraya giderim...” diyor.
Özkök, lego bir kitap olduğunu, hepimizde bu iki karakterden parçalar olduğunu söylüyor.
Buyrun romanını, Özkök’ün ağzından dinleyin
Yeni romanınız, ‘Tuhaf Bir Çocuğun Fevkalade Hikâyesi’ insanı fena halde sarsıyor...
- Teşekkür ederim.
Yarattığınız karakterler son derece ilginç. Biri prensip sahibi ve prensipleri uğruna cinayet işleyen Katip, diğeri de hiçbir prensibi olmayan Ahtapot. Ve soru geliyor: Ahtapot,
siz misiniz?
- Ahtapot, benim ortaokuldaki takma adımdı. Ama romandaki Ahtapot ben değilim. Ne mesleğinin ne yaşının benimle alakası var. Ama tabii ki, benden de duygular var. Bu, lego bir kitap. Hepimizde de her ikisinden bir şeyler var.
Siz niye prensip sahibi insanlara taktınız?
-Çünkü prensip denilen şey, bazen insanların en büyük kötülüklerinin gerekçesi. Bazen vurdumduymazlığın, bazen özensizliğin, bazen geriliğin. Ben, hayat boyu prensip sahibi olduğu için değişmeyen insanlardan çok çektim. Oysa her an, her şekilde değişmeye ihtiyacımız var bizim.
Zaten istemesek de değişiyoruz. Ölüyoruz biz. Doğduğumuz günden itibaren her gün bir tarafımız ölüyor. Bu romanda, prensiplerle meselemi halletmek istedim.
Prensip sahibi insanlardan hoşlanmıyorsunuz yani...
-Evet, hoşlanmıyorum.
Peki sizin hiç prensibiniz yok mu?
-Prensiplerim yok. Ama insani olarak, altına inemeyeceğim çizgilerim var.
O çizgileri, ‘ahlak’ olarak mı tanımlıyorsunuz?
-Evet ama kendi ahlakım...
Herkesin prensipleri ve ahlakı kendine mi?
-Evet, tam da bu! Doğduğumuz andan itibaren, başkalarının yazdığı bir ahlak kitabına uyma taahhüdünde bulunmamız isteniyor bizden. Ben de diyorum ki, “Bu, benim yazmadığım bir kitap. Benim kabul etmediğim bir kitap. Dolayısıyla ben, kendi kuracağım, kendi yazacağım bir ahlak kitabına uyacağım!” Ama kendi ahlakım derken, tabii ki bunun içinde başkalarına zarar vermek yok. “Kötülük de yaparım, hırsızlık da yaparım, adam da öldürürüm!” değil. Başkalarına zarar vermeyecek bir şeyden söz ediyorum. Yoksa kurallarla sorunu olan biri değilim. Saat gecenin 3’ü bile olsa, kimse görmese de kırmızı ışıkta geçmem mesela. O, başka bir şey. Ama ben, hele hele bugünün Türkiyesi’nde muhafazakârlık diye yutturulmaya çalışılan bu feci iklimi kabul etmek istemiyorum.
Bu söyledikleriniz din kitaplarını da kapsıyor mu?
-Evet, kapsıyor. Din kitaplarında da aynı fikirde olmadığım bir sürü şey var. O yüzden Jacques Attali’nin ‘lego dinler teorisi’ bana iyi geliyor. Her dinde kendime uygun güzel şeyler buluyorum. Hepsini birleştiriyorum. Ayrıca gezdikçe görüyorum ki, bunlar kural da değil. Mesela dizlerinin üzerine çöküp, namaz kılmak diye
bir kural yok. Ben kilisedeki oturma usulünü daha çok seviyorum.
Ama Müslümanlığın da sevdiğim çok tarafları var.
Romanda bir sürü çocukluk
trajedisi de var...
-Evet var, çünkü hepimiz çocuktuk, hepimiz trajediler yaşadık. Onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek gerekiyor. Mesela üç sene beslediğim, en yakın arkadaşım haline gelen kuzumu, bir sabah kesivermişler. Kafası yerde bana bakıyordu. Ve kanlar akıyordu. Nasıl dehşete düştüm anlatamam. O manzara hâlâ gözümün önünde. O yüzden Kurban Bayramları’nda Türkiye’den kaçmak istiyorum. Atamadım ben bunu. Başkaları küçümseyebilir. “Sen toplumdan uzaksın!” diyebilir. Evet, uzağım.
Başka travmalar da var mı?
-Olmaz mı? Mesela utangaç bir çocuktum. Hayatımda ilk defa bir kızla tanıştım. Parka gittik. Ama utancımdan titriyorum. Ben daha kızın elini tutmaya çalışırken, çalıların arasından bir jandarma fırladı. Elinde silahla, “N’apıyorsunuz siz burada! Ahlaksızlar!” diye. Kızcağız korkusundan kaçtı. Ben kaçmadım ama onu koruyamamış olmanın utancından da kurtulamadım. Tamam, gözünün önünde babasının öldürüldüğüne tanık olanlar da var. Ama o da travma, bu da...
Kâtip’in de bir sürü travması var...
-Evet. Roman ilerledikçe anlaşılıyor ki, kendini kız kardeşinin ölümünden sorumlu tutuyor. Benim kız kardeşlerim Allah’a şükür hayatta ve onlarla gayet güzel ilişkilerim oldu. Kız kardeşlerimle ilgili tek travmam, küçük kız kardeşim bakkaldan gazoz almaya gitmişti, şişe elinde patladı, gazozun kapağı bir gözünün görmemesine sebep oldu. Bu da bende çok büyük bir üzüntü yarattı.
Sizinle alakası var mı ki?
-Yok ama olabilir de. Büyük çocuk olarak bakkala belki de benim gitmem gerekirdi ama o gitti. Bilinçaltımda bunun suçluluğunu duyuyor olabilirim. Romanın kahramanı Kâtip ise yanlışlıkla kız kardeşinin üzerine su yerine, gaz döküyor. Alev aldığı için onu söndürmek istiyor. Böyle yaparak büsbütün kızı yakıyor ve ölümüne sebep oluyor. Ama bilmeden.
Sizin bitmez tükenmez bir suçluluk duygunuz mu var?
-E var tabii. Mesela kızıma yeteri kadar ilgi gösteremedim. Bugün sizin kuşağınızın çocuklarına gösterdiği ilgiyi görünce suçluluk duyuyorum.
Ve üzülüyorum.
KAYBETME KORKUSU
Romanınızın kahramanlarından Ahtapot’un kadınlarla bitmeyen bir sorunu var...
-Evet. Bu, pek çok erkekte olan bir sorun.
Nedir o?
-Kaybetme duygusu. O duyguyu ben de yaşadım. Hele güzel bir kadınlaysan, bu maalesef çok büyük bir kaybetme korkusu yaratıyor. Kompleks de. Bir de erkek olmanın getirdiği şeyler var. Erkek, rekabetçi bir varlık. Hep, ‘kadınını elinden alacak, tetikte bekleyen başka bir erkek’ daha var zannediyor. Gerçekte olmasa bile erkeğin böyle bir hissi var. Bunun sadakatle falan ilgisi de yok. Kadın, hayatı boyunca başka biriyle ilgilenmeyebilir ama erkek hep bir alternatif varmış gibi hisseder. Daha güçlü bir erkek, daha genç bir erkek, daha yakışıklı bir erkek...
Peki bütün bunların penis kompleksiyle ne alakası var?
-Özünde oraya gidiyor iş. Benim bulduğum bir şey değil. Freud’un teorisi bu.
Bunun işlevsel olması önemli değil mi, küçüğü büyüğü bu kadar mı fark ediyor?
- Kadınlar açısından bu bir sorun değil. Ben samimi olduklarına da inanıyorum. Ama erkek denen yaratık, ister aslan olsun, ister fil, ister suaygırı, ister horoz...
Penisinin büyüklüğüne takıyor!
-Evet. Önemli olmayabilir ama takıyor! Ben ortaokulda şöyle bir şey yaşadım: Bizim sınıfa çok güzel bir çocuk geldi. Altın sarı saçlı. Erkek liselerinde bu kadar güzel bir çocuk olmak sorundur.
Asıldılar mı?
-Evet, sürekli taciz ettiler. Ben ufak tefek olduğum için çocuk benimle arkadaş oldu. Bir gün fizik laboratuvarında oturuyoruz. Güzel çocuk benim yanımda, onun yanında da hepimizden daha önce kıllanmaya başlayan ‘erken
kıllanan çocuk’ oturuyordu. Birdenbire dersin ortasında organını çıkardı. Aklınca etkilemek için çocuğa gösteriyor. Şöyle bir baktı güzel çocuk. Gayet sakin bir şekilde, fermuarını açtı ve kendininkini çıkardı: Onunkinin iki katı daha büyüktü! O günden sonra, bütün okul bu olayı konuşmaya başladı. ‘Erken kıllanmış çocuk’un karizması bir anda bitti. Çocuk silindi sınıftan! Güzel çocuk da rahatladı. Bir daha da kimse onu rahatsız
etmedi!
Sizce bugünkü gençlerin de böyle sorunları var mıdır?
-Bilmiyorum. İnşallah bunlar bizim dönemimizde kalmış sorunlardır!
Zaaflarım, komplekslerim, korkularım
Ben sadece gerçeklerimden ibaret değilim, hayallerimle ben, benim. Sadece Hürriyet’in eski yayın yönetmeni Ertuğrul değilim ben. Zaafları, kompleksleri, küçüklükleri, korkuları, bilerek ya da bilmeyerek yaptığım kötülüklerimle ben benim...
Babamın öldüğü yaşta ölürsem önümde 14 yılım kaldı
Dizi yazıları, köşe yazıları, seyahat yazıları, romanlar, kitaplar... Bütün bunlara nasıl vakit bulabiliyorsunuz?
-Benim artık sabah 8, akşam 10 bir işim yok. İşim artık yaşamak. Telaşsız yaşamak istiyorum. Çünkü hesaplıyorum, babamın öldüğü yaşta ölürsem önümde sadece 14 yılım kaldı. De ki, beş yıl daha fazla yaşadım. Demektir ki 19-20 yılım daha var.
Şimdi kaçsınız?
-68 oldum. Ama geriye 20 yılım kaldı gibi bir hesaba girdim. Ben yapmasam da hayat yapıyor.
Bu nasıl bir baskı yaratıyor?
-Baskı yaratmıyor.
Peki n’oluyor? Korkularınız mı
azalıyor?
-Evet. Bir kere ölüme daha hazır oluyorsun. Bir de “Ben artık her şeyi yapabilirim!” diyorsun. Utanman kalmıyor. Aldırmıyorsun kimin ne dediğine, diyeceğine. Hayat ve sen önemli oluyorsun. Cezai ehliyetini kaybetme diye bir kavram var ya, o işte. Ben cezai ehliyetimi kaybettim. Kontrol etmiyorum artık kendimi. Çünkü 20 yıl kontrollü yaşamak zorunda kaldım. Artık kimseye eyvallahım yok.
KÜÇÜK İNSANLAR
Benim anlatmak istediğim şu: Hepimizin içinde küçük insanlar oturuyor. Bu küçük insanlar, bazen faşizme gidiyor. Ama bazen de iyi yönetildiğinde, bizi acayip iyi bir yaşama yönlendiriyor...
Trajedileri yönetmeyi öğrenmeliyiz
Siz bu romanı niye yazdınız?
-Kitabın iki karakteri Kâtip ve Ahtapot aslında aynı insan. Ve hayatımız, sadece mutluluklar değil, kendi kendimize yarattığımız trajediler zinciri. Bunları yönetmeyi öğrenmemiz lazım.
Peki siz sevdiğiniz kadını kaybetme korkunuzu nasıl yönetebildiniz?
-Yönetemedim. Bu kitabı da o yüzden yazdım zaten.
Bir kadına mı yazdınız?
-Hayır, tek bir kadına değil, onun içinde herkes var, karım da var. Kitabı yazmamın sebeplerinden biri de yalnız olmamız. Terk edilen her erkek ve her kadın kendini yalnız hisseder. Tıpkı ölümü bekleyen bir kanser hastası gibi. Etrafın ne kadar kalabalık olursa olsun, sen yine de yalnızsındır. Ama en yalnız anımızda bile bilmemiz gerekir ki, bu acıyı dünyada yaşayan tek insan biz değiliz. Böyle şeyler oluyor, olacak. Bununla birlikte yaşamayı öğrenmek lazım.
Büyümeyi reddediyorum
Sürekli bir arayış içindesiniz... Neden?
-Bilmiyorum. Kitapta Ahtapot diyor ki, “Ben terliksi hayvanım. Tek hücreli. Hayat beni nereye götürürse oraya giderim...” O benim işte! Ben mesela hayatım boyunca hiçbir şekilde yönleri öğrenemedim. Paris’te altı yıl yaşadım, kuzeyi neresi, doğusu neresi hâlâ bilmem. Büyümemek için de bir şey yapmıyorum. Ben böyleyim. ‘Teneke Trampet’ beni çok etkilemişti. Bu romanda onun da izleri var. Büyümeyi reddeden bünyeler vardır. Ama bu, insanın seçtiği, tercih ettiği bir şey değil. Naturası böyle oluyor insanın. Benimki de öyle.
“Geri kalan 20 yılda şunları şunları yapmalıyım” telaşı var mı?
-Bering Boğazı’nı geçmek istiyorum. Listem var ve çek atıyorum. “Tamam, bunu da yaptım!” diye. Yemen’e gitmek istiyordum, Etiyopya’ya da. Bir de Galapagos kaplumbağlarını görmek istiyorum.
Kendinize mi varıyorsunuz bunları
yaparak?
-Bilmiyorum.
ROL MODELİM BUZBALIĞI!
Hepimizin içinde birkaç ayrı kişilik yaşıyor. Korkmayın çok kişilikli olmaktan. Size, “Omurgasızsın” ya da “Yanar dönersin!” demelerinden. Biz, neticede bütün canlılar, her gün değişen koşullara uymak için değişmek zorundayız. Beni çok etkileyen hayvanlardan biri, Buzbalığı’dır. Buzbalığı, Afrika’nın ucunda yaşayan balıklardan biri. Dünya Buzul Çağı’na girdiğinde, yaşayan bütün türlerin yüzde 80’i, 90’ı yok oluyor ama Buzbalığı yaşıyor. Çünkü kanındaki alyuvarları azaltarak, kendine bir tür antifriz yaratıyor ve hayatta kalıyor. Onun dönüşümü beni çok etkilemişti.
İnadına yaşayalım!
Bu ülkede neler oluyor?
-Türkiye, görgüsüzlüğün, baskıcı, zorlayıcı bir muhafazakâr iklimin ve kibirin tavan yaptığı bir dönemi yaşıyor. 21’inci yüzyılda hiçbir toplum bu duygularla yaşayamaz. Bir gün anlayacaklar Türkiye’nin geri döndürülemeyecek taraflarının ne olduğunu. Bir tanesi bizim hayat tarzımız.
Bir yıldır bu konuda umut verici
şeyler yazıyorsunuz...
-Evet. “Merak etmeyin, yalnız değilsiniz! Üstelik az da değiliz” mesajı vermeye çalışıyorum. Türkiye, bugün ya da yarın, yarın olmazsa öbür gün, bu kendisine zorla empoze edilen pespaye Ortadoğu elbisesini yırtıp atacak. Kendi elbiseleriyle gezmeyi öğrenecek. O yüzden ben İzmir’le gurur duyuyorum. Hayat tarzını savunuyor, bunu kahramanca bir direniş olarak görüyorum. Sadece İzmir değil, bütün sahiller ve İstanbul’un bazı yerleri. İnsanlar ne istiyorsa onu yaşasınlar ama benim çocuğuma kindarlığı öğretmek talebiyle gelen bir rejimi ben reddediyorum. Savaşacağım onunla.
Seçim de yaklaşıyor...
-Yaklaşırsa yaklaşsın. Sonuna kadar kendi hayat tarzımı savunacağım. Ha, sonunda beni ortadan kaldırmaya kalkar mı? Hangi yöntemle ortadan kaldırmaya kalkarsa, ben de ona o yöntemle cevap veririm. Bu kadar basit. Ben inadına yaşayalım ve hayattan keyif alalım diyorum!
En büyük yalancılar en çok prensip sahipleri
Hayatımızı çekilmez kılan prensipler. Cinayetlere de mutsuzluğa da bizi prensipler götürüyor. Ama mutluluğa götürmüyor. İş hayatında ilişki kuramıyorsun. “Ben yalancı insanlarla konuşmam” deniyor. Bu cümlenin kendisi yalancı! Biz, çok geniş ve engin bir ara bölgede yaşıyoruz. Hiç prensip sahibi olmamakla, hep prensip sahibi olmak arasında, bizi mutlu edecek çok geniş bir alan var. Küçük yalanların olduğu, küçük oyunların olduğu, küçük fantezilerin olduğu, küçük kıvırtmaların olduğu, küçük dansözlüklerin olduğu... “Orada mutlu olmaya çalışalım” diyorum ben. Başımızdaki en yukarıdaki adam, çok prensip sahibi bir adam gibi geçiniyor. Ama her altı ayda bir görüşleri değişiyor. Bundan iki yıl önce Abdullah Öcalan’ı asmak için geziyordu seçim meydanında. Şimdi barış yapmak için. En büyük yalancılar, en çok prensip sahibi olduğunu söyleyen insanlar. Her gün “Ben dürüstüm” diye yazan insanlar var. Ben diyorum ki, yok böyle bir şey.
Borges: Hayaller ve gerçekler
Yazar olarak beni en çok etkileyen yazar Borges’tir. Hayal olanla, gerçeği o kadar iyi monte eder ki, ayırt edemezsin, kimsenin de itirazı olmaz. Kitabın sonunu onunla bitirdim. Hayaller ve gerçekler. Bizim hayatımız, kafamızda kendimizle ilgili oluşan imajla, başkalarının bizim için oluşturduğu imaj arasında kalan bir fotoğraf. Hayaller ve gerçekler arasında. Güzel olan da bu... Ben kendimi hep, kendi hayatımın roman kahramanı olarak gördüm. Hepimiz öyleyiz ve birileriyle özdeşleştiriyoruz kendimizi. Yürürken bile kendini birine benzetiyorsun. Mesela Alain Delon’un filmlerini izlediğimde o yazlık kıyafetleriyle, espadrilleriyle kendimi acayip özdeşleştirmiştim. Rol modellerimizle yaşıyoruz. İyi ki böyle kahramanlarımız var.
Romancılık diye bir meslek kalmadı
Bir roman yazarı olarak ne kadar iddialısınız?
-Herhangi bir iddiam yok. Romancı değilim. Ama son zamanlarda görüyorum ki, romancı olmayanlar da çok başarılı işler yapmaya başladı. Yani romancılık diye bir meslek kategorisi kalmadı. Herkes, eğer bu çağda konuşmayı biliyorsa, hislerini anlatabiliyorsa roman yazabilir.
O zaman edebiyat da mı
değişiyor yani?
-Elbette.
TAVIR ALMAK YERİNE TABLO ALIYORLAR
Türkiye’de bir müzayede burjuvazisi var. Tek yaptıkları iş, yerli tablolar ve antik eşyalar konusunda müzayede yapıp, kültürlerini bunun üzerine kurmak ve burjuva olduklarını ispat etmeye çalışmak. Oysa burjuvazi, kendisini duruşuyla gösterir ve tarihsel noktalarda tavır alışıyla. Bugün, Türkiye konusunda, Türkiye’nin gittiği yer konusunda tavır almaları gerekir. Ama almıyorlar. Onlar tavır almak yerine, tablo alıp asıyorlar!
SENİN LAİKÇİLERDEN NE FARKIN VAR?!
Zorla benim çocuğuma, torunlarıma okulda onun istediği müfredatı öğretemeyecek. Bir konsensüs müfredatı öğretecek. Dinin öğretilmesine karşı değilim. Ama benim çocuğuma, torunuma kimse gelip zorla, “Sen namaz kılacaksın!” demeyecek. Geçmişte, Türkiye’nin laik geçinen kesimleri, kızların başörtüleriyle uğraşarak yaptı bu saçmalıkları. Hepimiz de bir ölçüde buna yeterince direnmedik. O dönem geçti. Şimdi her gelen, kendi durumunu empoze etmeye kalkarsa, senin yaptığının laikçilerin yaptığından ne farkı kalır?
Paylaş