Bir telaş, bir itiş kakış... Görülecek manzara... Küçük yeğenim Lara, herkesi iterek kendisine yer açmaya çalışıyor:
‘Hani bana en önden yer ayıracaktın Omi!’
Lara’nın Omi’sinin, yani annemin, onunla uğraşacak hali yok şimdi.
Ela, kız kardeşi Lara’ya ‘Gel buradan seyret!’ diyor.
Ablam herkesten heyecanlı, dirseği suda, son ayarlamaları yapıyor.
Kardeşim Nevzat’a gelince, en asil haliyle duvara yaslanmış duruyor.
Babamın bu görüntüde eksik olacağına ihtimal vermiyorsunuz değil mi?
Kare, onunla tamamlanıyor.
*
Şimdi bu nedir?
Olay nerede geçiyor?
Bu insanlar nereye bakıyor?
Kimi, neyi seyrediyor?
Tiyatro sahnesi mi, sinema karesi mi?
Yazarda iş yok, anlaşılmıyor!
*
Ne tiyatro ne sinema...
Adana’da annemin banyosundayız.
Alya, o evde, baba ocağında ilk kez yıkanıyor; bu, onun tantanası...
Aslında banyonun kendisi bir tantana. Annem, o küvete 60’ından sonra kavuşabildi. Bunca yıl içinde biriken özlem, küvetin, odanın tam ortasını şereflendirmesiyle son buldu. E tabii bu kadar geç olunca, küvetin orasından burasından sular fışkırtması ve buna banyo literatüründe jakuzi denmesi normal tabii...
Suç bizde, alışık değiliz!
Yine de o koca küvet, Alya’nın rolünü çalmayı beceremiyor.
Şortum tişörtüm banyonun -pardon jakuzinin- içine oturmuşum, kucağımda Alya...
*
Bu bebek denilen insan türünün çıplağı, şahane oluyor.
Şapşahane!
İnsan ısırmamak için kendini zor tutuyor.
Sular üzerinden boca edildikçe, metal yeni Türk lirası büyüklüğündeki maviş gözlerini kırpıştırması, sularla birlikte neşelenip ellerini çırpması, seyredenlerin pek hoşuna gidiyor.
Bu arada hınzır, üzerine çekmeyi becerdiği ilginin de acayip farkında.
Kameraya alınıyor...
Fotoğrafları çekiliyor...
İnsan daha ne ister...
Bir de resmen tribün tezahüratı yapılıyor:
Alya buraya... Alya burayaaa... Hey!
Alya buraya... Alya burayaaa... Hey!
Ve sonra...
Oleeeeey... Oleeeeey kısmı...
Havluya sarılıp kurulanıncaya kadar bu böyle devam ediyor.
Bu kadar ilgi, bu kadar sevgi, küçük maymunun kahkahalar atmasına sebep oluyor!
*
Şu hayatta hiçbir şey, baba ocağına kızımla gitmek kadar beni gururlandırmadı.
Yemin ederim doğru...
Kangurumda Alya, geçen hafta sonu Adana’ya vardığımda, hissettiğim tam da buydu:
İyi bir iş yapmışım duygusu.
Hatta, fevkalade bir iş yapmışım duygusu.
Herkes sırtımı sıvazlıyor, büyük bir coşkuyla ‘Aferin!’ diyor, kucaklıyor, sarılıyor...
Nasıl söylesem...
Birden kendine güvenin geliyor.
Pek çok konuda fikir ayrılığı yaşadığın ailen tarafından, bu defa fena halde ciddiye alınıyorsun.
Yaşasın!
Sen adamdan sayılıyorsun.
Onaylanıyorsun.
Kulübe dahil ediliyorsun.
Müthiş bir huzur...
Geçmişinle ateşkes ilan ediyorsun.
Ve anında havaya girip, ‘Madem geldik memlekete, hadi hep birlikte kebaba gidelim!’ diyorsun.
Gerçek Adanalılar uçaktan iner inmez kebaba giderler...
Alya’nın nesi eksik?
*
Yüzevler Kebapçısı, Alya’nın gerçek Adana kebabıyla tanıştığı yer...
İnşallah büyüyecek, sırayla bütün kebapçıları bir bir kendisi deneyecek.
Kebapçı abileri de ona pek bir itibar etti.
Dumandan uzak özel bir masa ayarladı.
Bembeyaz örtülü.
‘Ana kucağı’ masanın üzerine kondu.
Bize biraz tepeden bakabilsin diye.
Kebapları afiyetle yedik, evimize gittik.
*
Geçen hafta sonu, baba ocağında biz İtalyan aileleri gibiydik.
Gündüz gelip giden başka misafirlerimiz de oluyordu.
Anlayacağınız 2 katlı evin her odasından birileri girip çıkıyordu.
Ve herkesin dilinde aynı isim geziniyordu:
Alya.
‘Alya nerede? Bitti mi yemeği? Gazını ben çıkarabilir miyim?’
‘O gazını çıkaracaksa, ben de altını değiştiririm ona göre!’
‘Teyze, altı değiştikten sonra, ben de Alya’yı bahçeye çıkarabilir miyim?’
Bu durumdan bir tek Kuki şikayetçiydi.
Annemle babamın epey aradan sonra kavuştukları 4. çocukları Kuki. Mavi gözlü bir Terrier. Akdenizli ve hiperaktif. Coşkusunu zıplayarak atlayarak göstermeyi seviyor. Ve illa dokunacak sana, seni paçandan tutup bir yerlere götürecek.
Alya’yla da böyle bir ilişki kurmaya kalkar diye...
1. baba ocağı seferimiz süresince bahçede kalmasına karar verildi.
Biz içerideyiz, Kuki camdan bize bakar...
Bizimle birlikte olmak için can atar...
Onu içeriye alalım diye ikide bir zıplar...
Annemin içi kan ağlar...
Ama tabii ki, torun sevgisi ağır basar...
*
Baba ocağında sabahın 5’i.
Mami’nin en yakın arkadaşı İngrid’den ödünç aldığı bebek yatağı, benim yatağımın yanında duruyor. Ben Alya’ya dönük uyuyorum, o bana dönük. Ara ara uyanıp, ‘Aman Allah’ım ben annemin babamın evindeyim. Ben onların çocuğuyum. Şu da benim çocuğum. Öyle mi?’ diyorum.
Alya’nın en hareketli olduğu saatler, o saatler.
Nedense afyonu patlamış gibi oluyor.
Bir gülücük, bir gülücük.
Onu kendi yattığım iki kişilik yatağa alıyorum.
Ve öpücük manyağı yapıyorum.
O da ne!
Gülüşme seslerimizden yakayı ele veriyoruz.
Sabahın 5’inde evin tüm ahalisi odaya hücum ediyor.
Önce annem.
‘Uyandı mı?’ diyerek süzülüyor. Derken babam ‘Annen yataktan kalktı da, ona bakmaya geldim’ diyerek mahcup bir şekilde Alya’ya yaklaşıyor. Annem onun yolunu kesiyor: ‘Önce tıraş ol!’ O sırada kardeşimin sesi yükseliyor: ‘Ben dişlerimi bile fırçaladım. Nerede benim güzel Alyam?’
Ama ablam başka...
Teyze demek, anne yarısı demek...
Alya, en çok onun kollarında kendisinden geçiyor.
Teyzenin arkadaşları da Alya’ya olabilecek en müthiş armağanı veriyorlar. Bir kutu. İçi dolu. Şeffaf bez poşetler içinde bir yumurta, nesli devam etsin diye. Yumurtlama fiiline gönderme yapılıyor. Tuz, evinin tadı tuzu olsun diye. Şeker, sanırım şeker kız Candy gibi tatlı olsun diye. Ve pirinç, evi bereketli olsun diye. Bir de pamuk vardı, sahi o ne içindi? Ha tamam, saçlarında ak görsün, ömrü uzun olsun diye...
Ve tabii bir de Adana burması geldi. Alya’ya hediye olarak...
Kolunun bileğine bol geldi, ayak bileğine taktık...
Bir gelenek en zarif biçimiyle bunca kuşak sonra devam ediyor.
Bana da Selmin’i, Zeynep’i ve Oya’yı öpmek düşüyor.
*
Gecenin en önemli hadisesi, bu yaştan sonra annemde gözlediğim iki büyük değişiklikte.
Birincisi, Mami, teknoloji manyağı olmuş.
Beni messenger’la tanıştırmaktan Alya’ya sanal albüm yapıp altına müzik döşemeye kadar bin türlü numara çekti, ağzımı açık bıraktı.
Ama daha da parlak numarası en sona bıraktığıydı:
Kahve falı baktı.
Oysa o, eskiden bir Alman’dı!
Böyle şeylerden hoşlanmazdı.
Üstelik batıl inançları filan yoktu.
Hálá yok.
Ama işte, bir eğlence biçimi olarak fal bakmayı pek güzel beceriyor.
Tek eksiği sadece hayvan benzetmeleri kullanması.
Kahve fincanının içinde kuşlar öpüşüyor, ayılar dans ediyor, balıklar uçuyor, köpekler asa tutuyor ve tahmin edemeyeceğiniz daha bir sürü abuk sabukluk ama nedense hepsi hayvan şeklinde...
Bütün o gördüğü hayvan figürlerinden çıkardığı sonuç şu:
‘Kızım, senin başka çaren yok, 3 vakte kadar 2. çocuğun oluyor...’
*
2. çocuğum hakkında konuşmak için henüz çok erken...
Ama 1. çocuğumun 1. baba ocağı seferi muhteşem oldu.
Ve gördüm ki, insanın ailesi için yazar olması, tanınmış olması, kitap çıkarması, televizyona çıkması, reklamlarda oynaması filan palavra...
Hepsi fasarya...
Bir aile için çocuklarının bir tek başarı ölçüsü var:
Onlara bir torun armağan etmesi...
Yani öyleymiş, artık anladım.
Bundan sonra yazı alanında umutsuzluğa kapılmayacağım, başarı kazanmak için bir taraflarımı yırtmayacağım...
Baktım onların moralleri bozuk, yapacağım bir çocuk, dayayacağım önlerine, yapacağım bir çocuk, dayayacağım önlerine...